09/06/2009 | Yazar: Kaos GL
Korkuların en fazla ortaya çıktığı alanlar kimlik tanımları.
Korkuların en fazla ortaya çıktığı alanlar kimlik tanımları. Eğer herhangi bir kimliği, bir diğeri olma’, hatta bu diğerinden korkma üzerine inşa ediyorsanız, eşyanın doğası gereği o diğerini size karşı ilan edeceksiniz. Öteki çıkmazına hoşgeldiniz.
Birbirinin yanı sıra değil, karşı karşıya yaşamaya, birbirinden eksilterek varolmaya koşullandırıldığımız düzenlerde kombinasyon harikalarının sonu gelmez: Erkek kadınla, büyük yetişkinle, yerli yabancıyla, Türk Kürt ve Ermeni ile, heteroseksüel eşcinselle, Müslüman Hıristiyanla karşı karşıyadır. Ve herkesin yeri pek ama pek dardır.
Derken gün gelir; resmi söylemlerin, önyargıların kalkanında koca güve delikleri açılır. Korkunun yarattığı garip bir kader cilvesi bu; sakınan göze öteki batar.
Hrant Dink Atölyesi’nde Fethiye Çetin, Anneannem kitabı sonrasında yaşadığı birbirinden sıcak insan buluşmalarını anlatırken bunu düşündüm yeniden. ‘Birlikte ağlamadan birlikte gülemeyeceğiz’ demişti bir keresinde. Şimdi o en büyülü ana ulaşılmış: Ağlarken gülüyor, gülerken ağlıyoruz.
Kolay olmadı, hem de hiç... Hep birilerinin o bebeğin ilk adımı denen mucizevi eşiği geçmesi ve hepimizi oralardan geçirmesi gerekti. Heranuş olarak başladığı yaşamını Seher olarak tamamlayan anneannesinin hikâyesi ile birlikte Fethiye Çetin yıllar önce bir tabuya dokundu.
Susulan, susturulan ve hep dış ses replikleriyle konuşturulan tarihin içinde bir yer çatladı. Birden bir anneanne ile sırdaşı torununun mahrem sohbetine tanık olduk. O anlatılanların içinde neler yoktu ki... Hovannes ve İsguhi Gadaryan’ın sevgili kızları Heranuş’un müzikle yoğrulan, Ermenice’yi hemen söktüğü, mektuplar yazdığı Palu’daki mutlu çocukluk günleri. Derken bir gün tüm erkeklerin bilinmeze götürüldüğü, çoluk çocuk tüm kadınların yollara düşürüldüğü ölüm sürgünü... Babaanneleri tarafından suya atılan çocuklar, çıldıran anneler ve Heranuş’u yanına alan, eşi Esma’nın soğukluğuna karşın ona sevgiyle babalık eden Çermik Jandarma Komutanı Hüseyin Onbaşı...
‘O günler gitsin, bir daha geri gelmesin’ demişti anneanne. Bunu hiç unutmadım. Hatta kulaklarımda çınlıyor sesi, diyesim var. Bir de en acı çocukluk hatıralarını paylaşırken elbisesinin eteğini hiç durmaksızın düzeltişi vardı, ütüler gibi. Bunu da hiç unutmadım. Neden bunca yıl susup da bir türlü Ermeni akrabalarının izini süremeyişini sorduğunda, torununa verdiği bir yanıt vardı: ‘Ne bileyim...’ Bilmenin değil anlatılmaz, sözü bulunmaz olanın ifadesidir soru bile olmayan bu cümle. Ne kadar çok şey anlatır upuzun paragraflara bedel.
Derken Fethiye Çetin alır sözü kitabın içinden. Bir yarayı sarar, sağaltır usul usul. ‘Anneannemin anne ve babasının New Jersey’deki mezarı. Orayı ziyaret ettiğimizde akşam olmak üzereydi. Çiçekçilerin çoğu kapanmıştı. Bulabildiklerim arasında en iyileri pembe güllerdi. İki demet gül aldım. Hovannes ve İsguhi’yi aynı mezara gömmüşlerdi. Mezarın başucundaki plaketin yanına gülleri koyarken onlardan, anneannemden, hepsinden, kendim adına ve onlara bu inanılmaz acıları yaşatanlar adına bağışlanmayı diledim.’
