12/10/2023 | Yazar: Zülfukar Çetin
HIV pozitif mülteciler örneğinde vatandaşlık ve sağlık politikalarında Türkiye ve Batı müşterekliği

“Bence görünürlük sıfır. Mültecisin, LGBT+ kimliklerinden birine sahipsin bir de üstüne HIV’le enfektesin. Hiçbir şekilde görünür değil. Bana “açık kimlikli HIV pozitif bir mülteci tanıyor musun?” diye sorsalar, hiç bilmiyorum. Çünkü Türkiye’de özellikle Suriyeliler bundan üç yıl önce Suriyeli olduğunu söylemiyordu [...]. Lübnanlıyım, Ürdünlü ya da Katarlıyım deniyordu. Bence kimse Türkiye´de “HIV’le enfekte oldum” demesin. Çünkü aslında ayrımcılık daha giderek artacak.”
(B-Derneği Temsilcisi)
Sosyal bilimlerde vatandaşlık kavramının bugüne kadar genel geçer bir tanımı henüz olmadığı gibi, bu kavramın ülkeler arasındaki jeopolitik iktidar ilişkilerinden dolayı da nihayi bir şekilde tanımlanamayacağı iddia edilebilir. Çünkü vatandaşlık fikri ya da kavramı ülkeler arasındaki siyasi ilişkilerden dolayı sürekli değişen, biçim değiştiren soyut ve dinamik bir olgu olarak kendini gösteriyor.
Çeşitli vatandaşlık kavramlarını anlamak için, 2015’ten bu yana varolan Batı Avrupa göç, mülteci, sınır ve vatandaşlık politikalarının Türkiye'deki vatandaşlık, göç ve toplum sağlığı politikaları üzerindeki yansımalarına ve etkilerine odaklanmak istiyorum. Bunun için de Postkolonyal Teorinin önemli temsilcilerinden Stuart Hall'un "Batı ve diğerleri" (The West and the rest) kavramlarından yararlanacağım. Hall, kendi çalışmalarında vatandaşlığın net bir tanımını sunmayıp, daha ziyade, dünyaya dayatılmak istenen “Avrupalı kimliği” veya “Avrupa birliği” fikirlerini eleştirmiş ve “Avrupalı olmayan kimliklerin” küresel düzeyde uğramış oldukları çok yönlü ırkçı ayrımcılıklara odaklanmıştır. Hall, Batı'da vatandaşlık siyasetinin artık ulus düzeyinde yer almadığına, bunun yerine vatandaşlık ve millet kavramlarının Batı'nın sömürgecilik sonrası siyasetilerinin eserleri olduğuna ve bunların belli kriterlere göre sürekli yeniden tanımlanıp üretildiklerine işaret eder.
Bazen Avrupa’nın bir parçası, çoğu zaman da Avrupa’nın tezatı veya ötekisi olarak görülen Türkiye ile kendini hıristiyan ve bir batı kimliği üzerinden tanımlayan AB arasındaki güç ilişkilerini açıklayabilmek için, ilk olarak Hall'un “Batı” tanımına göz atıp ikinci bir adımda Batı Avrupa'nın göç, sınır ve vatandaşlık politikalarının Türkiye'nin vatandaşlık, göç-mülteci politikalarının üzerinde yarattığı etkileri anlamaya ve anlatmaya çalışacağım. Üçüncü bir adımdaysa Türkiye’nin, 18 Mart 2016 tarihli Mülteci Anlaşması nedeniyle AB için “Mülteci Kampına” döndüğünden, göç siyasetinde gerçekleştirdiği ayrımcı pratiklerine değinip, HIV+ mülteciler örneğinden Türkiye'deki göç politikalarıyla HIV/AIDS politikaları arasındaki kesişimleri ortaya koyacağım.
HIV ile yaşayan mültecilerin sağlığa erişim hakkına yönelik vatandaşlık hakları pratiklerini 2019 yılında EUROPACH araştırma projesi çerçevesinde alanda etkin olan öznelerle yaptığım problem odaklı mülakatlar yardımıyla araştırmıştım. Türkiye’de göç, toplum sağlığı, toplumsal cinsiyet, insan hakları ve ayrımcılık gibi gerek sosyal politikaları, gerekse toplum bilimlerini ilgilendiren konularda sosyal hizmet sunan, farkındalık çalışmaları yürüten, ötekileştirilmiş özneler için savunuculuk yapan bir çok sivil toplum kuruluşunun adını sayılabilir. Araştırmada Kaos GL, İnsan Kaynağını Geliştirme Vakfı, Pembe Hayat, Pozitif-iz, Pozitif Yaşam Derneği, HEVİ LGBTİ gibi savunuculuk yapan, araştırmalar yürüten, toplumda farkındalık yaratmaya çalışan, en önemlisi de dezavantajlı grupları/özneleri destekleyen kuruluşlarla yapılan iş birliği sonucu çeşitli uzmanlara, HIV+ kişilere, akademisyenlere ulaşabildim. Görüşmecilerin ismi ve soyismi, çalıştıkları veya temsil ettikleri kuruluşların ismi, bahsi geçen üçüncü şahısların isimleri tamamen anonim olarak kullanıldı. Bunun sebebiyse sadece kişisel verilerin korunmak zorunda olduğu araştırma etiği ilkesi değil, demokrasiden her geçen gün uzaklaşan, şiddetin her zaman meşrulaştırıldığı, temel insan haklarının herhangi bir öneminin kalmadığı politik atmosferdir de.
