07/08/2023 | Yazar: Hazal Deniz Kaya
Yönetmenin ve projede yer alan kuir oyuncuların filme olan inançlarını röportajlarında görmüşken bu heteronormatif, pembe ve mavideki ısrarında kararlı filmin kuir görünürlüğünü yine bir satış stratejine çevirmekten öteye gitmediğini anlıyoruz. Yönetmen adeta mavinin pembeye olan baskısını başka hiçbir renge yer açmadan “daha çok pembe”yle savuşturmaya çalışıyor.
Frances Ha karakteriyle “gönlümüze taht kurmuş”, ardından Uğur Böceği (Lady Bird) ve Küçük Kadınlar (Lady Bird) filmleriyle de kendine has yönetmenlik tonunu yakalamış Greta Gerwig’in Barbie’yi yöneteceğini öğrendiğimde bizleri “mükemmel oyuncak kadını” bir güzel eleştireceğinden emin olduğumuz bir film beklediğini düşünmüştüm. Tabii ki iki büyük dev firma Warner Bros ve Mattel’in işin içinde olmasının filmin eleştirel boyutunun önüne geçeceği öngörülebilir olsa da Greta Gerwig’in senaryoyu birlikte yazdığı Noah Baumbach’ın da katkısı ile, kendilerine has yorumlarıyla bu işin altından kalkabileceklerine ve seyir zevki yüksek bir film izleyeceğimize inanmıştım.
Film için harcanan paraları gözümüze sokan her yeni bilgi, inşa edilen mega Barbie evi, yıldızlar geçidi kadrosu, yönetmenimizin bu film için pembeye olan derin tutkusunu belli eden her yeni afiş bu beklentimin yerini “ne yapıyor acaba bizim Greta?” hissine bırakmaya başladı. Üzerine Christopher Nolan’ın Oppenheimer’ıyla aynı gün vizyona girecek olması üzerinden yapılan Twitter sohbetleri de eklenince filme olan ilgim giderek azaldı. Ama yine de bu hafta sonunda tarafımı seçip Barbie’yi izledim. Filme geçmeden önce bahsettiğim pembe yıkama ve mega pazarlama stratejilerinin sinema salonuna kadar geldiğinden bahsetmek gerek. Pembe kıyafetleriyle, makyajlarıyla onlarca kadın Barbie afişinin önünde fotoğraf çektirirken, deterjanı Barbie fontunda “sen hangi pembesin?” diye satmaya çalışan bezdirici reklamları dakikalarca, belki de filmin kadınları sinemaya çekmedeki gücünü farkına varanların üst üste koyduğu pırlanta reklamını üçüncü kere izledikten sonra “kime neyi eleştirecek acaba bu “feminist Barbie?” diye sormaya başladım bile.
Film önceden de paylaşılan 2001: Uzay Macerası mizanseninde eski tip bebekleriyle oynayan kız çocuklarını göstererek başlıyor ve aslında filmin sonrasındaki tonunu da belli edecek olan o sözü ediyor “tarihin en başından beri kız çocukları anneleri gibi bebekleriyle oynamıştı”. Sonrasında o geldi, sadece annesi olmadığınız, hatta her şey olabilen beyaz, sarı saçlı, sütun bacaklı Barbie. Bebeklerimizden bizi güzellik algısıyla kurtaran özgürleştirici bir oyuncak... En azından Barbie dünyası için bu böyle… Bu ikinci dalga feminizmin geçmişte kalmış söylemlerine olan ilgisini belli eden, kadının annelik rollerinin karşısına dikilen beyaz ayrıcalıklı bir kadın imajının ikiliğine odaklanan prologue bile ilk sahneden ensemizden bir ürpermenin geçmesine yetiyor. Ama o kadar para verdik filme sonuçta hızlıca toparlanıp özene bezene hazırlanmış Barbie dünyasına dalıyoruz. Bu dünya, Barbie kadınlarının her konudaki üstünlüğünün sürdüğü, gerçek dünyadakilere ilham olduklarına inandıkları ve Ken’lerin hiçbir öneminin olmadığı bir yer. Ama bu güzel rüya Margot Robbie’nin canlandırdığı stereotip Barbie’nin varoluşsal sancıları ve selüloitleriyle bölünüyor. Barbie gerçek dünyaya kendisiyle oynayan insanı bulmaya gidiyor ve onsuz var olamayan aşık Ken (Ryan Gosling) de eşlik ediyor ona. Karakterlerin gerçek dünyadaki bu yolculuklarındaki komedinin büyük bir kısmı Ken’in patriarkayla tanışmasından ve Mattel şirketindeki sahnelerden geliyor. Ancak