23/12/2008 | Yazar: Yasemin Öz

‘Özür Dileme’ kampanyasının başlamasının ardından konuya ilişkin pek çok farklı tepki ortaya çıktı.

‘Özür Dileme’ kampanyasının başlamasının ardından konuya ilişkin pek çok farklı tepki ortaya çıktı. Meselenin günlerdir gündemden düşmemesi ve tepkilerin küfür, hakaret, tehdit ve ‘vatan haini’ ilan etme boyutuna taşınması dahi, ‘Ermeni’ meselesinin ‘Türk’ler için hâlâ ne denli tabu olduğunu göstermeye yetiyor. Yasemin Öz, neden özür dilediğini yazdı.



Özür dileme kampanyasına katılanlardan biri olarak öncelikle şunu söyleyeyim, kamuoyuna ‘Aydınların başlattığı özür dileme kampanyası’ olarak yansıyan kampanyadaki aydın sıfatını üzerime alınmıyorum. Aydınlanmak ciddi bir emek ve derinlik gerektiren bir durum olduğundan, var oluşa dair bu kadar az şey bilirken kendimi de, bir başkasını da aydın olarak tanımlamak haddini kendimde görmüyorum. Kendimi ne aydın ne de beni başka insanlardan ayıracak herhangi bir sıfatla tanımlamıyorum. Zaten kampanyayı başlatanlar dahi bu kelimenin yalnızca ilk anda kullanılıp geri çekildiğini, bunun da talihsizlik olduğunu düşünüyorlar bildiğim kadarıyla. Neyse ben makro kozmosun içindeki herhangi bir mikro kozmos olarak imzaladım bu metni. Yani evrenin içindeki ufacık bir zerrecik olarak; diğer zerreciklerden kendimi üstün görmediğim ve diğer zerreciklere verilen zararı kabullenmediğim için. Kendi adıma, köklerim, atalarım adına Ermenilerden şahsen dilemem gereken bir özür yok bildiğim kadarıyla. Yarı Yörük yarı Çerkez’im sanırım ve bu toprakların ‘asıl sahibi" ilan edilen ‘Öz be öz Türk’ ırkına mensubum. Sünni mezhebe mensup bir ailenin içine doğdum, dinle pek bağımız olmasa da iktidardaki mezhepten geliyorum. Bu durumda bizleri vatan haini ilan edenlerin bakış açısına göre, bu topraklar üzerinde sanırım en az onlar kadar söz söyleme yetkisini tarafıma devretmiş durumdalar. Ben bu ülkede pek çok kadının sahip olamadığı bir şansa eriştim ve iyi-kötü bir eğitim aldım, kapitalist bir ekonomide ne kadar bağımsız olunabilirse o kadar bir ekonomik bağımsızlık kazandım. Yani kadın ve eşcinsel olmasam gayet tuzu kuru bir durumda olabilirdim ve kendimi yaşadığım toprakların tek ve mutlak hâkimi sayarak yaşamam da oldukça kolay olurdu sanırım. Üstelik atalarımın yaşadığı coğrafyada Ermeniler değil Rumlar yaşadığından, atalarım şayet bir zulüm etmişlerse Rumlara etmişlerdir. Bu durumda şayet özür dileyeceksem Rumlardan özür dilemem daha mantıklı gibi, özür kampanyasına gelen itirazlara bakınca. Şimdi ben durduk yere niye üstüme alınıp Ermenilerden özür diliyorum değil mi?

Aslında şahsen pek az insana özür borcum olduğunu düşünüyorum. Fırsat bulduklarımın tamamından özür dilemişimdir. Kalanlar da ölmeden kısmet olur umarım. Bu dünyada bilerek hiçbir varlığa zarar vermemeye çalıştım. Ne bitkilere ne hayvanlara bildiğim kadarıyla eziyet etmedim ama mutlaka zarar vermişimdir bu gezegene. İnsan ilişkileri daha karmaşık ama kalbini kırdıklarımdan dolayı da en azından üzüntü duymuşumdur. Kul hakkı yemek ise benim için bir çizgidir. Kul hakkı yediğime de eminim, en azından başkalarının sahip olmadığı olanaklara sahip olduğumuz için mutlaka yiyoruzdur birilerinin hakkını ama bunu da sahip olduklarımızı maddi ve manevi paylaşarak telafi etmeye çalışabiliriz. Bu durumda neden özür dilediğim meselesi iyice karmaşık ve anlamsız bir hal alıyor itirazların mantığına göre.