Stuart Hall'un “Batı ve ötekisi” teorisinin temellerine bağlı kalarak, Batı ve Türkiye’deki vatandaşlık kavramlarıyla ilgili olarak görüşmecilere kendilerini nasıl konumlandırdıkları soruldu. Bunun yanı sıra vatandaşlık konusu veya kavramı araştırma projesi için önemli bir role sahip olduğu için, Türkiye'deki vatandaşlık anlayışı genel olarak mülteciler ve özel olarak ise HIV ile yaşayan mülteciler örnekleri üzerinden görüşmecilerle tartışıldı.
Görüşmelerde sıklıkla sağlık, göç ve vatandaşlık politikalarının çetrefilli hali ile ve bunların AB siyasetiyle kesişmiş olduğu noktalara atıfta bulunuldu. Birçok özne AB ile Türkiye arasındaki Mülteci Anlaşmasına yönelik değerlendirmede bulunup, konu hakkındaki insanı ve politik tutumlarını eleştiriel bir tarzda sundular. Mülakatlarda tartışılan konuların ana başlıkları ise göç ve vatandaşlık politikaları, AB-Mülteci Anlaşması, HIV+ mültecilerin görünürlüğü ve sağlık hizmetlerine erişimiydi.
Batı ve ötekisi “The West and the Rest”
Stuart Hall Irkçılık ve göç araştırmalarında, kolonyal bir tarihe sahip ülkelerde ve Batı'da halen hâkim olan “ötekiler”, yani Batı’nın dışında kalanlar hakkındaki söylemleri, temsil politikalarını ve güç ilişkilerini inceliyor. Hall kolonyalizmin tarihinden yola çıkarak kutuplaşmış bir dünyadan sözeder. Buna göre dünya, batı merkezci bakış açısına göre bir “Batı”dan (the west) bir de batının dışında kalanlardan (the rest) oluşur. Bu kutuplaşmış dünya, Batı tarafından sürekli yeniden üretilir. Batı kendini üretmiş olduğu birtakım değerler üzerinden homojen bir birlik olarak tanımlanırken, dışında bıraktıklarına yani “ötekilere” olumsuz değerler yükleyerek onlara da homojen özellikler atfeder.
Hall, "Batı" terimini, farklı toplumları birbiriyle karşılaştırmak için bir model veya ölçek olarak kullanılan politik bir kavram ya da araç olarak tanımlar. Bu şekilde tanımlanan batı kavramı bizlere farklı toplumların birbirine ne ölçüde benzediğini veya birbirinden ne kadar farklı olduğunu ifade etmemizi sağlar. Buna göre Batılı olmayan toplumlar Batı'ya ne kadar "yakın" veya "ondan uzak" ya da batının bugünki gelişme seviyesinin neresine kadar geldiklerini söyleyebilirler. Batı terimi farklılıkları açıklamaya yardımcı olur; diğer toplumları hiyerarşik bir sıraya koyar, onların sahip oldukları ya da olmadıkları güçlerin değerlendirilmesinde genel geçer bir kriter olarak kendini gösterir. Bu bağlamda Türkiye'nin jeopolitik haritanın neresinde olduğu veya jeopolitik olarak nerede konumlandığı sorusu dünya siyasetinin “batılı” konjonktürlerine göre cevaplanabilir. Bazı durumlarda, mesela Suriye’den zorunlu göç hareketleri örneğinde olduğu gibi, Türkiye sadece Batılı ya da sadece Doğulu olarak tanımlanamaz, çünkü küresel iktidara sahip olan Batı, Türkiye’yi kendine ne bir dost ne de düşman olarak adlandırmak ister.
Genel olaraksa Türkiye Doğu, İslam ve geri kalmışlığın temsilcisi olarak görülürken, Batı da Batı, Hristyanlık ve modernliğin sembolü olarak kabul edilir.
