12/09/2024 | Yazar: Asya Leman
Gezi Direnişi, kitlelerin bir araya gelerek ortak bir performans sergilediği, politik, kültürel ve sosyal taleplerini dile getirdiği ve sanırım birçok insan için kendi kişisel tarihinde tanıklık ettiği, parçası olduğu en önemli toplumsal olay bir aktivizmler kolajıydı.
Performans Sanatı ve Performatiflik: Toplumsal Cinsiyet Normlarının Sorgulanışı
Performans sanatı, sanat ve gerçeklik arasındaki sınırları zorlayan, galeri veya müze duvarlarından sıyrılarak günlük yaşamın içinde de var olabileceğini savunan bir sanat biçimi olarak öne çıkmaktadır. Bu sanat formu, toplumsal cinsiyet normlarına karşı bir direniş alanı haline gelmiş ve kimliklerin performatif bir şekilde oluşturulduğu, Judith Butler'ın kullandığı bağlamda ‘performatiflik’ kavramıyla örtüşen bir platforma dönüşmüştür.
Butler'ın performatiflik anlayışına göre, toplumsal cinsiyet, normların tekrar tekrar uygulanması yoluyla zayıf bir şekilde oluşturulmuş bir kimlik olarak işler. Bu bağlamda, performans sanatı, cinsiyet ve toplumsal cinsiyet normlarının sorgulanmasını, bu normların performans yoluyla yeniden üretilip tanımlanmasını amaçlar. Sanatçılar, geleneksel cinsiyet kategorilerine meydan okuyarak, toplumsal cinsiyetin performansını değiştirir ve sorgularlar.
Queer Teori ve Performans Sanatının Paralellikleri: Akışkan Kimlikler ve Alternatif Bakış Açıları
Queer terimi, normlardan sapma, normların dışına çıkma ve normatif olmayan bir duruşu vurgularken, performans sanatının öncüleri de sanat ve gerçeklik arasındaki sınırları zorlayarak normlara meydan okur, ‘ikililiği’ reddeder. Performans sanatçıları, sanatın sadece izleyiciye sunulan nesnelerle sınırlı olmadığını savunur ve bedeni, duyguları ve fiziksel sınırlarını kullanarak sanat eserlerini yaratma konseptini benimser. Sanatın belirlenmiş tüm tanımlarını bozmaya, akıştırmaya, kışkırtmaya zorlar. Bu bağlamda, Performans Sanatı queer bir üretim biçimdir.
Geleneksel olarak cinsiyet ve cinsellik, bireylerin doğumlarına göre atanan biyolojik cinsiyetlerine dayanarak erkek veya kadın olarak sınıflandırılırken, “cinsiyetin akışkanlığı” (gender fluidity) kavramı bu kategorilerin esnek ve değişken olduğunu savunur. Performans sanatında 1960’lı yıllarda peydâ edilen Fluxus hareketi ismini, ‘akışkanlık’ anlamına gelen "flux" kelimesinden türetmiştir. Bu kavramlarda örtüşen bu benzerlikler yine bu alanı “queer”leştiren kesişimsellikler olarak göze çarpıyor.
Politika ve Aktivizm: Performans Sanatının Gücü
Performans sanatı, politik eylemlilik ve aktivizmin merkezine yerleşmiş bir alanın, yani “Aktivist Sanat” mefhumunun doğmasına da katkı sağlıyor. Bu anlamda aklıma ilk gelen örnek 1980'lerin sonlarına doğru Amerika'da AIDS/HIV hızla yayılmaya başladığında, LGBTİ+’ların ve dost müttefiklerin, bu sağlık krizine karşı etkili bir şekilde mücadele etmek amacıyla kurduğu ACT UP (AIDS Coalition to Unleash Power) adlı aktivist grup. ACT UP sayesinde AIDS/HIV “krizini” çevreleyen homofobik siyasi retoriğe yanıt olarak aktivizm ve performans, bir mücadele stratejisi olarak böylece gündeme gelmiş oluyor.
