19/04/2010 | Yazar: Yıldırım Türker

Hakkâri’de anasının kollarından sökülüp alınan, sürüklenerek götürülen 14 yaşındaki çocuğu görmüşsünüzdür.

Hakkâri’de anasının kollarından sökülüp alınan, sürüklenerek götürülen 14 yaşındaki çocuğu görmüşsünüzdür. Haberlerde yayımlanan görüntüler karşısında kanal değiştirmediyseniz. Elinize geçen gazete dört beş polis tarafından yerlerde sürüklenip hırpalanan bir çocuğu haberden sayıyorsa. Kör sağır değilseniz.

Polisler götürmesin diye çırpınan çocuğun, çığlıklarına yakarılarına kulak asılmayan ananın kollarından nasıl çekilip koparıldığını, buna rağmen kuzusunu koyvermeyen ananın da yerlerde sürüklendiğini.

Çünkü anasına sığınmıştı. İnsan o yaşta anasına sığınır.
Ana da anaydı ha; nefretten gözü dönmüş onca adamın pençelerinden korumak için, kenetlendiği çocuğunu asla bırakmıyordu. Ana ve oğul bir olmuşlardı bu nefretin karşısında. Çocuğun her bir kol ve bacağından biri tutmuş çekiştiriyordu. Ana da yüzüstü yere kapaklanmış, bırakmıyordu oğlunun paçasını.

Uzun uzun seyrettik. Aralarında bizimkinin de olduğu birkaç gazete bu görüntüleri, ‘insanlık yerde sürünüyor’ manşetiyle taşıdı ilk sayfalarına. Diğerleri için o Hakkârili çocuk, taş atan, terörist büyüklerince kullanılan bir piç kurusuydu besbelli. Onları incitmiyordu bu görüntüler. Kendini kurda kuşa koymamak için anasının yerlerde süründüğünü, itilip kakıldığını gören bir çocuğun yaşadıkları hayatımızla bire bir ilişkilendirebildikleri bir konu değildi.

Mesele de budur zaten. Bu memlekette Kürt sorunu değil, insanlık sorunu var.
Bu iç kanırtıcı sahne, bu korkunç nefret skeci vatanın her köşesinde yayımlandı.

Konu, Ahmet Türk’e Samsun’da attırılan yumruktu. Hakkâri halkı toplanmış o yumruğa kefil olan devleti protesto ediyor; temsilcilerine, bilge bildikleri yaşını başını almış bu adama reva görülen muameleyi hazmedemeyeceğini haykırıyordu.

Hepimiz gibi. İnsan kalmaya yeminli, alçakça yükseltilen ırkçılık bayrağı karşısında durmaya yeminli, barışı özleyen herkes gibi.

Bu arada bir başka belediye meclisinin MHP’li üyesinin konuşmasını da izlemiştik. Sırrı Sakık’ın üç yıl önce ölen eşi Gülsima Sakık’ın Gölbaşı Belediye Mezarlığı’na gömülmüş olmasını eleştiriyor, ‘buraya teröristleri gömdünüz’ diye haykırıyordu. Sorsanız inançlı bir Müslümandır; mezarlık milliyetçiliğinden, siyaset nebbaşlığından geri adım atmıyordu.

Ahmet Türk’e atılan yumruk da nefretin ideologları tarafından bir kez daha Kürtlere tanrının bahşettiği bir sınav olarak yansıtıldı. 

Bunca nefret varken
Çünkü hepsi birer sınav.
Şanlı Genelkurmay’ın yalanları bir bir çıkıyor. Kendi askerine sahip çıkamayan, onun ölümüne neden olan, nedamet getireceğine bundan da bir fırsat alanı çıkarıp suçu PKK’nın üstüne atanlarda en ufak bir utanç kırıntısına rastlamak mümkün değil.

Çünkü hepsi Kürtlere birer sınav.
Ahmet Türk’ün göz göre göre, onca devlet görevlisi önünde yumruklanması da Kürtlerin tepkisini ölçmek için geliştirilmiş bir taktik sanki. Burnuna vur ve itidal bekle!
Nitekim akabinde ortaya çıkıveren basın mücahitleri, nefret ideologları hemen üstünde tartışacağımız zeminin sınırlarını çiziverdiler.

Doğal olarak ipi ilk geren Hürriyet gazetesinin son keşfi, Çandar’ın mükemmel adlandırmasıyla ‘basının Ogün Samast’ıydı.

Tekrarlamak insanı kirletir, Yılmaz Özdil, sahibinin tanımıyla  ‘her zamanki olağanüstü zekâ, ondan üstün üslup ve espriyle yazılmış’ yazısıyla açıkça ‘oh olsun’ diyordu. Ardındaki kara kalabalığa güvenerek.

Hürriyet gazetesi ve altındakiler tarafından şehvetle ‘en komplekssiz adam’ olduğu sıkça vurgulanan Özkök’ün stratejisi gereği iyice azıp kudurana kadar üçüncü sayfa güzeli olarak sunulan milli değerler her seferinde bir adım daha ileri atıyorlar. Kahramanlıklarından sarhoş, frenleri patlamış şekilde basın tarihinin en utanılası ırkçılık-ayrımcılık-nefret dilinde yeni çığırlar açıyorlar.