Böyle bir kutuplaş(tır)manın gölgesinde (Batı) Avrupa ve ABD'nin Türkiye'ye yönelik yürüttüğü paradoksal politikalar var: Batı bir yandan Suriye kaynaklı göç hareketleri sonucu Türkiye’yi önemli bir güvenlik kapısı ve mülteci kampı olarak görürken, diğer yandan da tarihi iktidarını sürdürmek için kendini Batı’nın dışında veya eşiğinde kalanlardan, buna Türkiye de dahil, koruma çabasında. Türkiye’ye ABD ve Avrupa'nın dış güvenliği için oldukça önemli bir rol atfedilirken, aynı zamanda Batı'nın iç güvenliği için Türkiye ve Türkiye’den gelenler potansiyel bir tehlike ve tehdit olarak görülüyor. Böylece Türkiye jeopolitik ilişkilerde aynı anda hem Batı'nın öngörülemez bir tehdidi hem de vazgeçilmez bir ortağı olarak ortaya çıkıyor. Mevcut Avrupa mülteci ve göç siyaseti, bu paradoksal ve karşılıklı bağımlılıkları daha net hale getiriyor.
Küresel göç, sınır ve mülteci politikalarını daha yakından incelemek, Batı ve Türkiye'nin “vatandaşlık” anlayışlarını kavrayabilmek ve kavramsallaştırmak adına faydalı olabilir. “Vatandaşlık” sıklıkla bir “ırka”, ulusa, topluma, devlete ya da ülkeye ait olma ya da olmamayı ifade ettiğinden, AB'nin kendi vatandaşlarını ve diğer (uyruklu) vatandaşları nasıl tasarladığını ve ürettiğini, nüfus politikalarını nasıl şekillendirdiğini, “kendi” ve “öteki” vatandaşları(nı) toplum politikalarında hukuki ve sosyolojik olarak nasıl konumlandırdığını, batı merkezli üretilmiş olan sözkonusu “biz” ve “onları”tartışmak ve sorgulamak da anlamlı olabilir.
Araştırmann ana sorularından biri, farklı vatandaşlık kavramlarını incelemekti. Bu bağlamda, görüşmecilere Türkiye'deki vatandaşlık siyasetini nasıl algıladıkları ve anlamlandırdıkları sorulmuştu. Mesela A-STK temsilcisi A.A., Türkiye ile Almanya arasında bir uluslararası karşılaştırma yaparak yanıtlar:
A.A.: Almanya’nın da vatandaşlık yasası ırk temelli. Dünyanın neresinde Alman ırkından biri varsa doğal olarak o kişi otomatikman Alman vatandaşlığını elde edebiliyor. Türkiye’nin İskan Kanunu içinde Göçmen Kanunu var. Buna göre Türkiye’ye dışarıdan gelecek olanlar tekrar geri gidecekler diye kabul ediliyor. Ancak 1920’lerde çıkan kanuna göre Türk ırkından olanlar Türkiye’ye göçmen olarak gelebilir. Nüfus mübadelesi zamanlarında Türkiye dışından gelen insanların Türkiye’ye yerleştirilmesiyle alakalı bir vatandaşlık ve göç tanımı var.
Aynı soruya B-STK temsilcisi B.B., hem kesişimsel ayrımcılık hem de ayrıcalık pratiklerine dayanarak Türkiye’nin vatandaşlık anlayışını ve politikasını eleştiriyor. Mültecilerin durumuyla ilgili olarak, AB'nin Batılı olmayan diğer ülkelerle olan siyasi ilişkilerine atıfta bulunuyor ve AB’yi içinde bulunduğumuz birçok küresel sorundan sorumlu olarak görüyor.
B.B.: Türkiye’de vatandaş demek 25 yaşlarında, beyaz, erkek, Türk ve Sünni olmaktır. Bu kimliğin dışında kalan bireyleri yaşından, cinsiyetinden, mezhebinden, dininden, Türk olmayışından ya da Türklük dışındaki herhangi bir kimliğinden dolayı dışlayan ama aynı zamanda örtülü olarak da kendi içinde tutan bir vatandaşlık anlayışı. Bugün LGBT hakları üzerinde yürütülen linç kampanyaları var. Ayrımcılık kadınlar üzerinde yapılmıyor diyebilir miyiz? Bugün mültecilerin ve özellikle LGBT’lerin problemlerine bakınca aslında devletin tamamen kemikleşmiş bir yapısı olduğunu görürüz. Ve böylece insanlar sürekli sorunlara yaklaşıyor. Bu sorunsallık mültecilerden kaynaklanmıyor. Devletlerin ve özellikle Avrupa Birliği ile Türkiye gibi ülkeler arası kirli pazarlığın sebep olduğu sorunlar var aslında (…) Aslında bunların hepsi birbirinden bağımsız değil. Hepsi birbirinin içine geçmiş ve çetrefilleşmiş.
