08/01/2009 | Yazar: Elif Gazioğlu

 ‘Kız Şaban’ ın yaşam öyküsünü okuduk geçen hafta gazetelerde.

 ‘Kız Şaban’ ın yaşam öyküsünü okuduk geçen hafta gazetelerde. 10 yaşındayken kadınsı eğilimler göstermeye başlayan, çevresi tarafından dışlanan, babası tarafından evden kovulan ve küçük yaşta fuhşa zorlanan Diyarbakırlı Şaban’ın öyküsü. Gazetelerde yayımlanan resimlerinde, ayağında basma etek, boynunda beşi bir yerde, kollarında altın bileziklerle, yanında sarıldığı evlatlık oğluyla, gülümseyerek poz veriyordu.

Haberin içeriği kadar haber altı okuyucu yorumları da Türkiye panoraması gibiydi; transseksüelliğin ve eşcinselliğin sapkınlık olduğunu, din tarafından lanetlendiğini Lut kıssasına dair hadisler eşliğinde beyan edenler, bu gidişatın Cumhuriyet Türkiyesi’ne yakışmadığını ilan edenler, Şaban’ı değil, onu ‘sapkınlığa’ sürükleyen koşulların eleştirilmesi gerektiğini savunanlar…

Şaban’ın cinselliğinin sapkınlık olduğu varsayımı, dünya üzerinde, kadın ve erkek olmak üzere iki cinsiyet olduğu (ve olması gerektiği) kabulüne dayanır. Bu varsayıma göre, kadınlığı belirleyen şey, bir canlının dişi cinsel organına sahip olması, erkekliği belirleyenin de erkek cinsel organına sahip olmasıdır. Aynı varsayım, bir canlının kadın cinsellik organına sahip olmasının, onun belli davranış kalıplarına uygun olarak davranmasının sebebi olduğunu ileri sürer. Bu kalıplar, kültürden kültüre, toplumdan topluma, zamana ve mekana göre değişiklikler gösterse de, temel varsayıma göre kadın (yani dişilik organına sahip canlı), narin, düşkün, duygusal, bağımlı ve anaçtır. Erkek (erkeklik organına sahip olan) ise, kadının karşıtı olarak kurulur ve kadına atfedilen özelliklerin tersi varsayılan, kaba, bağımsız, duygularını kontrol etme kabiliyeti olan kişi olarak betimlenir. Özetle bu savunu, biyolojik bir determinizmi öngörür ve duygusallık, muhtaçlık, anaçlık vb özelliklerin biyolojik organların salgıladığı bir takım hormonlarmışçasına, kaçınılmaz olarak belli bir cinsiyette ortaya çıktığını savunur.

Şaban’ın kısa hayatı, bu savunuyu tümden çürütüyor gibi görünüyor. Şaban doğduğunda, bir erkeklik organı vardı, ancak ‘kadın gibi’ hareket ediyordu. Satır araları okunursa, haber metinlerinde ‘kadın gibi’den neyin kastedildiği çıkarılabilir; el kol hareketleri, çevresindeki erkeklere göre daha yumuşak, narin, oturuşu kalkışı, konuşması biraz daha kibar ve amiyane tabirle, kıvırtır gibiydi muhtemelen. Çevresindeki kadınlardan gördüğü üzere, onların giyindiği gibi giyinmek istiyor, onlar gibi takı takmaya merak sarıyordu. Bu tür davranış kalıplarını, belli bir cinsellik organıyla özdeşleştiren Şaban’ın yakın çevresi, Şaban’ın sahip olduğu organla hareketleri arasında o geleneksel bağlantıyı kuramayınca, bunun bir ‘sapkınlık’ olduğuna kanaat getirip, onu kendilerinden uzaklaştırmak istediler. Muhtemelen Şaban’ın kendisi de, aynı bağlantıyı kuramamaktan mustaripti ve o da bir şeylerin yanlış gittiğine inanıyordu. Evinin dışındaki dünya ise ‘sapkınlara’ sadece kendi kurallarına uymaları şartıyla var olma hakkı tanıyordu. Nitekim, erkeklik organı olanların şekillendirdiği bu dünya Şaban’a, kendisini sadece, bu toplumsal düzendeki var oluşunu belirleyen cinsel yönelimi üzerinden yaşama şansı tanıyordu. Şaban, genelevlerde çalıştığı, hayatını bu kaynaktan beslediği sürece kendisine dokunulmayacak, yaşadığı çevrenin muhafazakar sakinleri, ancak bu şartla kendisini o çevrenin bir parçası olarak kabul edecekti. Şaban, kendisine çizilen sınırların bir kez daha dışına çıkmaya kalkışmış olsaydı, mesela eğitimini dışardan tamamlayıp, toplumun genelince ‘sapkın olmayanlar’ için uygun görülen, öğretmenlik, mühendislik, doktorluk vb bir mesleğe girmeye kalkışsaydı, bu sınır ihlali, onun hayatına daha o zamandan malolabilirdi. Bu memleketin, otoyol kenarında müşteri bekleyen travesti ve transseksüelleri bağrına basıp, bu insanlar haklarını aramak için örgütlendiklerinde hortumlarla işkence etmesi bundandır. Travesti ve transseksüellerin hak araması, ‘sapkın olmayanlar’ın sınırlarını ihlal etmeleri anlamına gelir. Herkes haddini ve yerini bilmeli!