filmin kapitalizmin üretim-tüketim ilişkilerinin yeniden üretilmesindeki rolü, pembelerle dolu pazarlama stratejileri ve aslında satın alınan bir “Barbie filmi fikri” olmasındaki ısrarı, tüm self-refleksif, kusurlarının farkında olan dokunuşlarının havada kalmasına neden oluyor. Ayrıca bu durum sadece film dışı ögeler yüzünden değil filmin kendi anlatısında da sık sık içi boş bir pembe balon hissini devam ettiriyor sanki. Örneğin erkeklerle dolu bir şirket yönetimini eleştirirken karşısına gerçek dünyada ayrıcalıklı Amerikan kadın imajına benzer Barbieler ile dolu bir komisyon koyması, bir anda Barbie’ye “sen beyaz faşist bir oyuncaksın” diye haykıran genç kızın Barbieland’de pespembe elbiseleri ve incileriyle yapay gülümsemesi, özgürleşen Barbie’nin topukludan olsa olsa pırıl pırıl yepyeni bir Birkenstock’a geçmesi gibi…
Film ilerlerken Ken gerçek dünyayı erkeklerin yönettiğini fark edip bunu Barbie dünyasına taşıyor ve ne hikmetse güçlenen Kenlere karşı Barbieler akılsız, hizmetkar, boş gözlerle dinleyen rollerine iki dakikada geri dönüyor. Neyse ki kurtarıcı, zengin şirket çalışanı, Barbie sevdalısı bir kadın var da onun laflarıyla akıllanıyor tekrar bizimkiler. Yani filmin geleneksel ikili cinsiyet hakimiyetini eskimiş rollerle eleştirmekteki ısrarı (atlara ve spora tutkun erkeklere karşı televizyon kumandasını uzatan kısa etekli kadınlar…) tüm hızıyla devam ediyor. Yönetmenin ve projede yer alan kuir oyuncuların filme olan inançlarını röportajlarında görmüşken bu heterenormatif, pembe ve mavideki ısrarında kararlı filmin kuir görünürlüğünü yine bir satış stratejine çevirmekten öteye gitmediğini anlıyoruz. Yönetmen adeta mavinin pembeye olan baskısını başka hiçbir renge yer açmadan “daha çok pembe”yle savuşturmaya çalışıyor.
Üst üste yazılmış büyük prodüksiyon kokan ama bir o kadar da gereksiz müzikal sahnelerle film giderek sıkıcı hale geliyor. Kendimizi “ay bazen bu erkekleri dinlemek ne kadar yorucu” diyen filmde tam da aynısını seyirci olarak yaparken buluyoruz.
Sona doğru yaklaşırken Barbie’nin yaratıcısı Ruth Handler’la olan konuşması, filmin feminist yaklaşımının sorunlarının zirveye tırmandığı kısım. Toz pembe, “güldürürken düşündüren” birkaç vergi kaçakçılığı ve Mattel şakasından sonra Ruth’un ve Barbie’nin 15 dakika süren “insanlar ölür fikirler ölmez”, “bir anne kızı için hep en iyisini ister”,“gerçekten kadın olmak acısıyla tatlısıyla yaşama tutunmaktır” temalı konuşmasıyla bir Barbie filminin Barbie’yi eleştirebilmekteki sınırlarını tekrar farkına varıyoruz doğrusu. Yönetmenin filmin başından beri cinsel yönelim yönüne bakmamaktaki ısrarından sonra, insan olan Barbie’nin ilk iş jinekoloğa gitmesi, yani filmin “gerçek” kadınlığı cinsel organa bağlaması, sağ, LGBTİ+ dışlayıcı, ayrıcalıklı Hollywood feminizminin orta yerinde rahatsız pembe bir korsenin içindeymiş gibi filmi bitirmemize neden oluyor.
Film çıkışında konuşurken annem “sen zaten Barbie’yle pek oynamazdın, orijinali pahalı gelmişti, çakmasını almıştık, eklem yerleri oynamıyordu onların” dedi. İkili cinsiyet söylemindeki kararlılığı, kuir teorilerinden nasibini almamış feminizmi ve her parçası satın alınabilen bir “marka” yaratmaya çalışmasıyla Greta Gerwig’in Barbie’sinin de eklemlerinin ancak pahalı bir arabadan inebilecek kadar esneyebildiğini anlıyoruz…
*KaosGL.org Gökkuşağı Forumu’nda yayınlanan yazı ve çizimlerden yazarları ve çizerleri sorumludur. Yazının ya da çizginin KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki veya çizimlerdeki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.
Etiketler: medya, kültür sanat