Grup üyeleri, kamusal alanda sergiledikleri dramatik performanslarla sadece toplumsal cinsiyet normlarına değil Amerika’daki sağlık politikalarına karşı da güçlü bir direniş sergiliyor ve nitekim ACT UP hareketi, kurguladıkları yaratıcı ve etkili eylemlerle performans sanatını politik bir araç haline getiriyor ve sağlık kurumlarını harekete geçirmeye yönelik bir etki yaratmayı başarıyor.
Feminizmin ikinci hareket dalgasıyla beraber Linda Nochlin’in sorduğu ünlü, “Neden Hiç Büyük Kadın Sanatçı Yok?” sorusuna yanıt, kadın sanatçıların bedenlerini araçsallaştırarak kadın bedeni üzerinde kurulan otoriteye karşı çıktıkları performans çalışmalarıyla geliyor.
Bu yüzden de 1980'lerden sonra performans sanatını icra eden sanatçıların çoğunlukla toplumsal cinsiyet kimliği kadın ya da queer kişiler olması bir tesadüf mü? Bilakis, bu erkek egemenliği himayesindeki sanat anlayışında bedeni ve arzusu manipüle edilen kimlikler için bir varolma mücadelesi.
Kimlik, cinsiyet ve cinsellik gibi konularda çalışan, filozof ve küratör Paul B. Preciado, atanmış cinsiyetini dönüştürmek amacıyla 2010 yılında testosteron hormonu kullanmaya başlayarak bu süreci bir süreç performansı olarak yaşıyor. Bu süreci “slow transition” (yavaş geçiş) olarak tanımlayan Preciado, doğduğu anda kişiye cinsiyetinin atanmasını acımasızca olduğunu ifade ediyor ve cinsiyetin bireyin kendi hızında, kişinin duygusal ve fiziksel ihtiyaçlarına saygı gösteren, kendi benliklerini keşfetme ve ifade etme sürecine esneklik sağlayan bir perspektif sunuyor.
Bu süreç performansıyla, sadece testosteronun beden ve öznellik üzerindeki etkilerini ölçmekle kalmayıp, aynı zamanda politik bir eylem, provokasyon, ve direniş biçimi olarak eylemleştirir.
Preciado bu deneyimini "Testo Junkie" adlı kitabında analiz eder. "Testo Junkie"de Preciado, 21. yüzyıl bedenlerini kendi bedeni üzerinden detaylı bir incelemesini yapıyor ve farmakoloji ile pornografinin arzuyu nasıl ölçtüğü, incelediği ve kontrol ettiği konusunu işliyor.
Preciado'nun testosteron alım süreci, sadece kendi cinsiyet kimliği üzerinde değil, aynı zamanda toplumsal algılama ve normlar üzerinde de etki yaratma amacını içeren bir ‘eylem’; bireysel bir aktivizm alanıdır.
Performans Sanatı ve Sokak Eylemleri: Benzerliklerin Ötesinde Etkileşim
Performans sanatı ile sokak eyleminin pek çok açıdan ortak noktaları olduğu kanısındayım. Her iki “eylemin” de önceden belirlenmiş bir kurgusunun olması, mekanla kurduğu ilişki, risk alma ve cesaret gösterme bakımından yaşanılan psikolojik, duygusal ve fiziksel zorluklar, bazı durumlarda izleyici/polis tarafından karşılaşılan müdahaleler aklıma gelen ilk benzerlikler. Kimliğin performatifliği açısından güçlü bir etkileşim aracı ve platform olarak sokak eylemlerini söz konusu ediyorsak, Gezi Direnişi’ni anmamak olmaz.