Tartışmayı daha teorik bir boyuta çekersek, travesti ve transseksüellerin varlığı, kimin kadın kimin erkek olduğuna karar vermeyi zorlaştırıyor; kadınlık ve erkeklik kavramlarının sorgulanması gerekliliğini iyice gözümüze sokuyor. Bir canlıya kadın demek için, dişilik organının olması yeterli mi? Yoksa kadınlığı belirleyen doğurganlık özelliği mi? Sadece doğurganlık özelliği olanlar mı anaç olur? Ya da bir erkeğin duygusuz, kaba, bağımsız olmasına neden olan, gerçekten cinsel organı mıdır? Bu noktada feminizm, duygularla organları birbirine eşleyen şemayı sorgulayan toplumsal cinsiyet kavramını öneriyor. Bu kavram, cinsiyetlere atfedilen karakteristik özelliklerin, doğadan kaynaklanmadığını, tersine, insan kurgusu olduğunu savunuyor. Erkek egemen bir düzende, zayıflık, bağımlılık, aşırı duygusallık gibi zaaf çağrışımlı özelliklerin erkek olmayan türlere, güç ve bağımsızlık çağrışımlı olanların da erkek kabul edilen türlere atfedildiğini söylüyor ve bunların doğdukları andan itibaren insanlara, cinsiyetlerine göre kategorize edilir edilmez öğretilmeye hatta dayatılmaya başlandıklarını savunuyor.

Son dönemde, eşcinsellere yasal haklarını sağlamaya, travesti ve transseksüellerin zarar görmelerini engelleyecek özel yasal koruyucu önlemler almaya başlayan kimi Batılı ülkelerin akademilerinde, bu konuya yönelik olarak yeni bir tartışma alanı, etkisini iyiden iyiye hissettiriyor. Biyolojik cinsiyete yönelik önyargılı kabullerin yanı sıra toplumsal cinsiyet kavramının da kısıtlılığına dair bu tartışmaların en verimli malzemesini, Kadın Çalışmaları alanının yanında ama ondan bağımsız gelişmekte olan ‘Eşcinsellik Teorisi’ (Queer Theory) sağlıyor. Temel sorusu ‘dünyada sadece iki cins mi var’ olan bu teori, eşcinselliği ve transseksüelliği, kapitalizmin getirisi, tüketim kültürünün yansıması vb açıklamalarla geçiştirmeye çalışan ekonomik determinist bakışı, eşcinsel ilişkilerin Antik Yunan’dan Osmanlı haremlerine kadar yaygınlığını, tarihsel araştırmalarla ortaya koyarak çürütürken; hem biyolojik hem toplumsal cinsiyete yönelik tartışmalara yeni bir teorik bakış getiriyor. Pratikte ise travesti ve transseksüellerin toplumun eşit bireyleri, devletlerin eşit vatandaşları olduklarının kabul edilmesi için çabalıyor.

Kadın Çalışmalarının bile yeterli ilgiyi göremediği akademik bir ortamda, Eşcinsellik Teorisinin dikkate alınmasını beklemek, şimdilik fazlaca ütopik olur. Yine de insan keşke diye iç geçirmeden edemiyor. Keşke Şaban, anormal olmadığını bilseydi; keşke cinsel yönelimi yüzünden evden atılmasa, çevresince dışlanmasa, eğitimi engellenmeseydi. Keşke bu memlekette travesti ve transseksüellerin fuhuş dışında hayatlarını idame ettirebilecekleri alanlara girmelerine izin verilseydi.
Etiketler: insan hakları, nefret suçları
nefret