05/08/2010 | Yazar: Erdal Partog

12 Eylül’de yapılacak anayasa referandumu nedeniyle siyaset yaz tatili olmasına rağmen heyecanından bir şey kaybetmedi.

12 Eylül’de yapılacak anayasa referandumu nedeniyle siyaset yaz tatili olmasına rağmen heyecanından bir şey kaybetmedi. Hatta gittikçe de siyasetin nabzı hızlı atmaya başladı. Medyada ya da orada burada her kesimden insanlar evet mi hayır mı yoksa boykot mu tartışması yürütüyor. Evet kampanyasını yürüten iktidar partisi, rakiplerini statükocu olarak suçluyor, 12 Eylül anayasasını yapan ordu mensuplarına bu anayasa değişikliği ile bir ihtar çekeceğini düşünüyor. Bunun karşısında meclisteki iki parti CHP ve MHP de gerekçeleri birbirinden farklı olsa da AKP’nin kendi çıkarını düşündüğünü ileri sürüp referanduma hayır diyorlar. İktidar partisinin kendi adamlarını kayırma derdinde olduğunu ve devleti ele geçirme niyetinin olduğunu ileri sürüyorlar. Üçüncü cephede ise BDP’nin boykot çağrısı var. BDP de kendince sandığa gitmeyerek siyasi kutuplaşmada yerini alıyor.
 
Her üç yönde de siyasi iktidarların bir çıkar siyaseti izlediklerini söylemek çok zor olmasa gerek. Ancak sırdan bir vatandaş, aynı zamanda meclisteki hiçbir partiyi desteklemeyen kişiler şeytan üçgeni siyasetine mahkûm ediliyor. Siyasi iktidarın vatandaşlarına giydirmeye çalıştığı deli gömleğine maalesef kimse de hayır demiyor.
 
Hemen burada bir dördüncü yol da olduğunu belirtmek gerekir. Mustafa Sütlaş’ın önerisi de halk sandıkları kurup beyaz oy pusulalarını o sandığa atarak ‘halk kendi anayasasını kendi yapmak istiyor’ mesajını vermek. Ancak bu çalışmanın büyük bir organizasyon ve insan kaynağı gerektirdiğini bu nedenle etkisinin yetersiz olacağını düşünüyorum. Bu anlamda ben yazının sonlarında daha basit bir yoldan bahsedeceğim. Ancak bundan önce neden siyasi iktidarların evet, hayır ve boykot çağrılarına kulak asmadığımı anlatmak istiyorum.
Öncelikle AKP ve yandaşlarının siyaset anlayışının kapitalist makro siyaset ve ekonomi politikaları üzerine kurulduğunu söyleyerek başlayalım. Türkiye siyaset tarihinde her zaman çeperin dışındaki büyük köylü kesimi son 30 yıl içinde şehirleşti ve küçük ya da büyük boy sanayi iş kolunda çalışmaya başladı. Hatta bazıları emekli de oldu. Artık İstanbul ve ona yakın büyük şehirlerde yaşayan insan sayısı ister beğenelim ister beğenmeyelim şehir kültürü ve siyaseti içinde kendine yer buldu. Bu kalabalık çeper dışı kesimleri temsil eden parti de AKP ve BDP oldu. Son 30 yıl içinde baldırı çıplak köylü artık eski efendilerine karşı maddi olarak güçlendi. Aynı zamanda bu maddi güç siyaset yapmanın zorunluluğunu da kendisine dayatınca bugün AKP bu yeni Müslüman liberal kesimin temsilcisi oldu. Sermayedeki bu sosyolojik değişim sermayeye karşı değil sermayeyi yüceleştiren bir İslam damarı buldu. Bu liberal İslamcı damar son süreçte biraz daha muhafazakâr olan ama asla kapitalizme karşı olmayan SP ayrışması ile liberal Müslüman ve muhafazakâr kesimde taşlar yerine oturdu. Cumhuriyet tarihi boyunca siyasette irade olamayan geniş Müslüman kesim şehirleşmenin artması ile iradeyi geç de olsa eline aldı. Bu yüzden merkez sağ siyaset partilerinin neredeyse hepsi siyaset sahnesinden silindiler. Şehirli birkaç sağ siyaset adamının siyasi kurnazlığı şehirleşen Müslüman kesimleri kandıramaz oldu.
 
Cumhuriyet tarihi boyunca dini duyguları devlet tarafından kontrol edilen, bazen de sömürülen Müslüman muhafazakâr çoğunluk, liberalleşerek kendi sermayesine ve kimlik haklarına sahip çıkmaya başladı. Bu anlamda cumhuriyet tarihi ile hesaplaşma sermayenin kimin tarafından yönetileceği meselesine dönüştü. Bugün kavga devlet kapitalizmini savunan muhafazakârlar ve serbest piyasa ekonomisini savunan liberal Müslümanlar arasında oluyor. Bugün sermayenin devlet eli ile geliştirilmesi, her şeyin devletin elinde olması fikri bu yeni liberal Müslüman çoğunluk tarafından sorgulanıyor. Devlet sermayesini alt eden liberal Müslümanlar siyasetin gereği devlet bürokrasini de liberal anlamda dönüştürmek için bu yeni anayasa değişikliğini gerçekleştirmek istiyor.
 
Muhafazakâr hayır cephesi ise cumhuriyetin kuruluşundan beri devlet eli ile kalkınmayı savunmuş bir avuç burjuva ile yetinmesini bilmiş bir çizgide politika yaparak siyasette devlet bürokrasi değerlerini savunuyor. Özgürlükleri de parayı da halka verecek olan bu devlet bürokrasisi geleneğidir. Bu gelenek devlet kapitalizmi çizgisinde orduyu kendi malı olarak görmüş ekonomik ilişkileri de ordu bağlamı dışında düşünememiştir.
 
