30/11/2023 | Yazar: Bengi Beng
Belli mağazalardan yiyip içmiyoruz veya belli sloganlarla paylaşımlar yapıyoruz diye kendimizi “sıramızı savmış” hissetmemizin uzun vadede değişim için yetersiz olabileceğini, kalıcı etkiler elde etmek için bir arada duramama haliyle mücadele etmemiz gerektiğini vurgulamak istiyordum.
Malumunuz, bir süredir burada ve sosyal medyada tüm kamuoyunu ilgilendiren/ilgilendirmesi gereken İsrail işgali, Filistinli soykırımı hakkında konuşuluyor.
Foruma giriş sebebim toplumu ilgilendirmesi gereken ama yeteri kadar eylem alanına sirayet edilemeyen bu konuda doğrusuyla yanlışıyla belli sözlerin üretildiğini görmekten heyecan duymam, bundan daha da fazlasına ihtiyacımız olduğunu vurgulamak istememdi.
Fakat tüm eleştirel yazılarla birlikte tekrar konu üstüne düşününce aslında olması gerekenin haklı şekilde tepkiye sebep olan yazının olduğu gibi paylaşılmaması, Kaos’un habercilik ilkeleri ışığında editöryal düzenlemeden geçirilmesi, yazar söylemleri üzerine düşünmeyi reddettiği, düzenlemeyi kabul etmediği takdirde yazının yayımlanmaması olduğu kanaatine vardım, kendi yazılarım için de aynı şekilde.
Nitekim burası evde karaladığımız günlüğümüz değil. Derneğin bu konudaki eksikliği, ilkelerine aykırı davranışı hakkında öz eleştiri vermesi gerektiğini düşünüyorum. Nitekim internet haberciliğinde belli ilkelerin olduğunu görüyoruz. İlkelerde insan haklarına aykırı metinlerin paylaşılmayacağı açıkça yazıyor.
“Haberde, hiçbir ırk, etnik köken, cinsiyet kimliği, cinsel yönelim, tür, yaş, görünüm, engellilik durumu, sağlık, politik görüş, inanç, yaşam tarzı, ekonomik ve sosyal düzeyi damgalayan, kınayan, küçük düşüren ifadeler bulunmaz.
Haber, söyleşi ya da röportajda konuşma ve demeçlerden yapılan alıntılarda manipülasyona izin vermez.”
Belli fikirlerin, sözlerin resmi makamlarca suç sayılmasına karşıyım, nitekim bu yasal düzenlemeler dönüp dolaşıp ayrımcılığa uğrayanları buluyor, esasında onların sözünü sansürlemeye yarıyor. Ülkede de bu ifade özgürlüğü meselesi konusunda epey zorluklar çekiyoruz, bu yüzden belli “tehlikeli sularda yüzen, hassas” konuların bir şekilde konuşulabilmesini önemli buluyorum.
Bu motivasyonla kendimi ifade etmeye çalışırken belli ilkeleri olan, güvenli addedilen bir alanda “Aman istediğimiz gibi konuşalım, herkes konuşsun, hele ayrımcılar daha da bağırsın” gibi bir anlama hizmet etmek istemedim, dönüp baktığımda buna katkı sunabilecek sözlerimin olduğunu görüyorum.
Tepki çeken yazıdaki fikir, evet, hakim bir ayrımcılığı, kolektif bir duyarsızlığı temsil ediyordu ama onun burada, güvenli alan iddiası, yayıncılık ilkeleri olan bir yerde yeri var mıydı? Nitekim biz bu forumdaki metinleri bu güvenli alan iddiasının yarattığı beklentiyle okuyoruz. Bir yazarın bile isteye veya fark etmeden ayrımcılık yaptığı bir metnin böyle bir alanda yeri var mıydı?
En başta konuşma ihtiyacımız yönünde ürettiğim söylemler üzerine tekrar düşününce bu ayrımcılık barındıran metni neden konuşma fırsatı için bir fitil olarak gördüm, asıl sorunun burada başladığını düşünüyorum.
Tabi ki kendi sorumluluğumu ve hatalarımı da göz ardı etmeden.
Yine de gazetecilik ilkeleri, güvenli alan politikaları ve benzeri konularda kulaktan dolma bilgilere sahip alan dışı bir insan olarak bir gazetecinin bu metni muhatap alarak duymak istediklerimi söylemesi bana “bu metin üzerine konuşulabilir” mesajı verdi ve böyle bir motivasyonla bu konu üzerine kendi sözlerimi ekledim, ayrımcı bir metni yaygınlaştırma amacım yoktu. Bu metni zaten eleştiriler olmasa okumamıştım bile.
