12/07/2010 | Yazar: Yıldırım Türker

Cumartesi günü Galatasaray’da yine toplanmışlardı.

Cumartesi günü Galatasaray’da yine toplanmışlardı.
Yakınları 1990’dan bu yana siyasi nedenlerle kaydedilenler bu meydancıkta bütün baskılara, polis yıldırmasına, hoyratça itilip kakılmaya göğüs gererek  276. kez toplanmıştı. Bu kez gündemlerinde giderayak ortalığı kasıp kavuran Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un son konuşması vardı.
Başbuğ, o konuşmasında Cizre bölgesi eski JİTEM komutanlarından anlı şanlı Cemal Temizöze sahip çıkmış; yörede çoluk çocuğun kâbusu olmuş bu silah arkadaşının haksız yere suçlandığını, bundan büyük üzüntü duyduğunu ilan etmişti.
Bir kayıp yakını haykırıyordu: “Vatanı sevmek bu ülkenin yurtseverlerini yok etmek o halde. İki elimiz yakalarında olacak. Katillerin sorumluluğunun bir parçası da onun omuzlarındadır.”
15 yıl önce eşini kaybedilmiş bir kadın haykırıyordu: “Katiller üzerimize salındığı zaman gerçekten çok üzülüyoruz. Bu insanlar Kürt oldukları için kaybedildiler. Bir Genelkurmay başkanı bu katilleri savunduğu zaman kimin bu ülkenin sahibi olduğu ortaya çıkıyor. Arjantin’deki gibi tüm sorumluları karşımıza çıkarsınlar, özür dilesinler. 15 yıldır buradayız, sonuna kadar da sizden hesap soracağız. Yine Kürt coğrafyasında kayıplar ve kan akmaya başladı. Kürt olduğu kadar Türk öldürüldüğü zaman da içimiz yanıyor. Başbuğ bir daha karşımızda katilleri savunmasın.”
Evet, Başbuğ gerek AİHM kararlarında yerek TBMM raporlarında adı geçen askeri görevileri ve subayları açıkça korumakta bir beis görmüyordu.
Çünkü yine bir kez daha her şeye rağmen onca şeyden sonra...
Kürt sorunu diyegeldiğimiz insanlık sorunu askere teslim edilmişti.
Hepimizin; bu topraklarda yaşayan bütün halkların kaderi yine Genelkurmay Başkanı’nın tetiğinde.
Kayıp yakınları hükümete dönüp soruyordu cumartesi günü: “İsrail’e ‘siz adam öldürmeyi çok iyi biliyorsunuz’ diyerek tepki verirken, insanlarımızın kaybedilmesinden doğrudan sorumluluğu olan ve yargılanması devam eden askerlerini savunan, suç ve suçluyu öven bir Genelkurmay başkanına neden tepki vermediğinizi merak ediyor ve derhal görevden alınmasını istiyoruz.”
Başbuğ, yıpratılmaya çalışılıyor, asimetrik taarruza uğruyor ve benzeri yakınmalarla korumaya çalıştığı kurumunun daha düne kadar JİTEM’in varlığını bile reddettiğinin farkında değil mi? Farkında olsa ne olacak? Karşısına geçip bu konuda kendisinden hesap soracak bir merci görebiliyor musunuz? Bünyesinden çıkmış bir yığın karanlık adama neden göğsünü kalkan ettiğinin, onların suçlarını neden örtbas ettiğinin hesabını kim soracak? Kaldı ki böyle bir korkusu olsa varlığını inkar ettiği JİTEM’in en kanlı  kahramanlarından birini böyle fütursuzca yüzümüze karşı savunabilir mi?