Ama ben Ermenilerden dilediğim özrü onlara özür borcum olduğu için dilemedim. Benim için bu özür "Yaşadığınız acıyı yüreğimde hissediyorum ve bunun için üzüntü duyuyorum" demekti. Özür borcu olan varsa o da şiddeti, zulmü yaratandır. Ve Ermeni tehcirin sorumlusu Osmanlı devleti ile onun halefi olduğu iddiasındaki Türkiye Cumhuriyeti devletidir. Ama devletler soyut varlıklar değildir, devletleri o devlete vatandaşlık bağı ile bağlı vatandaşlar oluşturur. Öncelikle bir zamanlar başkalarının da yaşadığı bu topraklarda yaşayan bir vatandaş olarak üstüme alınıyorum özür meselesini. Çünkü bu özür benim için "Biz kardeşiz ve kardeş olmaya devam edebiliriz, hâlâ birbirimizin türkülerini söylüyoruz, hâlâ Anadolu’nun geleneksel kıyafetlerini giyiyoruz, hâlâ birbirimizden öğrendiğimiz yemekleri pişiriyoruz" demektir, ‘Bunları yapmadan da kardeş olabilirdik ama üstüne üstlük birbirimize bağlıyız hâlâ’ demektir ve barış için el uzatmaktır.

‘Ermeniler neden bizden özür dilemiyor’ itirazlarına gelince, benim uzattığım aynı eli Ermenilerin uzatıp uzatmamasından ben sorumlu değilim, ben kendimden sorumluyum, en azından bu eli uzattım, vicdanen rahatsız olduğum bir acıya tanık olmaktan dolayı kendi yapabildiklerimi yaptım derim.

Evet, 1. Dünya Savaşı ve sonrasında pek çok millet birbirini katletti, Türkler de elbette katledildi, hâlâ da dünyanın pek çok yerinde birbirimizi katletmeye devam ediyoruz. Bu savaşların hiç birinde fiilen yer almadım ama o savaşlara giden fonlarda benim de payım var. Hayatım boyunca kimseye tetik çekmedim. Ama bazen tetiği çeken biz olmasak da kafamızda o tetiği çekiyoruz. Seyrederek, ses çıkarmayarak, korkarak, nefret ederek… Ben kimseye tetik çekmek istemiyorum, ne kafamda ne de gerçek yaşamda. Ermenilerin çektiği acıya yanan yüreğim, askere gidip cenaze olarak gelen gencecik çocuklara da yanıyor, dünyanın her yerindeki savaşlara katılmak zorunda kalanlara ve savaşın mağduru olanlara da. Bu savaşlar aslında savaşlara katılanların değil, savaşlardan rant elde edenlerin savaşı çünkü. Birileri kumandaya basıp kendi çıkarları ve rekabetleri uğruna bu çocukları kendilerinin olmayan bir savaşta acımasızca ölmeye mahkûm ediyor.

Ben yaşadığım toprakları da, dünyada gördüğüm ve görmediğim yerleri de seviyorum. Doğanın eşsizliğine ve çeşitliliğine hayran kalıyorum. Birlikte yaşadığım insanları ve diğer canlıları da seviyorum. Nerede yaşarsam yaşayayım çevremi severdim, insan çevresini sevmeden, onunla uyum tutturmadan mutlu olamaz çünkü. Irk diye bir şey olmadığını düşünsem de hangi ırktan, dinden, cinsiyetten geldiğimin benim için bir önemi yok. Dünyadaki kısa konukluğumda kalbimden geçen doğru neyse onu yaşamaya çalışırım, başka bir kural, başka bir sınır beni bağlamaz.

Ben Cumhuriyetçi denebilecek bir ailede yetiştim ve bir kaç yıl öncesine kadar bana öğretilen ezberlerle "Ermeniler de Türkleri öldürmüş" diyordum. Bugün de böyle düşünüyorum, savaşmak böyle bir şeydir zaten, insanlar birbirini öldürür. Ama yaşamımda bir şey değişti bir kaç yıl önce. Tamamen tesadüfen Ermeni tehciri sırasında çekilmiş siyah-beyaz bir fotoğraf gördüm. Bir kadın, kucağında bebeği, tozlu yollarda yürüyor, otantik Anadolu kıyafeti giymiş. İfadesiz bir yüz, korku, öfke, yorgunluk gibi tanımlayacağım bir duygu yok yüzde. Başkaları da var o fotoğrafta. Belki o fotoğraf tehcir sırasında bile çekilmemiştir, bunun da bir önemi yok. Çünkü o fotoğraf o ana kadar anlayamadığım bir duyguyu anlamama neden oldu. O fotoğrafı ilk gördüğümde yüreğimle ağladım. Bir insanın kendi toprağı, yurdu bildiği bir yerden, çevresinden, sevdiklerinden, alışkanlıklarından koparılarak bilinmez bir başka toprağa doğru belirsiz bir yolculuk yapmasının ne demek olduğunu düşündüm. ‘O anne ben olsaydım, çocuğumu nasıl koruyacağımı bilmeseydim, nasıl endişelerle yürürdüm o yolu’ diye düşündüm.