Sonuç olarak devletlerin ve AB gibi ulus ötesi yapıların kendi menfaatleri adına ayrımcılığa dayanan, ötekileştiren, bir yandan kurgulamış oldukları ve belli başlı kriterlere uygun olan “kendi” vatandaşlarına “vatandaş” muamelesi gösterirken, görüşmecilerin de değindikleri kriterlere “uymayan” öznelere, sadece vatandaş olmayı değil, insan olmayı da layık görmedikleri ortaya çıkıyor. Bu şekilde vatandaş ve insan “ol(a)mayanlar” şiddete, ve her türlü insan haklarının çiğnenmesine kronik olarak maruz kalıyor.
Türkiye’nin göç ve vatandaşlık politikaları
Türkiye'de göçün ve mültecilerin yasallaşması 1920'lere kadar dayansa da, ülke Suriye'deki savaştan bu yana özellikle büyük bir mülteci hareketi ile karşı karşıya kalmıştı. Resmi rakamlara göre 2019’da Türkiye'de toplam 3,7 milyon mülteci bulunmaktaydı. Çeşitli kuruluşlardan temsilcilerse 4,5 ile 5 milyon arasında resmi olmayan bir sayıdan bahsediyordu. Yoğun mülteci hareketinin bir sonucu olarak, Türkiye'de düzenli /düzensiz mülteci ve göçmenlerin muamelesi için yeni yasalar çıkarılmıştı. Örneğin, Geçici Koruma Kanunu'na göre mülteciler, üçüncü bir ülkede mülteci olarak kabul edilene kadar Türkiye'de ikincil ya da şartlı koruma altında alınacaktı. Yeni göç ve mülteci yasaları, insanları göç etme sebeplerine göre sınıflandırmaktaydı. Cenevre Sözleşmesi gibi uluslararası yasalar veya Geri Kabul Anlaşması gibi mevzuatlar mültecilerle ilgili yasal muamele konusunda önemli bir rol oynamaktaydı. Görüşmeciler ile yapılan mülakatlar mültecilerin aslında uluslararası düzeyde üzerinde pazarlık edilen ve kar ya da zarar getiren mal veya nesne olarak muamele gördüğünü gösteriyordu:
A.A. Nüfus ağırlıklarına göre bakıldığında bir tarafta 4 milyon mülteci var. Sivil Toplum Kuruluşu olarak biz onlara mülteci diyoruz. Ama Türkiye Cenevre Sözleşmesine coğrafi çekince ile imza attığı için, Türkiye’nin onlara mülteci dememe hakkı var. Çünkü Cenevre sözleşmesini bu şekilde imzalamamış. Türkiye doğudan gelen insanları mülteci olarak tanımam demiş. Zaten Cenevre Sözleşmesi ilk etapta Avrupa’daki nüfus hareketlerini düzenlemek amacıyla gerçekleştirilmiş. Türkiye de buna karşın “ben Avrupa’dan gelenleri mülteci kabul ederim” diyor. Bundan dolayı doğudan gelenlere Türkiye şartlı mülteci olarak kabul eder, [...] Suriye’den gelenler 3,5 milyona ulaşıncada bunlara geçici sığınmacı statüsü vermiş. Bu 4 milyonluk kesimi devlet vatandaş yapmıyor. Türkiye bunlardan en fazla 20-30 bin kadarına vatandaşlık vermiş.
Türkiye’nin 1967 yılında coğrafi koşul ile Cenevre Sözleşmesini imzalamış olması Uluslararası Af Örgütü gibi savunuculuk yapan kuruluşlar tarafından eleştirilse de ne Türkiye’den ne de Sözleşmeyi imzalayan diğer devletlerden bu eleştirilere verilen herhangi resmi bir yanıtın verilmemesi, hâkim vatandaşlık ve sınır (koruma) politikalarından bütün katılımcı devletlerin memnun olduğu varsayılabilir. Bu şekilde sınırlarda uygulanan şiddetlerin bitmemesi, denizlerde insanların boğulmaması, göç yollarında (cinsel) şiddetin, insan ticaretinin halen uygulanabiliyor olmasından her aktör ya da öznenin sorumlu olduğu da savunulabilir.