Fethiye Çetin’in Anneannem’i sonrası ‘Ne bileyim’ denilenleri bilmiş olduk. Ortak olduk, o zaman da karşı ve öteki kalmadı çünkü tam da Fethiye Çetin’in dediği gibi: ‘Düşman bazen ailenden biridir ve artık düşman değildir...’
Sus, sus nereye kadar
Göze batmayı göze alan bir diğer insanla devam ettim haftaya. Hakem Halil İbrahim Dinçdağ, eşcinselliği yüzünden elinden alınmaya kalkışılan hakemlik mesleğine sahip çıkmayı ve deşifre olma pahasına mücadele etmeyi seçince bir önyargı kalesi daha dinamitlenmiş oldu. Maço erkekliğin yeniden üretildiği alanlardan biri olan futbol dünyası, tam da sakınan göze batan öteki olmaya müsait bir alandı doğrusu. O yüzden her ne kadar spor camiası içinde tartışılıyor gözükse de, aslında meselenin özü yine tam damardan dokunulan bir diğer toplumsal korkuya ilişkindi. Mağduriyeti basına yansıtılırken bu kez de sergilenme vahşetine maruz kalan Halil İbrahim Dinçdağ ise elinde kalan tek çıkar yolla, samimiyetin cesaretine sarıldı. Ayşe Arman’a verdiği söyleşide çaresizliğin dayattığı o paylaşma zorunluluğunu şöyle tarif etmişti: ‘Adım soyadım basının elinde, raporum ellerinde, telefon numaralarımı, ev ve iş adreslerimi biliyorlar... Yarın öbür gün çıkıp deseler ki, Halil İbrahim’in bilmem kimle ilişkisi var. Konuşturmak için üzerime gelecekler, belki iftira atacaklar. Sus, sus nereye kadar. Ben de dedim ki çıkayım o zaman. Kolay olduğunu zannediyorsanız yanılıyorsunuz. Benim için ölüm kararıydı. Ben o akşam öldüm. Yeni yeni dirilmeye başladım.’
Yüzündeki mozaik görüntünün kaldırılmasını ve isminin baş harflerine varıncaya kadar verilmiş olan tüm bilgilerin alabildiğine şeffaflaşmasını talep eden Dinçdağ, bu kararıyla kendisini sergilemeye yeltenecek herkesin elinden bu linç kokulu hevesi alıverdi. Buradayım dedi. Eşcinselim. Ve hakemim. İyi bir hakem. Eşcinsel hakem değil. Hakem ve eşcinsel. Eşcinselliğini açıklamak zorunda bırakılması, heteroseksüel kesimin sorunudur artık. Ötekileştirilen tüm kesimlerin sorunlarının da esasen onları kendilerine karşı görenlerin sorunu oluşu gibi.
Hayat böyle terbiye ediyor hepimizi. Görmeye kaçındıklarımızı, duymaya çekindiklerimizi, anlamaya ürktüklerimizi gözümüzün ta içine sokuyor. Neden korkuyorsun, diye sorduruyor kendimize. Hakikati dışında sığınacak başka zemini olmayanların, korkacak bir şeyi kalmayanların gözleri üzerimde. Çünkü vicdan soyut bir sözcük değildir. İnsan kılığına bürünüp gözümüzün ta içine bakar. Gözünüzü dikip karşınızdaki ile bir mi olursunuz yoksa bakışlarınızı mı kaçırırsınız, size kalmış. Tercihiniz insanlığınızı anlatır.
Derken gün gelir; resmi söylemlerin, önyargıların kalkanında koca güve delikleri açılır. Korkunun yarattığı garip bir kader cilvesi bu; sakınan göze öteki batar.
Hrant Dink Atölyesi’nde Fethiye Çetin, Anneannem kitabı sonrasında yaşadığı birbirinden sıcak insan buluşmalarını anlatırken bunu düşündüm yeniden. ‘Birlikte ağlamadan birlikte gülemeyeceğiz’ demişti bir keresinde. Şimdi o en büyülü ana ulaşılmış: Ağlarken gülüyor, gülerken ağlıyoruz.
Kolay olmadı, hem de hiç... Hep birilerinin o bebeğin ilk adımı denen mucizevi eşiği geçmesi ve hepimizi oralardan geçirmesi gerekti. Heranuş olarak başladığı yaşamını Seher olarak tamamlayan anneannesinin hikâyesi ile birlikte Fethiye Çetin yıllar önce bir tabuya dokundu.