Fakat benim amaçlarım veya niyetlerim dışında bir de dışarıda olup biten var. Medya manipülasyonlarıyla, tüm emperyalist devletlerin arkasındaki desteğiyle bir halkı yok etmeye çalışan bir devlet ve bu örgütlü ve “süper güçlü” şiddete karşı çaresizce debelenen, yanlış bilgiyle yanlış yönlendirilmeye çalışılan halklar. Bu insanlara doğru bilgilerin verilmesi, bu insanların doğru şekilde yönlendirilmesi bir medya kuruluşunun, hem de bir insan hakkı örgütü çatısı altındaki bir kuruluşun görevidir. Bir doğru bilgiyi iletmek için zaten en yaygın haldeki yanlış bilgiye tekrar yer verilmeli miydi? Sanmıyorum.
İsrail’e Hamas’ın saldırısının bir müzik festivali üstünden başladığı bilgisi bir yalandı. Müzik festivali baskını yazarın tüylerini ürpertmişti ama buna tüyleri ürperen yazarın Gazze’de binlerce kişinin evlerinde, hastanelerinde öldürülmelerinden herhalde haberi yoktu? Ya da o halk eğlenceli müzik festivalleri düzenlemediği için (tüh, elektrik suya bile zor erişirken festival düzenleyememişler demek ki) insanlarının topluca öldürülmesi herhalde önemli değildi. O gün Hamas İsrail’in farklı bölgelerine eş zamanlı saldırılar düzenlemişti. Bu bilgi hakim medyada da bir müzik festivali, yaşam tarzı meselesi olarak sunularak insanları yanlış yönlendiriyordu. Hamas’ın derdi kendi halinde eğlenen insanların yaşam tarzına limon sıkmak değildi, burada yetmiş beş yıllık koskoca bir işgal, toprak, bağımsızlık meselesi var.
Bu meseleyi şiddet yoluyla çözmeye çalışmak her şekilde kınanabilir ama zaten topyekün bir halk sırf Arap olduğu için tüm yaygın medya kuruluşlarında “barbar, eğlence, queer, kadın düşmanı” olarak gösterilip (pinkwashing) bu yalanlar bu halkın toplu kıyımını meşrulaştırmak için kullanılırken bu manipülasyona burada da yer verilmemeliydi. İsrail’in queerleri kurtardığı falan yok, İsrail queerleri ve ailelerini öldürüyor.
Bu yaygın yalan zaten biliniyordu, bu medya kuruluşu kendi bünyesinde bir yazar tarafından bu yalanın tekrar üretimine mahal vermeden bu bilginin doğru haline yer verebilir, bir gazeteci bunu en baştan haber yapabilirdi. Demek ki gerek görülmedi? Demek ki bu habere yer verilmesi için önce “yoğun tepkiye sebep olan” bir yazının yayımlanması gerekti.
Bu hareketin üzerine düşününce bende uyandırdığı intiba bu ve benzeri kurum ve kuruluşların üzerindeki “bazen insan hakkı savunucusu ol, bazılarına insan hakkı savunucusu ol” baskısının halen sürdüğü, “Burası queer derneği kardeşim, bunların burada ne işi var” gibi sözlerin gerçeklik zemininde bir karşılığı olduğu.
Oysaki ırkçılıkla, queerler de istismar edilerek pinkwashingle meşruiyet kazanmış bir soykırım elbette lubunyanın konusudur. Lubunyanın bunu gündem etmesi için kendi alanında bu karalama kampanyasına istemli veya istemsiz bir katkı sunulmasına ihtiyacı yoktur.
Yine de bu süreçte yayımlanan eleştiri maksatlı her metin bize farklı hakikatleri işaret etti ve faydalıydı.
Kendi öz eleştirime gelirsem, halihazırda süren bir soykırım varken sözlerime her zaman olduğunun katlarcası kadar dikkat etmem gerektiğini göz ardı etmem ve sözlerimi o anlık heyecanla, hoyratça salmam yanlıştı. Böyle önemli bir konuda kimsede yanlış bir intiba uyandırmak, kimseyi yanlış yönlendirmek istemem.
