16/01/2012 | Yazar: Rahmi Öğdül

Devinimi görebilmemiz, iktidarın görme ideolojisiyle yoğrulmuş algı kapılarının temizlenmesinden geçiyor.

Algısal yetilerimizin kültürel olarak kurulduğuna dair yeterince birikim var elimizde. Rönesans’tan beri Batı’da hâkim görme biçimi olarak sunulan perspektifin hiç de doğal olmadığı, sonradan öğrenildiği, kültürel bir inşa olduğu biliniyor artık. Görme psikoloji üzerine çalışan Richard L. Gregory farklı kültürlere ait insanlarla yapılan çalışmalara dayanarak Batı’ya özgü perspektif algısının ve yanılsamasının toplumsallığını vurguluyordu Görme Psikolojisi kitabında (1966). Batı dünyasında mekânların perspektif kuralarına göre inşa edildiğini, dolayısıyla perspektife dayalı bir mekân algısının doğallaştırıldığını, oysa Batı dışı kültürlerde perspektif dışı bir mekân algısının mevcut olduğunu yazıyordu.


Örneğin Afrikalı Zuluların dünyasında mekânların düzenlenmesi perspektif dışı bir dünyaya işaret ediyor. Batı’nın köşeli, dik açılı, birbirine paralel uzanan çizgilerden oluşan perspektif dünyasının aksine, Zulular “dairesel kültür” olarak tanımlanan perspektif dışı bir mekân düzenlemesinde yaşıyorlar. Kulübeleri ve kulübelerinin kapısı daireseldir; tarlalarını bile birbirine paralel uzanan düz çizgiler halinde değil, eğri çizgiler halinde sürerler. Kullandıkları eşyaların da dairesel ya da eğri oldukları görülür. Zulular’da uzaklıkla ve nesnelerle ilgili perspektif yanılsamalarının olmadığı görülüyor. Aynı şekilde sık ağaçlardan oluşan bir ormanda yaşayan yerliler de ağaçların arasındaki açıklıklar dar olduğundan nesneleri ve mesafeyi Batı’nın perspektif kurallarına göre algılamıyorlar; Batılının öğrenilmiş ve kültüre edilmiş perspektif bakışının aksine uzak nesneleri sadece küçük olarak algılıyorlar.

Batı’nın görme biçimleriyle batı dışı kültürlerin görme biçimleri arasındaki fark sadece perspektifle sınırlı değil. Foucault bir söyleşisinde, Afrika’nın ücra köşelerinden birine, bir test filmi göstermeye giden psikologların öyküsünü anlatır. Gösterinin sonunda psikologlar seyircilere filmden ne anladıklarını sorarlar. Üç kahraman arasında geçen bu öyküde seyircileri yalnızca tek bir şey ilgilendirmiştir: Ağaçların arasında gezinen ışık ve gölge oyunları. “Bizim algılarımız ise kişilere göre belirleniyor. Gözlerimiz bir şartlanmışlık içinde, gelip giden, ortaya çıkan ve kaybolan kişileri arıyor” diyor Foucault bu öyküyle ilgili olarak. Bakışımız durmadan sınırları net olarak tanımlanmış formlar arıyor ve kimliklendirilmiş bu formların maceralarını izlemeye alışmış gözlerimiz. Hayatın ışık ve gölgenin şekilden şekile girdiği anonim bir gösteri olarak algılanabileceğini ima ediyor yerlilerin algısı.
Ve bir fotoğraf, tarihin tozlu sayfalarından. Paris’teki Boulevard du Temple’ın Louis Daguerre tarafından 1838 sonlarında ya da 1839’un başlarında çekilmiş fotoğrafı. Bu fotoğraf, içinde insan figürü barındıran ilk fotoğraf olarak tarihe geçmiş. Daguerreotype fotoğraflama tekniğiyle çekildiği için pozlama süresi on dakikanın üzerinde. Pozlama süresi uzun tutulduğu için günün en işlek saati olmasına rağmen bulvardaki hareket halinde olan nesneler ve insanlar görüntüye girmemiş. Belirli bir açıdan bakarak hayatı dondurduğu karesinde fotoğrafçı sadece hareket etmeyen ya da çok yavaş hareket eden figürleri dâhil edebilmiş karesine (Sol alt köşede ayakkabısını boyatan adam ve ayakkabı boyacısı ve sağ tarafta bir bankta gazetesi okuyan bir başka adam).

Zamanın tekniği devinimi çekmeye yetmediği için bulvardaki curcuna ne yazık ki görünmez olmuş. Caddeyi dolduran halkın kayıp olduğunu, görünmez olduğunu hissediyoruz fotoğrafa bakarken. Kendini görsel deneyimin merkezine yerleştiren ve hayata tek gözle bakarak insanları ve nesneleri perspektifin geometrik kurallarına göre hareketsiz kılan, sabitleyen iktidarın bakışını gösteriyor bu fotoğraf bize. Sürekli devinen, bir halk bakanın retinal imgesinde kayboluyor birden. Ve devinen bir halk görünmez bir kuvvet olarak içten içe kendini başka bir şeye dönüştürürken duran nesnelerle oyalanıyor göz. İktidarın gözü, değişen, dönüşen bir halkı, tıpkı bu fotoğrafta olduğu görmeyi beceremiyor. Karede görünmeyen halk birden bambaşka bir formda görünür hale geldiğinde iktidarın bakışı şaşırıyor: “Yoktular, nereden çıktı bunlar!”


Kültürel ve toplumsal olarak kurulan algılarımız devinen, dönüşen ve oluşan varlıkları göstermiyor bize. Kendini görsel deneyimin merkezi olarak algılayan ve duran nesnelerle oyalanan göz hep olup bitmiş, belirli bir forma girmiş ve uzamda belirli bir yer işgal eden sabitlikler üzerinden düşünce üretiyor. Pozlama süresi uzun tutulmuş bir görme tekniğiyle bakıyoruz hayata hâlâ.
 
Bir gazetenin 2011’in Yılın Sergisi başlığı altında sıraladığı on sergi arasından oylamayla en iyisini seçtirme çabası da yine uzun pozlama süresini gerektiren bir iktidar bakışı olarak tarihe geçiyor. Sürekli devinen, değişen ve dönüşen binlerce sanatçı bu fotoğraf karesine giremiyor haliyle. Devinimi görebilmemiz, iktidarın görme ideolojisiyle yoğrulmuş algı kapılarının temizlenmesinden geçiyor.

Etiketler: kültür sanat
nefret