28/03/2010 | Yazar: Ahmet Tulgar

Pazar akşamı normalden fazla kanalda haberleri zapladım. Çoğu trajikomikti. Tam anlamıyla.

Pazar akşamı normalden fazla kanalda haberleri zapladım. Çoğu trajikomikti. Tam anlamıyla. Nasıl da çaresiz kalmış artık kim hazırladıysa, elden geçirdiyse bu Newroz haberlerini haber merkezinde, haber merkezlerinde; nasıl da gülünç duruma düşürerek kendisini o sunucular, okuyor, veriyor bu haberleri şimdi.

Provokatörlerden söz ediyorlar, “coşku içinde baharın gelişini kutlayan vatandaşların arasına karışmış kışkırtıcılar”dan. Eşkalini de veriyorlar o ‘nifakçı unsurlar’ın, nasıl insanlar olduklarını, ellerinde ne taşıdıklarını söylüyorlar, buna bakarak onları saptamayı bize bırakıyorlar. Ama eskiden yaptıkları, önceki Newroz haberlerinde sıkça başvurdukları, haberi üzerine kurdukları ‘zoom’lar, ‘cürmü meşhüt yakın planları’ yok artık. Yakın çekim yok. Hep ‘pan’, hep geniş açı. İyice uzaktan. Çünkü her yaklaştığında kamera kitleye, neredeyse her 5 kişiden birini ‘provokatör’ addetmek zorunda kalacak, nitelemiş olacaklar. Ama ‘pan’ yapmak için uzaklaştıkça kamera işte, bu defa da kalabalığın nasıl büyüdüğü ayyuka çıkıyor. Ve hiç olmazsa bunu teslim ediyorlar o zaman. Katılımın ne kadar yoğun olduğunu.

Yani pazar akşamı şöyle bir şey oluyordu televizyonlarda: Kürt halkının mücadelesinin geldiği aşamaya hazırlıksız yakalanan, yakalanmış, anlamaya, anlasa da anlatmaya direnmiş haber merkezleri komik, acınacak derecede komik duruma düşerken, halk dirayetiyle kamerayı yönlendiriyordu. Kamera zaviyesini şaşırıyordu. Manipülasyon da bir yere kadardı yani, artık yapılamıyordu.

Bu yüksek ‘rating’li televizyonlar tabii devletin ve siyasi iktidarın manipülasyon trafoları olarak işlev gördüğü, haber bültenleri propaganda filmleri gibi tasarlandığı için, bir yandan da rejimin çaresizliğini, trajedi ve komedisini de ortaya koymuş oluyor ama. Bugüne kadar sosyoloji ve siyaseti kadrajlayıp Türkiye paradigmasına uyduruyor, sığdırıyorlardı. Ama sığmıyor artık onların kadrajları bile, örtüşmüyor siyasi, sosyal ve milli paradigma ile.

Şimdi işte bu hafta Ak Parti’nin ‘Anayasa Değişikliği Paketi’ tartışılmaya başlandı. Tartışılsın, konuşulsun ve kabul de edilsin hatta. Ama yetmez, bununla olmaz. Sorun çözülmez. Paradigmayı değiştirecek, Türkiye gerçekliğine uyacak, ‘bir Türkiye gerçekliği uydurmayacak’ bir anayasa gerekiyor artık. Bunun zamanıdır.

Anayasalar ne zaman değişir? Ne zaman değiştirilir? Bu zorunluluk ne zaman doğar? ‘Pozitif hukuk’un artık uygulanamaz olduğu, uygulandığında da büyük bir dirençle karşılaştığı durumlarda. Çünkü toplumlar ya da toplumun bir kesimi olgunluklarının belli bir aşamasında yaşadıkları ülkenin pozitif hukukunu kendilerine yönelik bir şiddet, açık şiddet olarak algılamaya başlar. Çoğunca pragmatik ve hatta bazı durumlarda, mesela Türkiye durumunda hayatta kalma amacıyla kabul edilmiş bir sözleşme tek taraflı olarak feshedilmiş olur.

Pozitif hukuku işlevsizleştiren sadece bu algının niteliği değil niceliği, hatta daha çok niceliğidir. Daha doğrusu ‘niteliksel nicelik’. Yani hali hazırdaki pozitif hukukun yasak ya da suç saydığı eylemler artık o kadar çok kişi tarafından tekrarlanır, yapılır olmuştur ki, yasalar aynen uygulanırsa ‘mantığa aykırı’ bir durum hasıl olacaktır. Böylece partileri kapattıran, milletvekillerinin milletvekilliklerini düşürten ‘pozitif hukuk’, örneğin 2 milyon kişiye uygulanamayacağı için kendiliğinden geçersizleşir. Rejime ‘günübirlik hoşgörü’den başka bir argüman kalmaz.

Bugün vesayet rejiminin önemli dayanaklarını zayıflatmayı, cunta sanıklarını yargıdan kaçıran geçici 15’inci maddeyi kaldırmayı hedeflemesiyle yine de desteğe değer ama son derece kısıtlı bir anayasa değişikliği paketi üzerinde bile fırtına koparılan Türkiye’de işte asıl yapılması gereken budur: İşleyen bir ‘pozitif hukuku’ yeniden tesis edecek, yeni bir hukuk sözleşmesinin temeli olacak kapsamlı bir anayasa değişikliği, yeni bir anayasa.

Böyle bir anayasa ise verili pozitif hukukun referanslarıyla değil, ahlaki hukuk ve adalet hukuku doğrultusunda, Kant’ın ‘kategorik imperatif’ dediği prensip uyarınca yapılabilir.

Ahlaki hukuk ve adalet hukuku bu ülkede sadece Kürtler’in ve diğer baskı altındaki halk ve toplulukların ihtiyacı değil. Kendisini Türk olarak tanımlayan yurttaşlara da böyle bir hukuk perspektifi iyi gelir. Bu rejim hukuksuzluğuyla bu yurttaşları da zehirliyor. İrrasyonel bir ultra-milliyetçiliğe, ırkçılığa ya da bilgisizliğe ve kayıtsızlığa savuruyor. Adaletsizliği günlük bir temrine dönüştürüyor.

Elbette ahlak ve adalet hukuku, durup dururken bir topluma içselleşmez. Niteliksel ve kapsamlı bir anayasa değişikliğini yukarıdan dayatmak ise yeni huzursuzluk ve uyumsuzluklara yol açacaktır. Çatışmalı bir ülkede toplum olarak devam edebilmek, yeni bir sözleşme yapabilmek için tarafların tamamında bu yönde, ahlak ve adalet hukuku yönünde bir istek ve ihtiyaç oluşması gerekir.

Peki, bu nasıl olacak? Buradan devam edeceğiz.


Etiketler: insan hakları, sivil anayasa
nefret