05/04/2023 | Yazar: Sa Bahattin
Tek isteğim, toplum olarak ölümle daha somut ‘maddi’ bir etkileşimi kurabileceğimiz düşünsel bir zeminin yollarını araştırmak.
Merhaba. Uzun zaman oldu yazmıyorum. Siz belki farkında değilsinizdir, ama ben farkındayım. Yo, eğer siz de farkındaysanız bunun için size içtenlikle teşekkür etmek isterim. Beni mesut ettiniz.
Bunca zaman yazmamamın en önemli sebebi; 2013 yılından beri işim dolayısıyla Kahramanmaraş’ta yaşıyor olmam. Doğma, büyüme Adanalıyım da üstelik. Evet, anladınız. Kısmi bir depremzedeyim ben de. Kısmi diyorum çünkü deprem günü o şehirlerin herhangi birinde değildim. İzmir’de, ablamın yanındaydım. Maalesef ki bir yeğenimizi, onun kocasını ve bir bebeklerini Adana’da kaybettik. Ben bu süreç içerisinde Kahramanmaraş’a pek gidemedim tabii ki. Ankara, Nevşehir, İzmir, İstanbul, Atina, Amsterdam, Rotterdam, Utrecht… gezdim de durdum. Bu gezmelerim sırasında-alışkanlığım olduğu üzere- bolca da kitap okudum. Okuduklarım çoğunlukla ölüm üzerineydi. Bunlardan belki de en önemlisi Ernest Becker’in ‘The Denial of Death’iydi. Onun dışında Sigmund Freud, Irvin Yalom ve Arthur Schophenaur gibi düşünürler/yazarlar ölüm hakkında neler demişler, anlamaya çalıştım. Okuduklarım ölüm fikrini normalleştirmemi, buna rağmen bunun yüzleşmesi en zor biyolojik gerçeklerden biri olduğunu hatırlamamı sağladı.
Kültürümüzde ölümün feryat-figan’la karşılanması beni hep düşündürmüştür. Gerçekten ölüme karşı verilecek en doğru tepki bu mu? Ölümü illa ki dehşetle, korkuyla, hüzünle karşılamak zorunda mıyız? diye sorar dururdum. Öte yandan, etrafımda sürekli hayatından şikayet eden ve istedikleri hayatı yaşamadığını söyleyen bunca insan vardı; ve bunların istisnasız hepsi ölümden feci şekilde korkuyorlardı. Ölüm korkusunun içgüdüsel olduğunu biliyordum. Ama hayatla bu denli memnuniyetsiz bir ilişki kurarken ölümün ortaya çıkmadığı anlarda dahi sadece üzerine düşünmenin yarattığı dehşeti pek kavrayamıyor, şaşırıyordum. Nitekim bunun hiç de şaşırtıcı bir şey olmadığını, aslında tam da o memnuniyetsizliğin yani yaşanmamışlığın, pişmanlığın ve eksik kalmışlığın ölüm korkusunu güçlendirdiğini, hayran olduğum psikanalist/yazar Irvin Yalom bana güzelce anlattı.
Evet, insanlar olarak ölümlü varlıklarız. Dahası bizim gibi çok hücreli organizmalar ölümü her an üzerlerinde taşırlar. Bunu mecazi bir anlamda kullanmıyorum; gerçekten vücudumuzdaki hücreler sürekli olarak ölürler. Bu ölüm, organizmanın hayatta kalması için elzemdir de. Tipik bir şekilde ifade edecek olursam “bu cümleleri okurken birkaç hücrenizi ölümle kaybettiğinizi” kolaylıkla söylebilirim. Biraz önce söylediğim gibi bu hücresel ölümler, sizin faydanıza gerçekleştirilen kontrollü ölümlerdir. Şaşırtıcı olan bu ölüm bilgisinin genlerimizde yani DNA’larımızda kodlanmış olmasıdır. Üstelik hücrelerimiz, ihtiyaç halinde ölmeleri gerektiğini bilir, ve bu yolda enerji harcamaya hazırdırlar. Birçok molekülün dahil olduğu şahane bir şekilde düzenlenmiş bir şekilde ölür hücrelerimiz. Eğer bu olgunun ismini merak ediyorsanız adı ‘apoptoz’dur. Bazı kaynaklarda ‘apoptozis’ olarak da karşılaşırsınız. Hücrelerinizin ölebileceği tek şekil bu değildir. Ama en çok araştırılan ölüm şekli budur. Çünkü apoptoz, yani hücrenin gerektiğinde kontrollü bir şekilde ölebilmesi, kanser gelişimini engellemek için oldukça önemlidir.