Tarafsızlığın Dayanılmaz Hafifliği yazısında da belirtildiği gibi ilk yazımda işgale tepkide tüketim tercihlerinin pek önemi olmadığını düşündüğümü, sorumlu tutuşların ardı arkasının kesilmediğini o şekilde ifade etmem ‘’zaten bizim derdimiz değil, kimse de bu konuda oturup düşünmesin, sorumluluk almasın’’ gibi bir mesaj olarak okunabilir, niyetim bu olmasa da. Halihazırda süren bir soykırımı palazlandırıyorsa o kahveyi içmemek bizim sorumluluğumuz.
Ki alanda yetkin gazetecilerin, akademisyenlerin, aktivistlerin paylaşımlarını gördüğümüzde boykotun soykırıma karşı kolektif tepkide etkili olduğu vurgulanıyor. Ayrıca boykot yalnızca ekonomik değil, akademik ve kültürel boykot türleri de mevcut. Bu hakikati bazen bize “sevmediğimiz” bir insan kesimi de haykırıyor olabilir, bir zahmet yine de gerçeği duyalım.
Bu tercihlerin önemini sorgulamaya açma sebebim aslında koca bir örgütsüzlük, kolektif bir yalnızlık hali içinde belli şeyleri tüketmeyerek bu konuda yeterli sorumluluğu almış hissetmemizin topyekün değişim, kalıcı çözüm için yetersiz olduğunu açığa çıkarabileceğimi düşünmemdi ama bunu ifade ediş biçimim yanlıştı. Büyük resmi görelim derken gördüğümüzü daha da bozmayı asla istemedim.
Sorumluluğun kimde olduğu üzerine yaptığım sorgulama ise örgütsüz, olan biteni izleyerek, tüketerek sürüklenmekten başka bir şey yap(a)mayan bir toplam olarak belli konularda kendi başımıza aldığımız sorumlulukların etkisinin kısıtlılığı ve bunun farkındalığı ile birbirimize temas etme, kolektif tepkiler üretme ihtiyacımız üzerine düşebileceğimizle ilgili düşüncelerimdi. Belli mağazalardan yiyip içmiyoruz veya belli sloganlarla paylaşımlar yapıyoruz diye kendimizi “sıramızı savmış” hissetmemizin uzun vadede değişim için yetersiz olabileceğini, kalıcı etkiler elde etmek için bir arada duramama haliyle mücadele etmemiz gerektiğini vurgulamak istiyordum.
Fakat tüm bu örgütsüzlük üzerine eleştiri vermeye çalışırken “Ne yapalım zaten geniş kitlelere yayılmış örgütlü bir hareket yok, kendi halinde insanlar da bilememişler, yazıktır yesinler, içsinler işte, afiyetler olsun” gibi bir anlam çıkmasına sebep olan sözcükleri nasıl bir araya getirdim, aymazlığıma sağlık, bir de editöryal düzenlemenin yokluğuna diyeyim.
Kısıtlı direniş yöntemlerinin yetersiz olabileceği üzerine fikir yürütmek isterken hakikatin manipüle olmasına katkıda bulunmak en büyük hüsranım olur, eğer bir kısım kişileri bu sözlerimle yanlış yönlendirdiysem özür diliyorum ve dilimin döndüğünce hakikati açığa çıkarma sorumluluğunu duyduğumu belirtiyorum.
Tepki gören yazarı “incinmiş” olarak niteleme sebebim lubunya olmasıydı. Günümüzde lubunyalık bir kişinin sırf varoluşundan ötürü ayrımcılığa uğramasına sebep olan bir kimlik ve lubunyalara uygulanan ayrımcılık ile ırksal ayrımcılık aynı kaynaktan besleniyor. Hakim ideoloji, Butler’ın felsefesinde de ifade ettiği gibi “hangi hayatların yasının tutulabilir, hangi hayatların yasının tutulamaz” olduğuna karar veriyor ve bu ideoloji biz lubunyaları nefret nesnesi haline getiren ideolojiyle aynı. Kapitalist, sömürgeci, ırkçı, sağlamcı, insan merkezci patriyarka. Fakat belli bir ayrımcılığın nesnesi olan bir birey her ayrımcılık türünün birbirinden nasıl beslendiğini anlayamayabiliyor.