Sınır ve göç politikalarında karşılıklı bağımlılıklar ve AB-Mülteci anlaşması
Avrupa Topluluğu'nun yeniden yapılandırılması, 1992'de Maastricht Antlaşması ile AB'nin kurulması ve ardından 1997'de Amsterdam Antlaşması ile yalnızca ekonomik ve siyasi açıdan homojen bir Avrupa kurmak değil, aynı zamanda kültürel/kimliksel olarak da “Batı’da” istikrarın sağlanması amaçlanıyordu. Doğu Avrupa'ya yönelik yeni politikalarla aslında sadece sınırlar genişletilmemiş, aynı zamanda Bosporos’un öte yakasını geçmemesi gereken statik, sabit, değiştirilemeyecek bir Avrupa Birliği kurulmuştu.
AB ile Türkiye arasında imzalanan Mülteci Anlaşması, Batı ile Türkiye'nin sınır ve göç politikaları arasındaki ilişkileri, bunların arasındaki karşılıklı bağımlılıkları ve iktidar kavgalarını net bir şekilde açıklamakla birlikte, Stuart Hall’un tanımladığı “Batı ve ötekisi (batının dışında kalanlar)” terimlerini daha kavranabilir hale getirmekte.
Bu anlaşma, Yunanistan'ın temsil ettiği ve korumakla yükümlü olduğu AB'nin sınırlarını kapatmayı ve mültecilerin Suriye'den çıkışını önlemek için Türkiye sınırlarının daha sıkı denetlenmesini öngörüyordu. Türkiye, mültecilerin hareketini kontrol altına alacak ve Avrupa ülkelerine gitmek isteyenlere uygulanan yasakları uygulayacaktı. Dolayısıyla Türkiye'nin Frontex'i, yani Avrupa Birliği Sınır Güvenliği Birimini desteklemesi gerekiyordu. Böylece bir yandan AB ve Batı sınırları korunurken bir yandan da Suriyeli mültecilerin Türkiye’de kalmalarına ya da Türkiye'ye geri gönderilmelerine ve yaşamlarını tehdit eden koşullarda kalmalarına izin veriliyordu.
Mültecileri kendi sınırlarında barındırması karşılığında ise Türkiye'ye 6 milyar avro, AB katılım müzakerelerinin devamı ve Türkiye vatandaşlarının AB’ye vizesiz girişlerinin vaatleri de veriliyordu. Anlaşmada yer alan AB’ye vizesiz girişlerle ilgili maddeler Erdoğan hükümetinin 2016'da artan insan haklarını ihlal eden baskıcı politikası nedeniyle iptal edilirken, AB’ye giriş ile ilgili herhangi bir müzakerenin bu noktada mümkün olmadığı da beyan edilmişti.
AB, bu anlaşma ile “kendi” vatandaşlarının güvenliğini, “kendi” ekonomisinin ve siyasetinin istikrarını ve “kendi” nüfusunun refahını hedeflerken, Türkiye'den oralara gitmek isteyen ya da oralara “bir şekilde” ulaşmayı başaran mültecileri ve oralara gitmek isteyen ve oralarda on yıllardır yaşamlarını sürdüren, Türkiye vatandaşlarının refahını ve güvenliğini topyekûn göz ardı etmiştir. Bu nedenle, binlerce mültecinin Doğu Akdeniz'de boğularak hayatlarını kaybetmesi veya savaşlardan kaçmaya çalışırken göç yolllarında herhangi bir iz bırakmadan ortadan kaybolmaları tesadüf değildir. Şiddet içeren, savunmasız olan insanların ölümünü kolaylaştıran ve Frontex gibi bir aygıt ile pekiştirilen bu ölümcül sınır ve göç politikalarından “batılı olarak tanınan vatandaşlara” refah, güven, barış, sağlık gibi avantajlar sağlanırken, “batılı” olarak kabul edilmeyen vatandaşların karşı karşıya kaldığı ötekileştirmenin yanısıra açlık, fakirlik, soğuk, hastalık, ölüm, ırkçılık, cinsiyetçilik ve (cinsel) şiddet gibi sorunlara bir son verilmiyordu. AB kendi iktidarı, sınırları ve vatandaşlarının güvenliğini korumak üzere imzalamış olduğu bu anlaşma ile aslında Erdoğan hükümetinin lehine hareket ettiğini de gösteriyordu. Böylece AB, Erdoğan iktidarının insan hakları ihlallerine göz yumarken, insan haklarını iyileştirmesi konusunda talepte bulunmayı da pek önemsemiyordu. Çünkü AB için Erdoğan’la bir çatışma, Türkiye'nin Suriyeli mültecilere Batıya giden sınırlarını açması anlamına gelebilir ve kendini yine bir “mülteci tehdidi” altında lanse edebilirdi. Gerek AB’nin gerekse Erdoğan iktidarının farklı menfaatleri sonucu kısmen ötekileştirici kısmen şiddet içeren kısmen de uluslararası imzalanmış sözleşmelere aykırı vatandaşlık politikaları hem “orada” hem “burada” sürekli geliştirilip istenmeyen “vatandaşların” alehyine uygulanmıştır:
A.A.: Batı daha çok Avrupa’ya gelen, kaçak olarak gördükleri insanları Türkiye’ye nasıl gönderebiliriz diye düşünüyor. Bunun karşılığında biz Türkiye’ye 3 milyar Euro verelim diyor. Batı “Türkiye bunları tutsun, kaçırmasın, biz de (Batı) gelen herkesi geri gönderme fırsatını bulalım” diye planlıyor. Türkiye de buna karşılık vize özgürlüğü istedi. Her iki tarafın beklentisi farklı hale gelince de anlaşma da bence uygulanmaz hale geldi. […] Fakat Avrupa “bana hiç mülteci gelmesin” diyor. Çünkü Avrupa “ben steril biçimde çok rahatım, bunlar (mülteciler) beni hiç ilgilendirmiyor, onların ülkesindeki hadiseleri ben çıkarmadım, bu yüzden beni bu durumdan sorumlu olarak saymayın” diyor. “Bana gelmesine engel olun, tutun, ne yaparsanız yapın” diyor. Böyle sorumluluktan kaçmak mümkün değil. Yani Avrupa olarak sen siyasi olarak her şeyin içindesin, Suriye’deki olayların da içindesin. Ama orada bir olay çıkınca “aman benim bir günahım yok, bana mülteci göndermeyin” diyemezsin.
Mülteci anlaşmasının ölümcül sonuçlarına dikkat çeken B.B., AB'nin mülteci ve sınır siyasetindeki sorumluluklarını hatırlatarak benzer görüşleri beyan ederken, benzeri şekilde insan haklarına aykırı muamele gören, ölüm-kalım arasında mücadele etmeye zorlanan göçmenlerin bulunduğu bu trajik durumundan özellikle AB’nin sorumlu olduğunu vurguluyor.
B.B.: İnsanlar iç savaşlardan kaçıyor. Özellikle Ortadoğu’da yaşanan savaşlarda AB’ye üye ülkelerin hepsinin parmağı var. Ve onlar ellerinde bu savaşlardan kaynaklanan kanı taşıyorlar. Bugün hepsi bir yandan bir şeyi yıkıp bir yandan da bunun birden yeniden nasıl inşa edileceği derdinde. […]. Bugün Suriye iç savaşından sonra Suriyeliler nereye gittiler? Türkiye’ye geldiler, Ürdün’e gittiler, bir de Lübnan’a gittiler. Ama bugün baktığımızda bence şunu yadsımamamız lazım: Türkiye bu mülteci politikalarında diğer ülkelere göre önde. Tamam bu politikalar kâğıt üzerinde, işletilemiyorlar diyoruz, ama Türkiye’de bu konuda hiçbir şey yapılmıyor diyemeyiz. 3,5 milyon mülteciden bahsediyoruz. Hani evet olaylar yaşanmıyor mu? Tabii ki yaşanıyor. Özellikle ırkçılık üzerinden çok fazla şey yaşanıyor.
C-STK temsilcisi C.A. bu anlaşmanın ilk aşamasını anlatıyor, ardından Suriye'den gelen mültecilere umut ve destek veriyormuş gibi görünen AB'yi, mültecilerin hayatlarını hiçe saydığı ya da önemsemediği için eleştiriyor:
C.A.: Bu anlaşma en başta çok büyük umutlarla hayallerle duyulmuştu, [...]. Hem STK’lar hem devletler bazında bir şeyler değişecek ya da AB mülteciler konusunda daha çok sorumluluk alacak diye daha çok kendini ortaya koymuştu, öyle lanse edilmişti. Ama maalesef AB’nin yine sorumluluk almaktan çekindiğini görüyoruz. Genel anlamıyla Türkiye’nin hâlâ bir bariyer ülke olarak görüldüğü ve mültecilerin AB’ye ulaşmasının engellenmesi açısından Türkiye’deki mültecilerin desteklenmesi gerektiği lanse edildi. Yani şu anda bu anlaşma işlevsel değil. Mültecilerin kişisel olarak fayda sağladığını görmüyorum.