Gezi Direnişi’ni kitlesel bir performans edimi olarak değerlendirebiliriz. Direnişi sadece politik taleplerin ifade edildiği bir protesto olarak değil, aynı zamanda toplumsal ve kültürel bir manifestasyonun da gerçekleştiği bir süreç olarak da düşünmek kaçınılmaz. Gezi Direnişi’nin öne çıkan özelliklerini kısa birkaç başlıkta toparlarsak:
Kolektif Hareket: Farklı yaş grupları, sosyal sınıflar, kültürel gruplar ve politik görüşlerden insanlar, ortak bir amaca yönelik olarak bir araya gelerek kolektif bir güç oluşturdu.
Sembolizm ve Ritüeller: Parktaki çadırlar, direniş sloganları, maskeler ve diğer semboller, kolektif bir kimlik oluşturulmasına ve direnişin güçlü bir şekilde ifade edilmesine katkıda bulundu.
Kamu Alanlarının Yeniden İşgali: Taksim Meydanı ve Gezi Parkı civarındaki alanlar, kitlesel toplanmalar, forumlar, sanatsal etkinlikler ve performanslar için kullanıldı.
Sosyal Medya Kullanımı: Twitter, Facebook ve diğer sosyal ağlar aracılığıyla haberleşme, organize olma ve dünya genelinde destek çekme meselesi kitlesel bir performansa dönüştü.
Alternatif Kültürel İfade Biçimleri: Direniş sürecinde, müzik, dans, şiir ve sanat gibi alternatif kültürel ifade biçimleri ön plana çıktı. Bu, Gezi Direnişi'nin sadece politik bir tepki değil, aynı zamanda kültürel bir direniş ve ifade biçimi olarak adeta performans çeşitlemesi sundu.
Kolektif Hafıza Oluşturma: Bu direnişin simgeleri, olayları ve deneyimleri, toplumun ortak hafızasında yer etti ve bu olaylar üzerine yapılan performanslar, bu kolektif hafızayı pekiştirdi.
Gezi Direnişi bu açılardan düşünüldüğünde, kitlelerin bir araya gelerek ortak bir performans sergilediği, politik, kültürel ve sosyal taleplerini dile getirdiği ve sanırım birçok insan için kendi kişisel tarihinde tanıklık ettiği, parçası olduğu en önemli toplumsal olay bir aktivizmler kolajıydı. Bireylerin politik duruşlarını, aktivizmlerini veya direnişlerini vücutları aracılığıyla ifade etme ve politik söylem haline getirme sürecinde tutsak edilen, polis şiddeti ve faşist saldırılar neticesinde yaralanan, öldürülen politikleşmiş bedenlerin tüm kırılganlıkları kolektif hafızamıza isim isim nakşedilmiştir.
Queer teorinin parlak ışığında -queer’i yalnızca cinsiyet rolleri üzerinden değil aynı zamanda ırk, dil, etnik köken vb. gibi güç yapılarını da sorgulayan bir yerden ele alarak- performans sanatının ve aktivist sanatın beden odaklı kavrayışlarını düşünmeye çalıştım. Şöyle bir ne yazdığıma bakıyorum; “performansı” baskıcı normları sorgulamanın, meydan okumanın, kişisel dönüşüm ve özgürleşme arayışını ifade etmenin en kırılgan ve en güçlü aracı olduğu sonucuna varıyorum.
Bedenim benim, politik aygıtım!
Kaos GL dergisi bir tık uzağınızda
Bu yazı ilk olarak Kaos GL Dergisinin Performans dosya konulu 194. sayısında yayınlanmıştır. Dergiye kitapçılardan veya Notebene Yayınları’nın sitesinden ulaşabilirsiniz. Online aboneler dergi sitesinden dergiyi okuyabilir.
*KaosGL.org Gökkuşağı Forumu’nda yayınlanan yazı ve çizimlerden yazarları ve çizerleri sorumludur. Yazının ya da çizginin KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki veya çizimlerdeki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.
Etiketler: kültür sanat