Eski güzel Çölaşan’ın da gitmesine yakın suikast, sabotaj, kundaklama konularında sivrilmiş karanlık devlet köstebeklerini vatanın kahraman evlatları ilan ettiğini, ‘komşunun’ ormanlarını yakan bu zevatla nasıl kahve içip coşkulu sohbetler edişini ballandırdığını hatırlayın. İşi bitince ıskartaya ayrılmıştı.

Aynı şekilde Bekir Coşkun da tetikçi olarak uzun süre kullanılıp romantik hayvan-doğasever üslubuyla nefret konusunda coşkulu ürünler vermişti. O da amiral battı oyunundan emekliye ayrıldı.

Şimdi Özdil’le öğreniyor yoksul mutsuz insanlar, diğer yoksul mutsuz insanlardan nefret etmeyi.

Özdil’in geçmişi parlak. Sonunda yuvasını bulmuş bir başka kahraman kalem Fatih Çekirge’yle birlikte ilk ‘Star’ gazetesindeki başarılarını kimse unutmadı. Sokak ortasında döner bıçaklarıyla katledilen iki Britanyalı futbol taraftarı üstüne ‘Two Size’ manşeti atıp Türk’ün gücünü Türk katillerine bir kez daha hatırlatmışlardı hani. Hürriyet’i çoktan hak etmişlerdi, anlayacağınız. 
Hürriyet gazetesi bu konuda liderliği kimselere kaptırmıyor.

Andıç anılarından geçtim daha birkaç yıl evvel de Pınar Selek üstüne bir soytarının uydurduğu bir haber müsveddesini, üstelik ilgili şahsın tamamen uyduruk olduğunu belirtmesine rağmen kocaman bir manşetle duyurmuştu sözgelimi. Pınar Selek’in Öcalan’dan evlenme teklifi aldığı söylentisini, yıllardır çekmediği kalmamış bu genç sosyologun kocaman fotografıyla yayımlamış, her zamanki gibi beğenmediklerini mahallenin katillerine işaret edip sonra da mahalle baskısının yakıcılığından yakınmayı sürdürmüştü.

Katillerin yanında durmayı, hedefe kitlesini katiller ve katil ruhlular olarak belirlemeyi hiç savsaklamadı.

Ertuğrul Özkök, yine anıyorum, Hrant öldürüldüğünde yazmıştı:
“Bu işi çözmek istiyorsak, hepimiz empati duygularımızı geliştirmeliyiz. Mahalledeki o çocuğu da anlamaya çalışmalıyız. İkinci Cumhuriyetçi fikirlere sahip birisi, kendisi için ‘Vatan haini’ ifadesinin kullanılmasından rahatsız oluyorsa, başkalarının da başka ifadelerden rahatsız olabileceğini düşünmelidir.

Mesela, milliyetçiliğin çok kötü bir şey olduğunun sürekli vurgulanmasından.”
Oysa bu katil gençleri anlamak, onların yarılmış bilinçlerini referans olarak almaktan çok farklıydı elbet. Özkök’ün önerisi, onların parçalanmış, paralanmış, vahşileşmiş, kan tutmuş çarpık bilinçlerini toplumsal mutabakatımızın bir kefesine yerleştirmekti. Özkök, ‘hırsızın da suçu var’ diyordu. ‘Öyle demeseydi.’ ‘Çocukları kızdırmasaydı.’

Dışkılanmış duyarlıkları; açlığın, şiddetle emzirilmişliğin, sevgisizliğin, ilgisizliğin birer yaratısı olarak karşımızda duran katili, dilimizin sınırı olarak belirliyordu. Böylelikle ölümün hak edilesi olduğunu da belirtmiş oluyordu.

Bir de ötekiler
Ahmet Türk’e saldırı, diğer kimi gazetelerce de bir ‘Kürde sınav’ muamelesi gördü.
Zaman gazetesi provokasyonun amacına ulaştığını duyuruyor, gösterilerden yakınıyordu. Osman Baydemir’i de ‘tahrik edici’ bulduğunu belirterek. En gülüncü kimi yerlerde Baydemir’in ‘şerefsiz’ sözünün hicaptan noktalı yayımlanmasıydı. ‘Şe...siz’ diye.

Bu hassasiyetin samimiyeti karşısında, tuzu kuru olsa insan kasıklarını tuta tuta güler, ama yerimiz dar.

Vatan gazetesinin manşeti neydi dersiniz: ‘Tehlikeli Cümle. ‘Spot: ‘Ahmet Türk’e atılan yumruk kadar  Baydemir ’in tehditkâr sözleri de tehlikeli’. Yani Vatan’a kalırsa, taraflar ödeşmiş durumda.

Türk’ün attığı yumruk, Kürdün ‘şerefsiz’ diye haykırması, işte kimsenin birbirine borcu kalmadı.
Ali Kırca’nın nihavent makamı vurguları ve gerdan kırmalarıyla tel’in ettiği de göstericilerin cüretiydi.

O da ne kadar güvenilir bir çapa adam olduğunu sergiliyordu.
Basınımız, siyaset alanından daha güçlü bir katılımcısı nefret liginin.

Kürt sevmemek, Kürt taşlamak da yakında fikir özgürlüğü olarak tanımını bulabilir, uyduruk siyaset arenalarında.


Etiketler: insan hakları
İstihdam