Bu küçük biyoloji arasından sonra devam edelim. Yukarıdaki bilgiyi vermekteki maksatım ölümün normalliğini, yaygınlığını yani ölümlü bedenlere sahip olduğumuzu vurgulamaktı. Öte yandan insanın kendini bir bedenden ibaret görmediğini de biliyorum. Bu nedenle birçok kişi ölümden sonra da var olacağına inanmak eğilimi gösterir. İnsanın ölümlü olmasına karşı duyduğu dehşet onun kendisine bir de sembolik anlam yükleme eğilimine yol açarak onu güçlendirir. (Ernest) Becker’den yardım alarak ifade edersem; “İnsan ikili bir varoluşa sahiptir: Maddesel ve Sembolik Varoluş.”
Maddesel varoluşumuz bedenimizin kendisi iken ve bu beden bariz bir şekilde ölümlü iken sembolik varoluşumuz, ölümsüzlük fikri (ölümün reddi) için harika bir araçtır. Nitekim bizi sıfatlarla (asabi, neşeli, özverili, yardımsever) ve kültürel kodlarla (kadın, erkek, müslüman, Türk, vs) imler, ve bu işaretler sonsuza dek sürecek bir varlığımız olduğu yanılsaması yaratır. Aslında bakarsanız cinsiyetler de cinsel yönelimler/kimlikler de insanın sembolik varoluşuyla ilgilidir. Kadınlık, erkeklik, non-binary’lik, heteroseksüellik, eşcinsellik, panseksüellik, translık… Hepsi. Çünkü bunlar bedenimizle ilgili gibi görünseler de daha çok toplumsal olarak nasıl anlaşıldığımızla ilişkilidir.
İnsanlar olarak maddesel varlığımızla yüzleşmekten rahatsızlık duyarız. Bu yüzleşme karşımıza kan, et, kemik, kıl, salya, sidik ve bok gibi belki çok da haz vermeyecek şeyleri çıkarır. Bu acıklı durum, insanın ‘sembolik varoluşuna tutunması’ için ikinci bir motivasyon daha sağlar. Çünkü insan bedeni uzaktan sunduğu estetiğe ragmen, yakından bakıldığında bizi iğrendirebilecek, daha kötüsü bize ne denli zayıf ve yetersiz olduğumuzu hatırlatacak öğelerle doludur. Varoluşumuzdaki bu ikilik kafamızı sürekli karıştırmaktadır. Becker’in Ölümü İnkar kitabındaki en çarpıcı cümlelerden biriyle ifade edersem: “İnsanlar, anüsleri olan tanrılardır”. Evet, biz her ne kadar kendi sembolik varlığımızda tanrıcılık oynamak istesek de götümüz (kıç deliğimiz) ve onun sayesinde etrafa saçtığımız bokumuz bize maddeselleğimizi ve yetkinliğimizin sınırlarını net bir şekilde hatırlatır.
En azından öyle olmasını bekleriz. Bu anlayışla baktığımızda, insanın ara ara bedenine dönüp sembolizminden daha aşağıda somut, maddesel bir varlığı da beraberinde taşıdığını görmesinin faydalı olacağını anlayabiliriz. Çünkü eğer hatırlamazsa, megalomaniye tutulması hayli mümkün olduğu gibi, bedenine yabancılaşması ve onun sunduğu sinyalleri görmezden gelmesi, buna bağlı olarak bazı hastalıklara karşı inkarı da, ihtimal dahilindedir.
Şu ana kadar belki çok anlaşılır olamadım ve lafı fazlasıyla uzattım ama özetle ben, deprem dolayısıyla bir Avrupa-bir Türkiye gezinirken gördüğüm tuvaletler üzerine düşündüm ve bunu ölüm korkumuzla ilişkilendirdim. Gezdiğim ülkelerdeki tuvaletler ile bizim umumi tuvaletlerimizin temizliği arasındaki bu bariz fark, insanın yüzleşmek istemediği maddeselliği/geçiciliği/önemsizliği nedeniyle olabilir mi, diye merak ettim.
Aslında umumi tuvaletlerimizin kirliliğiyle ilgili bu bilgi Velvele’nin editörlerinden Bawer’in yıllar önce şahsi sosyal medya hesabında paylaştığı bir yazıdan beri aklımda. O da, halkımızın kendi evlerindeki temizlik takıntısına ragmen ortak kullanılan tuvaletlerimizin aşırı kirli olmasına duyduğu şaşkınlığı dile getiriyordu. O zamanlar bunun için “evleri kadınların temizlemesi, umumi tuvaletlerde çoğunlukla erkeklerin çalışması” gibi toplumsal cinsiyet rollerine ilişkin bir açıklama bulmuştum kendime. Sonuçta toplumumuzda erkeğe temizlik “işi” yakıştırılmıyordu. Temizlik gibi bir ‘kadın işi’nden sorumlu erkekler de çalıştıkları ortama yeterince önem göstermeyi toplumsal kodlarına yakıştırmıyorlardır belki diye düşünmüştüm.