Bir lubunyanın bunu halen, bunca farkındalık çalışmasına rağmen farkına var(a)mamasının hakikati bilenlerin bir şekilde kendisine temas edememesinden kaynaklandığını düşündüğüm için yazarı bilmeyen, örgütlenmeye ihtiyaç duyan bir konumda tuttum.
Zira kendisine yönelen nefret ile aynı kaynaktan beslenen başka bir nefrete bir lubunyanın bile isteye ortak olabileceği fikri beni hüsrana uğratıyor. Fakat bunu ifade etmeye çalışırken aşırıya kaçıp “bir halkın sömürgeci politikalarla bile istene katli umrumda değil, salın beni kahvemi içeyim” gibi bir fikri destekliyor gibi göründüğüm kısımlar olmuş, bunu ancak aldığım geri dönütler ile fark edebildim.
Duyarsızlığı ve yanlış bilgi iletmesi sebebiyle onca tepki gören yazarın ise ikinci yazısında bu eleştirilere hiçbir yanıt vermeden queerlere yönelik nefret söylemiyle ilgili bir araştırmayı paylaşması bana tekrar “Biz alanı açalım, kendi aramızda tartışalım, su akar yolunu bulur” fikrinin ne kadar işlevsiz olduğunu gösterdi.
Yazar kendine öylece açılan alanın cesaretiyle ikinci bir hamlede bulunuyor, bir lubunya olarak bir kesim tarafından kendine yöneltilen nefretin buranın konusu olduğunu ama sistematik olarak yok edilen bir halka kendisi tarafından yöneltilen ayrımcılığın buranın konusu olmadığını vurguluyordu. Hiçbir özeleştiride bulunulmadan ileri sürülen salt yönlendirme ve güvence talebinin ise “linç yememek” için kendini koruma isteğiyle yazıya kondurulan bir sitem olduğu anlaşılıyor. Sanki Kaos’a söylenen “Bak senin için o kadar içerik ürettim, senin alan açtığın bir içerik yüzünden linç edilirsem de beni koruyuver” gibi bir mesaj.
Bir lubunya bir halka yöneltilen şiddete yönelik duyarsızlığını açıkça ilan ederken köklü bir insan hakkı örgütü buna işaret etmeden ona “Konuş lubunya, hakkın” dememeli. Bu alanı var eden dernek yetkilileri böyle durumlarda yazarlara gerekli bilgilendirmeyi yapmalı, ısrarcı olunuyorsa da bunlara alan açmamalı. Buna istemeden katkım olduysa, bu yanlış alan açma politikasını desteklemiş olduysam özür dilerim.
Evet bu konu burada konuşulmalıydı ama bu şekilde değil. Yıldız Tar, lubunya derneklerinin, STK’ların İsrail işgaline tepki, Filistin halkına destek metinlerini yine derlemeliydi, İsrail ve destekçilerinin queerleri de istismar ettikleri tüm pinkwashing politikalarına rağmen ırkçılığa, soykırıma, işgale karşı mücadele neden lubunyanın da mücadelesidir, açıkça anlatılmalıydı, hakim olan yanlış bilgilere eleştiride bulunmak, doğruyu açığa çıkarmak için değinilmeliydi ama bu şekilde değil.
Şimdi tekrar soralım, Filistin’i savunmak ne demektir?
Peki bu konu sağlıklı bir zeminde, örtülü veya açık bir ayrımcılığa alan açılmadan konuşulsaydı ne denebilirdi?
Bir lubunya için Filistin’i savunmak ne demektir?
Bir lubunya için Filistin’i, Rojava’yı, işgal altındaki, varlığı tehdit altındaki halkların tümünü savunmak, aslında işgalci devletlere ve sömürgeci politikalara karşı halkların yaşam hakkını, kendi kaderlerini tayin etme hakkını savunmak kendini de savunmak demektir. Bir lubunya bir insanın içine doğduğu ırkı, etnisitesi, coğrafyası sebebiyle en başta yaşam hakkı olmak üzere en temel insan haklarının kendisinden çalınmasının; bir lubunyanın içine doğduğu cinsellik ifadesi sebebiyle en başta yaşam hakkı olmak üzere en temel insan haklarının kendisinden çalınması ile aynı nefret, sömürge politikalarının sonucu olduğunu bilmek, kendi kurtuluşu için de bu mücadeleye ses vermek zorundadır.
Bir vegan için Filistin’i savunmak ne demektir?