İşte bence insanlık birbirine ettiği bu zulümden dolayı, birbiriyle savaştığı, göçe zorladığı, tecavüz ettiğinden dolayı, buna tanık olup bir şey yapmamış olmasından dolayı kendisinden ve diğerlerinden özür dilemelidir. Bu zulüm bitinceye dek özür dilemeye devam etmelidir. Özrümün nedeni budur. Ben kendimden sorumluyum, ancak kendi adıma yapabilirim bunu, başkalarını elbette buna zorlayamam. Özür dilediğim için bana hakaret de edilebilir. Bunu da umursamıyorum. Başka birinin hakareti beni değil kendisini bağlar.

Ama bizleri vatan haini ilan edenlere bir itirazım var yalnızca kendi adıma. Benim için vatan dikenli tellerle sınırlandırılmış ve başkaları girdiğinde namusumu kaybedeceğim bir yer değildir. Benim için vatan doğduğum köydür, onun kurumuş çayları, dağları, gölleri, bağları, oraları gezerken yaşadığım doğa güzelliğidir, yeşilliğine, mavisine bakarken doğanın ne eşsiz ve çeşitli olduğunu algılamamdır. Vatan dikenli teller değil, içinde tüm canlılarla birlikte yaşanılan yurttur yani. Benim yurdumda sığabilecek kadar çok canlıya yer vardır. Ve ben o yurdu seviyorum. Bana hain demeniz sizin içinizi rahatlatabilir ama benim kim olduğum gerçekliğini değiştirmez.

Cem Karaca’nın bir şarkısı vardır "Çok yorgunum, beni bekleme kaptan/ Seyir defterini başkası yazsın/ Çınarlı, kubbeli, mavi bir liman/ Beni o limana çıkaramazsın" der. Yurdumdan sürülmedim ama bu şarkıyı her dinleyişimde yurdundan sürülen bir insanın acısını içimde duyarım. Bu özür yurdundan sürülen insanların acısını anlamaktır.

Aslında bu özrü benim değil, bunu yaratan ve bundan yarar sağlayan devletlerin dilemesi gerekiyor biliyorum. Ama devletlerin buna yanaşmayacağını bildiğimiz için bu özür öncelikle bu topraklarda hâlâ yaşayan Ermeni vatandaşlara, ‘Sizin de en az benim kadar bu topraklarda güvenlik içinde yaşamaya hakkınız var, artık bu kâbus kaybolsun ve uyanalım birlikte’ demektir. Kaybedecek bir Hrant Dink’imiz daha kalmadı çünkü. Diğer yandan bu özür, başka topraklarda yaşayan kardeş bir halka selam göndermek ve barış için bir adımdır benim için. Umarım tüm savaşan ve savaşmış halklar bir gün birbirinden bu özrü diler. İnsanlık tarihi hiç bir devlet sınırının sonsuz ve mutlak olmadığını gösteriyor, sınırlar için yapılan kavgalar sonucunda da kimsenin kazanmadığını. Bir gün muhtemelen ne Türkiye ne de Ermenistan olmayacak. Ama insanlık bu devletleri tarih dersleri içinde okurken dahi barış hâlâ insanlığın umudu olarak kalacak bence. Çünkü asıl olan insanları birbirinden ayıran sınırlar değil onları bir araya getiren kardeşlik duygusudur. Eğer o kardeşlik duygusuna küçücük de olsa bir katkısı olacaksa ben dilerim bu özrü. Dileyen hakaret etmeye devam edebilir.

Son olarak, kendi adıma bu kampanyanın özür dileme formatı dışında tasarlanmasını, Türkler ve Ermeniler olarak birlikte ‘Biz kardeşiz, gelin kardeşliğimize katılın’ çağrısı yapılmasını tercih ederdim. Gündelik hayatlarımızda yaşadığımız da bu aslında. Belki bunu da yaparız ve bu kampanya bunun bir öncüsü olur umarım.

Etiketler: yaşam, siyaset
2024