12/05/2010 | Yazar: Deniz İlgin

Elbette popüler kültür yeni bir yaşam şekli, yeni bir macera değil

Elbette popüler kültür yeni bir yaşam şekli, yeni bir macera değil[1]. Fakat geçen yılları da hesaplarsak, popüler kültür için artık büyüdü diyebiliriz. 2000’li yıllar, Türkiye’de popüler kültürün kendini büsbütün egemen kıldığı, toplamda popüler yaşam diyebileceğimiz yıllar. İnsan ilişkilerini, üretimi, siyaseti de kapsayacak denli geniş etkiye sahip bu türden bir yaşam şekli bugün için özellikle internet ve TV aracılığıyla çalınmadık kapı, girilmedik ev bırakmadı. Belki de bugüne değin yayılan virüslerin en etkilisi. 

Bir zamanlar Televole ile başlayan macera (popüler kültür çok daha eskidir) türlü başlıklar altında defalarca yenilendi. Çeşitli varyantları sürekli TV’den izleyiciye sunuldu. Zaman içinde kısmen birtakım değişikliklere uğradıysa da, temelde hep aynı şeyin sadece zamana yayılmış şekliydi bunlar. Teorisi yazılmış bu tür programların ilginç olan yanı, izleyicisiyle kurduğu ilişkide neyin gerçek neyin kurmaca olduğunun anlaşılabilir tarafının kalmadığı. Tekelioğlu’na göre birer  oyun  olarak kurgulanmış olmasına karşın, oyun özelliğini hızla yitirip birer hayat gösterisine dönüşen bu tür programlar ‘lüzumundan fazla gerçek’ hale geldiler. Sanırım böyle bir kurmaca, ama gerçeğin kurmacası olan ve fakat; gerçeği kuşatan, gerçeği kuşatmasıyla birlikte kurmaca bir gerçeklik yaratan, diğer bir deyişle simülatif[2] yapılar yaşamımızda önemli birer yer edindiler.
 
Hırgürdeyiz, buyurun: 
Bir süredir milletçe, bir araya gelen beş cevval cebbar, gözünü sözünü esirgemeyen sıkı dostların hırgürünün pek yakından  tanığıyız. Yemekteyiz programı TV’de yayınlanmaya başladığı ilk günden bu yana masa başı sohbetlerinde neredeyse hiçbir şey değişmedi. Şöyle bir iki bölümünü izlemiş olan herkesin kanaat getireceği bu sonuç, genel bir çıkarsamayla popüler kültürün malzeme olarak kullandığı şeylerin sınırlılıktan ziyade basit olmalarında aranmalı. Kolay olduğu için izleyiciyi çeken bu tür programların her bölümü bir diğerini tekrar eder şekilde.
 
Benim izlediğim son akşam yemeğinde payıma düşen, akşamı kurtaracak birkaç yemek tarifinden öteye, biraz da izlediğim hırgürün muhasebesini yazmak oldu. 
Konukseverlik, yemeğin tuzu, dedikodu gibi masada eksik olmayan malzemelerle bir yemek hazırlamak büyük maharet ister. Konukların kendilerine taraf bulma adına son derece stratejik davrandıkları yarışmada kimin payına ne düşeceğini kestirmek güç. Öyle ki, sırası geldiğinde curcunanın odağında olan yeri geldiğinde grupla hareket etme davranışını sergiliyor. Bu, biraz da bana ‘altta kalanın canı çıksın’ gibi karikatürize edilmiş iktidar odaklı bir anlayışı anımsatıyor.
Dediğim gibi konukseverlik, yemeğin tuzu ve dedikodu gibi ilk elden aklıma gelen, anlamlı bulduğum bu sözcükler yemekteyiz programın sözlüğünü oluşturuyor. 
 
Türk konukseverliği:
Misafirperverliği bütün olup biten rağmen hâlâ Türklerin  tartışmasız en karakteristik özelliklerden biri olarak kabul edenler var. Hatta bu sayı oldukça da fazla. Fakat bu kabul, yıllar önce söylenmiş, devlet büyüklerinin[3] veciz sözlerinin uygulaması olan halka rağmen halk ilkesinin ötesinde değil. Bizim programınsa şöyle ilginç bir tarafı var. Kullanılan dilin girift, başka bir değişle melez oluşu ne tam anlamıyla batı üslubu (eleştirel akıl) ne de tam anlamıyla doğu konukseverliğine ait oluşu. Pragmatik anlayışın hakim olduğu bu tür “yarışma” programlarında yerine göre konumlanarak kullanılan bu iki ayrı dil, yarışmaya katılanlarca da son derece ustalıkla kullanılıyor. Bunlardan biri doğu, yani konukseverlik; daha çok geleneğe yaslanan, içinde bulunduğu müşkül durumunu göz önünde bulundurularak oluşturulan bu dil bir zamanlar erdem olarak sunulurken, artık mağdurun durumunu kotarmasına yönelik en stratejik hamle olarak karşımıza çıkıyor. Diğer bir yakası ise Batı olan, yani eleştirinin kullanıldığı dil. Ya da Adorno’nun dediği gibi, ‘teknik kusursuzluk fakat mutlak körlükle’ oluşturulmuş akıl. Bu ise konukseverliğe yaslanmasına fırsat vermeden işi bitirme taraftarı olan, izleyen, gözleyen bir aklın kullandığı dil. 
Bilmem anlatabildim mi?
 
Yemeğin tuzu:
Tuza dair bu korkunç algı  ne zamandır var bilemem? Ağzına gelen her şeyi söyleme serbestliği tanınmış bu programda en büyük hoşnutsuzluğun tuzdan kaynaklanması beni nicedir şaşırtır. Tuz, herkesçe  az çok bilimsel bir doğrunun ışığında fazlasının zararları olduğunu biliniyor. Peki tek neden bu mu? Elbette değil.  Bu durumda tuzun, yani sözcüğü aşan anlamına bakmak gerekir ki bu daha baştan hoşnutsuzluğu ortaya koyar. Bu hoşnutsuzluk yemeğin tuzunda kendini bulurken rakip olmanın hoşnutsuzluğu tuz aracılığıyla beğeniyi tartışmaya açar. Beğeni bir tuz sorunu değildir, daha çok baştan kurgulanmış bir olan hoşnutsuzluğun sorunudur. Tuz ise bu arada kurguya dahil edilen temel dayanak noktası olur, ya da olduğu iddia edilir az tuzlu ya da çok tuzlu diye. ‘Tadı nasıl?’ derken tatlı olanı görünür kılan bir dilde (akıla müdahale olarak düşünelim) eleştiri ne kadar yer tutar sormak lazım gelir. 
 
Dedikodu :
Uzatmadan; Evin direği, asli unsur, vazgeçilmez, üst kimlik ya da yaşayan en büyük kompleks.     


[1] Cumhuriyetle yaralı halkın isyanı. Bkz. Orhan Tekelioğlu. Pop Yazılar; Varoştan Merkeze Yürüyen Halk Zevki.
[2] Körfez savaşıyla kurulan dijital dünya. Bkz. Jean Baudrillard
[3] Devlet Büyüklerimiz, bir yan kitap için Bkz. Yıldırım Tüker, Türkiyede Siyasi Portreler 

Etiketler: medya
İstihdam