Bir vegan için Filistin halkını savunmak, işgalci İsrail devletine karşı durmak yeryüzündeki tüm canlılar için topyekün eşitlik ve özgürlüğü savunmanın zorunlu bir sonucudur. Bir vegan işgalin, savaşın, sömürgeci devletlerin bitmek bilmeyen aç gözlülüklerinin, yok edici varlıklarının aslında tüm canlıların yaşam hakkına tehdit olduğunu bilmek, bunu kabul etmek zorundadır.
Bir kadın+ için Filistin’i savunmak ne demektir?
İşgalci, sömürgeci devletlerin istedikleri topraklara “özgürce girebilmesinin” istedikleri toprakları “özgürce zapt edebilmesinin” meşruiyetinin altında tecavüz kültürünün olduğunu bilmek, toprakların zaptı ile bedenlerin zaptının aynı ayrılıkçı, işgalci, yok edici zihniyetin ürünü olduğunu yüksek sesle söylemektir.
Bir halk için Filistin’i savunmak ne demektir?
Devletlerin işgal, sömürge, yok etme politikalarının sokakta aynı mahallelerde yaşayan, birbirinden alışveriş yapan, birbirinin dilini öğrenen kendi halinde halkların gerçekliği ile alakalı olmadığını, savaşın, işgalin her zaman, her koşulda bazı devlet büyükleri ve bazı büyük iş “adamlarına” yaradığını bilmek, savaş ve işgalin aslında komşunun, sevgilinin, arkadaşın, beraberce çok sesli yaşamın yok edilmesi, topyekün tüm halkların kültürel, ticari, sanatsal ve benzeri tüm beşeri faaliyetlerinin sekteye uğratılması olduğunu bilmek, devlet yetkililerinin “halkımız için” söylemlerinin tarihte de birçok kez doğrulanmış bir yalandan ibaret olduğu gerçeğini unutmamaktır.
Bir insan için Filistin’i savunmak ne demektir?
Kendisi gibi her insanın bu dünyada tek derdinin olduğu kadar yaşayıp gitmek olduğunu, büyük büyük sözlerin, büyük büyük nefret kampanyalarının ardında insanlığını unutmuş üç beş kodamandan başka bir şeyin olmadığını kendine hatırlatmak, en temelde insan olma deneyimini yeryüzündeki tüm insanlarla paylaştığını unutmamaktır.
Kesişimsellik hayatidir
Günümüzde her ne kadar bundan kaçsak, bundan “rahatsızlık duysak”, bunu “gereksiz” bulsak da topyekün kurtuluş ve insan haklarının her insana koşulsuzca tesisi için kesişimsellik denen şeyin hayati olduğunu anlamalıyız.
Kendimizi çoğu zaman tek bir acının öznesi olarak konumlasak ve ne kadar o konumda kalmak istesek de hakikatin karşımızda apaçık durduğunu ve “biraz insan hakkı savunucusu, bazen insan hakkı savunucusu, bazılarına insan hakkı savunucusu olmanın” uzun vadede kimsenin gerçek anlamda hak ve özgürlüklerine erişememesi anlamına geldiğini kabul etmek, bu gerçekle hemhal olmak, bu gerçekten dersler almak zorundayız.
Son olarak
Bu konuda kendimi ifade etmeye çalıştığım bu süreçte yanlış ifadelerimin olduğunu kabul etmek ve tekrar özür dilemekle birlikte son olarak beyaz ahlaka sahip olmadığımı tekrar vurgulamak isterim. Beyazların sömürü, işgal ve zulüm, yok etme, unutturma ve tüm bunları bir güzel aklama üzerine inşa ettiği küresel medeniyetten tiksiniyorum.
Beyaz falan değilim ama affedersiniz ben Türk’üm. İlk iki yazımda fikirlerimi beyan ederken “uzak bir coğrafyadan bahsediyor olmanın rahatlığı” ile hadsizliğe varan ifadelerde bulunmamın Türk kimliğimle ilgili olduğunu düşünüyorum. Özellikle Jiyan’ın eleştirisi bu konuda epey zihnimi açtı, kendisine teşekkür ederim.
İsrail işgali üzerinden temassızlığımızla, birbirimizden bihaberliğimizle bir zulme “yeterli tepkiyi gösteremememizden” bahsederken bile en başta işgale karşı duyarsızlığa açık tepkimi koymamam, hatta zaman zaman bu duyarsızlığı destekler görünen ifadelerim Türkiye’de işgalci, sömürgeci politikaların sonucu olan tahrip edilmiş hakikat dayatmasıyla zihnimin uzun süre meşgul bırakılmasıyla ilgili olabilir.