HIV ile yaşayan mültecilerin görünürlüğü
Görüşmeciler, Türkiye'de HIV ile yaşayan mültecilerin durumuna ilişkin farklı görüşleri savunuyor. Bazıları sağlık hizmetlerine ücretsiz erişimden olumlu bahsederken, bazıları da HIV ile yaşayan mültecilerin kurumsal ayrımcılığa maruz kaldığına dikkat çekiyor. HIV+ Mültecilerin gerek sağlık gerekse vatandaşlık politikalarında görünürlüğüne dair hiçbir tartışmanın yürümediği, bu öznelere yönelik savunuculuk çalışmalarının yetersiz bir şekilde destek aldığı veya hiç destek almadığı kurumsal ve toplumsal sorunlar arasında yer alırken, girişteki alıntıda dile getirildiği gibi, yaşadıkları çok yönlü ayrımcılıklardan dolayı görünmezliğe mahkûm olmaları görüşmecilerin işaret ettiği en önemli ortak sorunlardan. Bu sorunların yanısıra, özellikle lgbt+ ve pozitif bireylere destek veren kuruluşlarda imkânlar dahilinde HIV+ Mültecilere yönelik destek programlarından ya da niyetlerinden bahsetmek de mümkün:
B.A.: Türkiye zaten yarı sosyal bir devlet olduğu için (...) kaydı olan herhangi bir mülteci ücretsiz olarak ilaçlarını sağlayabiliyor. Zaten hani benim gözlemlediğim, benim danışanım olan, görüştüğüm HIV’le enfekte mülteci arkadaşlarım bu konuda hiçbir şey bilmeyen kişiler değildi. Aslında HIV’le enfekte olduktan sonra kişiler en başta bir şok ve kriz yaşıyor (...). Ama bu sadece mülteciler özelinde değil, Türkiye’de genel olarak insanlar böyle yani.
Aşağıdaki alıntıda C-STK temcilcilerinden C.B., Türkiye'deki HIV+ mültecilerle yaşadıkları deneyimleri anlatıyor. HIV ile yaşayan mültecilerin kendilerini çok boyutlu bir ötekileştirme sürecinin içinde bulduklarına dikkat çekiyorlar. C.B.’ye göre mülteciler “buradan olmayanlar” olarak ötekileştirilip, genel olarak hasta ve faydasız vatandaş olarak etiketleniyorlar.
C.B. Özellikle HIV’le yaşayan veya HIV riski altında olan mültecilerle test öncesi ve test sonrası danışmanlık, tedaviye erişim gibi konularda hukuki, psikososyal ve koruma hizmetleri veriyoruz. Mesela bir danışan test yaptırmadan önce geldiğinde uygun test zamanı ne zaman, testin pozitif anlamı nedir, negatif anlamının sonucu nedir, test sonucunun anlamı nedir anlatmaya çalışıyoruz. Bununla birlikte önce bir travmayı önlemeye çalışıyoruz. Bu mülteciler için bir travmadır: Çünkü zaten mültecisin, zaten mülteci olarak dil bariyerin var, statün muhtemelen normalın altında kalmıştır, nereye gideceğini ne yapacağını bilmiyorsundur, sosyal fobiyle, HIV fobiyle ya da mülteci fobiyle karşılaşabileceksin. Biz de onlara hep şunu söylüyoruz: “HIV öldürmez, önyargılar öldürür”. Çünkü aslında HIV’le yaşamak zor bir şey değil, bir ilaç alarak gayet sağlıklı yaşamaya devam edebiliyorsunuz. Ama biri sizin HIV’le yaşadığınızı öğrendiğinde sizin elinizi sıkmaktan çekinecek...
HIV pozitif mültecilerin sağlık hizmetlerine erişimi
HIV ile yaşayan mülteciler için tıbbi bakıma erişimin nasıl düzenlendiği ve Türkiye vatandaşları ile mülteciler için farklı kuralların olup olmadığı sorusu görüşmeciler tarafından benzer şekilde yanıtlanmış, sağlık hizmetlerine erişim belli koşullar altında Genel Sağlık Sigortası ile garanti altına alındığına dair ifadelerde bulunmuşlardı:
C.A.: Çünkü hastaneye gittiğinde bir kişi sigortası olmadığından bir ayrımcılığa uğrar sadece, Türkiyeli olsun ya da olmasın. Sigorta provizyonunuz aktifse bir Türkiyeli sigorta sahibiyle aynı muameleyi görüyorsunuz. Yani kayıtlı mülteciler sigorta kapsamında aynı şekilde ilaca erişime sahip. Eğer HIV pozitif mülteciler kayıtsızsa, hiçbir sağlık güvenceleri yoksa bizim de müdahale etmemiz çok zorlaşıyor.