Devletin halka üstünlüğünü esas alarak Halk adına siyaset ya da ekonomi politikasını sürdürmeye ya da yönetmeye çalışanlar bugün daha açık bir şekilde bu geleneksel niyetlerini açık ediyorlar. CHP ve hayır cephesi hayır politikasını bu tarihi çizgi üzerine kurmakla kalmıyor aynı zamanda çeper dışı vatandaşların ekonomik ve siyasi yükselişi karşısında kimlik kaybı paranoyasına da tutulmuş görünüyor. Siyaseti ekonomi üzerinden okuyamayan ekonomiyi kimliğe feda eden çarpık siyaset bugün bile CHP’nin yeni başkanın ağzında düşmüyor. CHP ve MHP gibi hayır diyen partiler muhafazakâr hayır cephesinde yerlerini alıyorlar.
 
Üçüncü cephede boykot çağırısı yapan BDP ise son 30 yıl içinde Kürt siyasetinin başat temsilcisi olarak Türkiye siyaset tarihinde yerini aldı. BDP de özellikle son 30 yıl içinde şiddet politikalarından dolayı tabanını şehirlere göçen Kürtler içinde buldu. Yıllardır yaşadıkları topraklardan ayrılmak zorunda kalan köylü nüfusu şehirleşti para kazanmaya başladı. Liberal Muhafazakârlar gibi Kürtler de zenginleşti ve siyasette irade olmaya başladı. Ezilen, sömürülen ikinci sınıf bir vatandaş olarak görülen Kürtler artık kendi sözünü söylemek, kendi iradesini koymak için çaba sarf ediyor. Bu anlamda Kürt siyaseti adına doğru gibi görünen ama siyaset adına doğru olmayan bir üçüncü cepheyi BDP boykot ile açmış oldu. Kürt siyaseti açısından haklı gerekçeleri de olabilir ancak şu bir gerçek ki BDP de kendi siyasi iktidarını koruma derdinde görünüyor.
 
Bu üç cephe de uzlaşmadan uzak kendi bildiklerinin doğru olduğunu düşünen bir siyaset anlayışı gündeme oturmuş görünüyor. Birbirlerine karşı taviz vermek istemeyen siyasetçiler siyasetin etik değerlerine ters düşen, vatandaşın geleceği ile oynayan sığ bir politik zeminde mücadele ediyorlar. Seçenekleri sadece üçe indiren bu kamplaşma maalesef bizleri şeytan üçgeni içinde siyaset yapmaya zorluyor. Mahallemizde, ailemizde ve arkadaş çevrelerimizde sıkı atışmalar yapıp birbirimizi öteki olmak, yandaş olmakla suçluyoruz. Yıllardır birbirini tanıyan insanlar bu garabet siyasi dayatma karşısında birbirine düşman kesiliyor. Siyasi iktidar çekişmelerinin kuyruğundan giden kölelere dönüşüyoruz. Efendilerimizin akılları bizim aklımızdan üstün oluyor. Ne yiyeceğimizi ve ne giyeceğimizi bile siyasi partilere soracak kadar kendi iradelerimizden kopmuş görünüyoruz. Hiçbirimiz bu şeytan üçgeni dışına çıkmak, başımızı kumdan çıkarmak için yeterince kafa yormuyoruz.
Bu anlamda beşinci bir yol kapitalist ekonomi karşısında muhafazakâr kesime karşı koymak ama aynı zamanda liberal Müslüman yeni sermaye patronlarına karşı da antikapitalist haklar birliği platformunu kurabilmektir. Statükoya, militarizme ve devlet sermayesi anlayışına karşı liberal özgürlükleri tercih edebiliriz. Ancak sol bir gelecek için liberal özgürlükler de gericidir. Diğer taraftan liberal Müslüman sermayeye karşı da demokratik barışçıl bir sol muhalefet anlayışını örebilmek gerekir. Liberallerin daha fazla zengin olması sermayelerini arttırmak için sahte demokrasi anlayışını savunmalarını boşa çıkarmanın yolu liberal Müslüman kesimin devlet sermayesi ve bürokrasisi ile hesaplaşmasıdır. Bırakalım hesaplaşsınlar ama asıl hesaplaşma sermaye karşı özgürlükleri savunan sol taban tarafından gerçekleştirilecektir. Bu sol taban şeytan üçgenine mahkûm olmayan yaratıcı sol tabandır. Yıllarıdır yaratıcı siyaseti unutan bazı solcular şeytan üçgeninden çıkıp devlet kapitalizmine ya da liberal kapitalizme karşı barışçıl insan dayanışmasını özgürlüklerden yana koymalıdır.
 
Kısa vadede bu evrimsel iradenin önünü açmak için liberal Müslümanların evetine, muhafazakârların hayırına Kürtlerin boykotuna toptan karşı çıkmak ve yeni sol queer siyasetin yolunu açmak için sandığa gidip geçersiz oy sayısını arttırmak da bir seçenek olacaktır. Hem evet’e hem de hayır’a basıp beşinci bir yolu Türkiye siyasetine kazandırabilir miyiz? Queer siyaset iradesini çıkar siyaseti yapan siyasi parti iradelerine karşı geliştirebileceğimiz sivil bir iradeye dönüştürebilir miyiz? Bu referandumda sandığa gidip geçersiz oy sayısının gücünü sandığa yansıtmak bireysel sivil siyasi bir seçenek olarak karşımızda duruyor.


Etiketler: yaşam, siyaset
İstihdam