Ben o okullara gittim, anadilimle o okullarda eğitim aldım, o bayrağın altında istiklal marşları okudum. Tüm bunlar kirli bir ayrıcalık. İşgalci bir devletin misafir koltuğunda bana sunduğu bir gıdım ayrıcalık. Şimdi bu metni bile geçmişte edindiğim kültürel sermayemle, anadilimi rahatça her yerde duymanın, okumanın verdiği esenlik haliyle yazabiliyorsam, bu da bir ayrıcalık.
Ben Trakya’da bir kasabada büyüdüm, çevrede “halk arasındaki konuşmalarda” aslında Kürtçe diye bir dilin olmadığı, Kürtçenin Arapçanın bir uyarlaması olduğu, Kürtçenin sonradan uydurulduğu yalanları söyleniyordu ve bu durum bende merak uyandırıyordu. “Aslında o dil yok diyorlar ama demek ki başkaları o dil var diyor. Bu bir ihtilaf”. İçime o ilk tohum serpilmişti fakat okulda, evde Kürt kimliği ile ilgili mutlak bir sessizlik vardı. Odadaki fili düşünme!
Üniversite için İstanbul’a gelene kadar da gerçeği olduğu gibi duyamadım, göremedim, benim ihmalim, duyarsızlığımın da payı vardır elbet. Yurtta karşılaştığım Kürt bir arkadaşımın Kürtçe yazılmış bir şiir kitabı taşıdığını görünce sarsıldım. Kürtçe diye bir dilin olup olmaması şöyle dursun, bu dilde yazılan şiirler var! Bunu çok geç bir yaşta öğrenmekten utanç duyuyorum fakat şunu da biliyorum, bana kendi dilimle öğretilen “dersler de” öyle hakikati anlatmaya pek meraklı değildi. İşgal, sömürü, asimilasyon, zorla yerinden edilme, sürgün, soykırım demiyordu. Varsa yoksa fetih, savaş, zafer, yenilgi.
Bazı halkların bazı sömürgecilerin çıkarları için hem fiziken hem kültürel anlamda yok edildiğini, susturulduğunu, “Kürdistan yoktur!” diye bağıran koca bir sessizliğin içinde çok geç öğrendim. Lubunya olduğumu da öyle. Bu işgalci, yok edici zihniyetin bir parçası olmak istemiyorum; Türkiyeli olmanın, bu topraklarda adilce birlikte yaşamanın imkanları peşinden koşmayı da sorumluluk biliyorum.
Olup bitene tekrar baktığımda kendime söylediğim “Bengi, sence örgütlere olan genel tepkini, temassızlık meselesiyle ilgili düşüncelerini, etkili eylemler için bir araya gelmeye, konuşmaya dair genel ihtiyacı başka bir yerde, başka bir bağlamda, başka sözlerle ifade edemez miydin?” oluyor.
Bu noktada farkına varabildiğim kadar bireysel eksikliklerim, duyarsızlıklarım, içselleştirilmiş ayrımcılıklarım üzerine düşünmüş ve olabildiğince özeleştiride bulunmaya çalışmış olsam da “insan hakkı savunucusu” bir örgüt olan Kaos GL’nin de kendi ilkeleri üzerine düşünmesi, özeleştiri vermesi, bu ilkelerin etkin şekilde uygulanması için çalışmalar yapması gerektiğini düşünüyorum. Derneklerin ilkesizliği, işlevsizliği ile ilgili dert yanar dururken yine böyle bir ilkesizliğin sebep olduğu sürece dahil olmamın şokunu yaşıyorum. Stokholm Sendromu diyebilir miyiz? Yine de bu süreçte yayımlanan her eleştirel metin bize farklı hakikatleri işaret etti ve birçok kişi için faydalıydı.
Gerçekten anlama kavuşabilecek tartışmalar yürütebileceğimiz, güvenli alanlarımızı koruyabileceğimiz mücadele ve dayanışma dolu günler dilerim.
*KaosGL.org Gökkuşağı Forumu’nda yayınlanan yazı ve çizimlerden yazarları ve çizerleri sorumludur. Yazının ya da çizginin KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki veya çizimlerdeki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.
Etiketler: yaşam