Bir zamanlar enteldi
İlker Başbuğ, elbette hep aynı çizgide apolet şakırdatmış, tutarlı bir komutanımızdır. Daha kara kuvvetleri komutanıyken TSK’nın selahiyet sınırlarını sorgulayanlara hiç müsamaha göstermiyordu: “Türk Silahlı Kuvvetleri’ni başka ülkelerin ordularıyla karşılaştırarak farklı sonuçlar üretmeye çalışan bu kesimler, Türk toplumunun tarihini de gerçeklerini de bilmeyenler ya da kendilerine yabancılaşmış olanlardır.” Başbuğ, ordunun bir taraf olduğunu ve olmaya devam edeceğini de ısrarla vurgulayageldi.
Ama şunu asla unutmayalım ki, seyircisi, şakakçısı hep bol oldu. Bir basın toplantısı düzenlemeyegörsün, basının ‘duayen’ kadrosunu hep el pençe divan karşısında buldu.
O zamanlar sormuştuk. Can çekişen basınımıza:
‘Genelkurmay Başkanı, kendini devletin en yetkili, sınırsız karar mercii zannediyor olabilir. Ama nasıl zannetmesin?
Toplantıdan bize yansıyanlar arasında oradaki basın varlığını hissettiren yegane ayrıntı, Mehmet Ali Birand’ın paşayla her zamanki şımarık kolejli kız tavrıyla cilveleşmesi idi.
Pekâlâ sevgili duayenlerimiz; neden orada bulunuyordunuz? Konuşmanın derinlikli analizini yapmanız için işi gücü bırakıp o davete icabet etmeniz şart mıydı?
Bu halkın olduğu gibi sizin de Başbuğ’a sormak istediğiniz birçok şey vardı mutlaka. Yoksa yok muydu?
İki buçuk saat süren ‘mâlûmatfüruşluk’ gösterisine katlanmanız için size güç veren nasıl bir gazetecilik saikidir?
Sözüne bu kadar itibar edildiğini gören, basının en ‘büyük’ isimlerini iki buçuk saat tutsak edebilmenin tadını çıkaran Genelkurmay Başkanı’na diyecek sözümüz yok.
Ama bu zevatın konuşmalarını büyüten, manşetlere çeken, bunu yapmak için orada hazır nâzır bulunan sizlersiniz.
Sadece kameraları yollayıp, birkaç muhabir göndererek halledebileceğiniz bir basın toplantısını ‘devlerin zirvesi’ne çeviren sizsiniz.
Genelkurmay’ın her konuda bu kadar fütürsuz atıp tutmasına çanak tutuyorsunuz.
Askerlerin rütbelerine, her zaman yaptığınız gibi, rütbeler ekliyorsunuz.
Madem sorularımızı aktarmayacaksınız, o zaman ne işiniz var paşa huzurunda?
 Tamam, akreditasyon paşanın ağzında, hicap duygunuzu da kapıdaki vestiyerde mi bıraktınız?’
Bu soru maalesef hiçbir zaman geçerliliğini kaybetmeyecek görünüyor. Uğur Dündar’ın kibar pişekarlığına şaşacak değiliz şimdi.
Paşa gene karşımıza çıkmış, şiiri çoktan çürümüş bir klişeyle sözün bittiği yerden dem vuruyor. Ona kalırsa söz hiçbir zaman kıymet taşımadı. Sözün ne zaman biteceğine karar verecek olan de kendisi değil üstelik.  
Göreve başladığı andan itibaren şahinlerin en gagalısı izlenimi uyandırmaya özen gösteren, öfkeli Başbuğ’un Diyarbakır ziyaretini unuttunuz mu? Devletin bundan sonra Güneydoğu’daki suratı olacağını hissettiren bir vaveylayla. İHD’yi, Diyarbakır Barosunu, Tabipler Odası’nı ve sendikaları bir çırpıda andıçlayarak dışta bırakmıştı Genelkurmay. Başbuğ diğer Sivil Toplum Kuruluşlarına bir güzel ders veriyor, onları dillerine dikkat etmek konusunda uyarıyordu. Bir oda temsilcisi , “Dağa gitmeleri önlemek istiyorsanız ekonomik tedbirler yanında demokratik tedbirler de düşünülmeli ve gerekirse bir af çıkarılmalı” diyesi olmuş. Başbuğ, bir hışımla cevabı yapıştırmıştı: “Ne kısmi ne de genel af mümkün.” Başbuğ, bütün kararların kendisinden geçeceğinden kuşkusu olmayan bir başbuğ gibi davranıyordu rahatlıkla.
Ama kimilerine göre gerçek bir entelektüeldi.
Huntington’ı, Fukuyama’yı pek muteber kabul eden, Weber’den alıntılar yapan Başbuğ, gerçekten de entelektüel bir asker portresi çizmek için epeyi çırpınmıştı. Ama heyhat, bu çorbayla karın doymuyordu.
Nitekim kendisi de oralardan geçmiş, kurumunu eleştirenleri damarlarında Türk kanı bulunmamakla itham ediyor. İşte entelekti de zaten bu kadardı. Sokma akılla altı satır dünya analizi yapılabilir çünkü. Asıl derdini açık ediverdi sonunda. Asil Türk kanına sahip olmayanlar karşısında kahramanca savaşı sürdüren komutan.
Bu soysopçuluk, bu kan merakı karşısında kimse ona höt demeyecek; bunu da biliyor nasılsa.
Oylarımızla seçilmiş insanlara dağın yolunu gösterirken de haddini aştığını bir an olsun düşünmüyor.
Ey açılım konusunda ısrarlı olduğunu iddia eden hükümet erkânı!
Sen dağdakileri aramıza çağırmaya çalışırken emrindeki asker, meclisindekileri dağa kovuyor. Ona bakarken göğsü gururla kabarmayanların ırkından, kan grubundan dem vuruyor.
Açılım niyetinize bu halkı inandıracaksanız, önce askeri susturmak zorundasınız. Çünkü silahlı olanın kendisi için gerçekten sözün bittiğini anlaması, çenesini kapalı, kendini emirlere açık tutması şart.
‘Artık bir damla kan akmasın’ diyen kanıbozukların sizden talebi budur.

Etiketler: yaşam, siyaset
nefret