26/03/2010 | Yazar: Ozan Gezmiş

Evet sonunda oldu, düşmanlarımız “nur” topu gibi “görünür” oldu. Artık kendilerini gizlemiyorlar.

Evet sonunda oldu, düşmanlarımız “nur” topu gibi “görünür” oldu. Artık kendilerini gizlemiyorlar. Eskiden içlerinden duydukları nefreti, düşmanlığı artık açık açık dışa vuruyorlar…
LGBTT hareket yıllardır düşman yaratma üzerinden bir politika üretmemeye özen gösterdi.

Toplumun her kesimiyle birlikte yan yana durabilmeyi, diyoloğu geliştirmeyi kendisine hedef olarak belirledi. Ancak sen benim düşmanım değilsin desen de karşı taraf “Sen hastasın, yok olmalısın” diye eline megafon alıp bağırmaya başladığında fiilen de “karşı” tarafa ve “düşmana” dönüşüyor hiç kuşkusuz.
 
Aslında yaşanan son süreç LGBTT hareket için çok sürpriz bir durum değil. Yıllardır eşcinsellere yönelik içinde kin ve nefreti biriktiren toplulukların LGBTT bireylerin görünürlüğüne paralel olarak görünür olacağını çeşitli yurtdışı tecrübelerinden tahmin ediyorduk. Avrupa’da kilisenin yıllardır yürüttüğü anti-eşcinsel söylemini fiilen de “tedavi”ye dönüştürmüş olması Türkiye’de ilerde yaşayabileceğimiz muhtemel süreçler hakkında da bize ipucu veriyor. Geçmişi birkaç yıldan öte gitmeyen çeşitli “klinik” v.b yerlerin “tedavi”lere başladığını da biliyoruz. Şarlatan sayısının her geçen gün artacağını öngörmek sanırım yanlış olmayacaktır.
 
Türkiye’de LGBTT karşıtlarının profili nedir?
Yapılan araştırmalar Türkiye halkının çoğunun geleneksel değerlerine bağlı muhafazakâr bir toplum olduğu yönünde.  Muhafazakâr kelimesi adından anlaşılacağı üzere mevcut bir durumu, inancı muhafaza etme üzerinden kurulu bir kimliği tanımlıyor. Türkiye’de muhafazakârlık, geleneksel kültürün ve alışkanlıkların inançla birlikte şekillenmesi anlamına geliyor. Kişi dinin tüm gereklerini yerine getirmese de dini düşünceye uygun geleneksel yaşam ve düşünce tarzını benimsiyor. Bu kimliği sahiplenen siyasi parti, dernek veya oluşumlarla da toplum daha kolay empati kuruyor ve siyasi iktidar olarak da bu kimliği seçiyor.

Muhafazakâr kimliği benimsemiş olan birçok insan uzunca zamandır -çok fazla görünürde olmadığımız için- LGBTT bireyleri yok sayıyor, marjinal bir azınlık olarak görüyordu.  Çok zorunlu, konuşulması gereken hallerde “eşcinsel” demeden/diyemeden eşcinsellik konusunu kısık sesle konuşuyorlardı. Ancak Kavaf’ın “hastalıktır” çıkışından sonra konunun gündemde oldukça yer bulmasıyla belki de utana sıkıla ellerinde megafon karşılarında gazeteciler kendilerini basın açıklaması yaparken buldular. Basın açıklamalarında kaç tane “eşcinsel” kelimesinin geçtiğini belki de hesap ederek ilk defa böylesine yüksek sesle nefretlerini gösterdiler.  Eşcinsellikle birlikte görünür oldular, fotoğraflandılar. 
 
Bir diğer düşman kesim ise ne üzücüdür ki devrimden yana olduğunu söyleyen, muhafazakârlarla eşcinsel düşmanlığı haricinde nerdeyse hiçbir ortak özelliği olmayan kimi devrimci gruplar. Güçlü bir siyasi kimliğe sahip olmayan bu küçük gruplar tıpkı dini dogmalara benzer şekilde sözde devrimci dogmalarla nefretlerini görünür kılmaya başladılar. Çeşitli platformlarda “onlar”ı burada istemeyiz diye LGBTT örgütlerini toplumsal muhalefet alanlarından soyutlamaya çalışıyorlar.
 
Nefret suçu bir vicdan sorunudur
Ne yazık ki Türkiye’de tanımlanmış bir nefret suçu olmadığı için nefret söylemleri birçok kesimden hoyratça ve yüksek sesle dile getirilmeye başladı. Bilimsel argümanları yanına alan LGBTT bireylerin ve örgütlerinin bu akıl tutulmasına karşı ellerinde sağlam kozları var. Peki, son olarak soralım. Avrupa’da özgürlükçü vaatlerde bulunup Türkiye’de muhafazakârlaşan hükümetin kendi düşüncesi ne olursa olsun nefreti engellemesi vebali ağır bir vicdan hesaplaşması gerektirmiyor mu?



Etiketler: insan hakları, nefret suçları
nefret