Mülteciler tıbbi bakımdan ücretsiz yararlanabilseler de, hastanelerdeki sağlık personelinin kişisel tutumları nedeniyle “normal” vatandaş kavramına uymadıkları için ayrımcılığa uğruyorlar. Ancak B.A., vatandaşlık daha doğrusu uyruğu, cinsel kimliği veya diğer toplumsal konumları ne olursa olsun, sağlık sistemine kayıtlı olmak koşuluyla insanların en azından yasal düzeyde sağlık hakkına sahip olabildiğinin altını çiziyor.
B.A.: (...) Bir de HIV, toplumsal izolasyonu, yok görülme, hor görülme, aşağılanma gibi bir sürü şeyi getirdiği için, hani HIV ile yaşamak zaten zorken; mülteciler için bu zorluk ikiye veya üçe katlanıyor. Ama benim genelde gördüğüm, ilaçlarını kesinlikle düzenli kullanan, düzenli kullanmaya çalışan insanlar zaten bence LGBT+’lar. Onlar bu anlamda heteroseksüellere göre çok daha bilinçli bir düzeyde. Zaten LGBT+ olarak bir şeyleri çok daha önce öğreniyoruz. (...) Yani LGBT+’lar için HIV’i kabul etmek zor olmuyor ya da heteroseksüellere göre daha kolay oluyor. (...) Zaten günümüz tıbbi uygulamaları belli ve HIV artık günde tek ilaçla halledilebilen ve undetectable yani belirlenmeyen, bulaştırılamayan boyutuna gelmiş bir durumda. Yani insanlar bu konuda bir sıkıntı yaşamıyor ve Türkiye’nin de sağlık yasaları zaten bu anlamda bir sıkıntı yaratmıyor (…) Mültecilere ya da diger göçmenlere 99la başlayan TC kimlik numarası veriliyor. Böylece onlar Türkiye’de bulundukları sürece sağlık hizmetlerinden faydalanabiliyorlar. Türkiye’de zaten genel sağlık sigortası kapsamında ilaçlar ücretsiz. TC vatandaşlarına verildiği gibi onlar da ücretsiz olarak muayenelerini oluyorlar ve ilaçlarını alabiliyorlar.
Vatandaşlık ırkçı, heteronormatif ve neoliberal bir prodüksiyondur
2016 ve 2019 yılları arasında yapılan nitelikli araştırmada vatandaşlık nedir sorusu hakkında birçok sonuç çıkarılabilir. HIV ile yaşayan mülteciler örneğinde vatandaşlık nedir sorusu sorulduğunda, cevaplar genelde hep bir yöne doğru bir eğilim gösteriyordu. Bu yönde gerek ırkçılık gerek LGBTİ-Düşmanlığı, gerekse neo-liberal beden politikalarının aynı mekanizmaya ait farklı çarklar olduğu görülüyordu. Bu ırkçı, heteronormatif ve neoliberal-kapitalist mekanizmaların “gerekli” ve “gereksiz” vatandaşları seri şekilde ürettiği de HIV+ mülteciler örneğinde ifşa edilebilir. Vatandaş üretim sürecinde kimlerin hoş kimlerin nahoş görüldüğü, kimlerin kabul edilebilir, kimlerin kabuledilemeyeceği, kimlerin batılı (hoş) kimlerin doğulu (öteki/nahoş) olarak sınıflandırıldığı ve bu bağlamda kimlerin sürekli olarak ötekileştirildiği aşinadır. Vatandaş denilen özne ancak Türk ya da beyaz ise, heteronormatif yaşıyorsa, erkekliği yaşayıp empoze ediyorsa, güç sahibiyse, sınırlardan kolayca geçebiliyorsa, sınırlara takılmıyorsa, “sağlıklıysa”, HIV Pozitif değilse, üretken ise, fakir değilse, ya da fakirleştirilemezse, seçme ve seçilme lüksüne sahipse, kendini istediği dillerde ifade edebiliyorsa, kimliklerini sürekli açıklamak zorunda bırakılmıyorsa, vatandaş olarak kabul ediliyor ve diğer öznelerden farklı ayrıcalıklara sahip oluyor.
Kaos GL Dergisine ulaşın
Bu yazı ilk olarak Kaos GL Dergisinin HIV: Deneyimler ve Politikalar dosya konulu 190. sayısında yayınlanmıştır. Dergiye kitapçılardan veya Notebene Yayınları’nın sitesinden ulaşabilirsiniz. Online aboneler dergi sitesinden dergiyi okuyabilir.
*KaosGL.org Gökkuşağı Forumu’nda yayınlanan yazı ve çizimlerden yazarları ve çizerleri sorumludur. Yazının ya da çizginin KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki veya çizimlerdeki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.
Etiketler: insan hakları, mülteci, hiv