Oysa güncel okumalarımdan sonra olaya farklı bir gözle bakmaya başladım. Belki de Türkiye halkları olarak öylesine bastırılmış ve sindirilmişiz ki, daimi bir ölüm korkusu içerisindeyiz. Bilinç düzeyine ulaşmasa da bu korku sürekli sembolik varoluşlarımızla (sağcı, solcu, eşcinsel, dindar, dini bütün, vegan, özgürlükçü vs) meşgul olmaya itiyor bizi. Bunu [sembolik varoluşlarımızı] o kadar önemsiyoruz ki ölümlü olduğumuzu, yani bir götümüz olduğunu ve onunla sıçıyor olduğumuzu unutuyoruz. Daha doğrusu bu gerçeği görmezden gelmeye çalışıyoruz. Tuvaletlerde yaptığımız o eylemi yok sayabilmek adına orayı hiç görmemişcesine, orada hiç bulunmamışcasına yaşamak istiyoruz sanki.
Dahası, umumi tuvaletlerde yaptığımız en mühim iş sıçmak iken biz bu tuvaletleri bile sembolik/ölümsüz varlığımızla yani kadınlık/erkek’liğimizle tanımlıyoruz. Elbette kadın/erkek tanımlamaları Türkiye’ye özgü durumlar değil, ama belki de bu ayrım kirliliğin başlangıcını oluşturuyordur; kimbilir? Tuvaletler aslında “Götü Olan Herkes Girebilir” şeklinde düzenlenebilirdi, ama biz insanlar olarak onu sembolizmle ve bize bu sembolizmi “hak tanıyan” genital bölgelerimizle şekillendirmeyi uygun bulmuşuz. Ölüme sırtımızı çevirip doğuma odaklanmışız bir nevi.
Ölümlü olma gerçeğinden bu amansız kaçış bizim organlarımıza karşı kör olmamıza neden oluyor gibi geliyor bana. En azından son birkaç gündür de bu düşünceye ikna olmuş vaziyetteyim. Kötü beslenip, yeterince uyumayıp, üstüne spor yapmayarak sağlıklı kalacağımız; günde iki paket sigara içip temiz akciğerler taşıyacağımız; korunmasız seks yapsak da hiçbir bulaş taşımayacağız gibi yanılsamalar hep bu temelden kaynaklanıyor olabilir mesela. Ne dersiniz? Çok mu ileri gittim?
Ama durun; bütün bunları birleştirip düşünsel düzlemde durumu biraz abarttığımda ne tuhaf cümleler kuruyorum onu da bilin isterim. Alın size bir örnek: “Götümüzle barışmak ve ölümlü olduğumuzu kendimize hatırlatmak bireyler ve toplumsal olarak daha gerçekçi düşünmemizi, böylece karşılaştığımız şeylerin yüce bir bilinmezden değil de, sırası takip edilebilecek bazı neden-sonuç ilişkilerinden kaynaklandığını görmemizi sağlayabilir”. Nasıl? Çüş mü? Peki ya devamı? “Bu sayede çevremizdeki sorunlara daha akılcı çözümler üretip onları azaltabiliriz” Çok iddialı değil mi? Elbette bunlar birer varsayımdan ibaret. Şahsi hezeyanlarımı size boca etmek istemem tabii, ama size de burada bir gerçeklik yatıyor gibi gelmiyor mu?
Peki ya son söz olarak; Yuval Noah Harari’nin Sapiens kitabında “doğada ahlak yoktur” şeklinde özetlediği bilginin bende yarattığı aydınlanmadan feyz alıp da “doğada kimlik yoktur” yazsam, taklitçilikle suçlanmak bir yana kimlik mücadelesinin özneleri tarafından sosyal medyada linç edilir miyim dersiniz? Umarım olmaz. Çünkü maksatım kesinlikle bu mücadeleyi küçümsemek değil, asla. Tek isteğim, toplum olarak ölümle daha somut ‘maddi’ bir etkileşim kurabileceğimiz düşünsel bir zeminin yollarını araştırmak.
Hepinize esenlik, sabır ve hoşgörü dolu günler dilerim.
Dayanışmayla…
*KaosGL.org Gökkuşağı Forumu’nda yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. Yazının KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.
Etiketler: yaşam