Susulan, susturulan ve hep dış ses replikleriyle konuşturulan tarihin içinde bir yer çatladı. Birden bir anneanne ile sırdaşı torununun mahrem sohbetine tanık olduk. O anlatılanların içinde neler yoktu ki... Hovannes ve İsguhi Gadaryan’ın sevgili kızları Heranuş’un müzikle yoğrulan, Ermenice’yi hemen söktüğü, mektuplar yazdığı Palu’daki mutlu çocukluk günleri. Derken bir gün tüm erkeklerin bilinmeze götürüldüğü, çoluk çocuk tüm kadınların yollara düşürüldüğü ölüm sürgünü... Babaanneleri tarafından suya atılan çocuklar, çıldıran anneler ve Heranuş’u yanına alan, eşi Esma’nın soğukluğuna karşın ona sevgiyle babalık eden Çermik Jandarma Komutanı Hüseyin Onbaşı...
‘O günler gitsin, bir daha geri gelmesin’ demişti anneanne. Bunu hiç unutmadım. Hatta kulaklarımda çınlıyor sesi, diyesim var. Bir de en acı çocukluk hatıralarını paylaşırken elbisesinin eteğini hiç durmaksızın düzeltişi vardı, ütüler gibi. Bunu da hiç unutmadım. Neden bunca yıl susup da bir türlü Ermeni akrabalarının izini süremeyişini sorduğunda, torununa verdiği bir yanıt vardı: ‘Ne bileyim...’ Bilmenin değil anlatılmaz, sözü bulunmaz olanın ifadesidir soru bile olmayan bu cümle. Ne kadar çok şey anlatır upuzun paragraflara bedel.
Derken Fethiye Çetin alır sözü kitabın içinden. Bir yarayı sarar, sağaltır usul usul. ‘Anneannemin anne ve babasının New Jersey’deki mezarı. Orayı ziyaret ettiğimizde akşam olmak üzereydi. Çiçekçilerin çoğu kapanmıştı. Bulabildiklerim arasında en iyileri pembe güllerdi. İki demet gül aldım. Hovannes ve İsguhi’yi aynı mezara gömmüşlerdi. Mezarın başucundaki plaketin yanına gülleri koyarken onlardan, anneannemden, hepsinden, kendim adına ve onlara bu inanılmaz acıları yaşatanlar adına bağışlanmayı diledim.’
Fethiye Çetin’in Anneannem’i sonrası ‘Ne bileyim’ denilenleri bilmiş olduk. Ortak olduk, o zaman da karşı ve öteki kalmadı çünkü tam da Fethiye Çetin’in dediği gibi: ‘Düşman bazen ailenden biridir ve artık düşman değildir...’
Sus, sus nereye kadar
Göze batmayı göze alan bir diğer insanla devam ettim haftaya. Hakem Halil İbrahim Dinçdağ, eşcinselliği yüzünden elinden alınmaya kalkışılan hakemlik mesleğine sahip çıkmayı ve deşifre olma pahasına mücadele etmeyi seçince bir önyargı kalesi daha dinamitlenmiş oldu. Maço erkekliğin yeniden üretildiği alanlardan biri olan futbol dünyası, tam da sakınan göze batan öteki olmaya müsait bir alandı doğrusu. O yüzden her ne kadar spor camiası içinde tartışılıyor gözükse de, aslında meselenin özü yine tam damardan dokunulan bir diğer toplumsal korkuya ilişkindi. Mağduriyeti basına yansıtılırken bu kez de sergilenme vahşetine maruz kalan Halil İbrahim Dinçdağ ise elinde kalan tek çıkar yolla, samimiyetin cesaretine sarıldı. Ayşe Arman’a verdiği söyleşide çaresizliğin dayattığı o paylaşma zorunluluğunu şöyle tarif etmişti: ‘Adım soyadım basının elinde, raporum ellerinde, telefon numaralarımı, ev ve iş adreslerimi biliyorlar... Yarın öbür gün çıkıp deseler ki, Halil İbrahim’in bilmem kimle ilişkisi var. Konuşturmak için üzerime gelecekler, belki iftira atacaklar. Sus, sus nereye kadar. Ben de dedim ki çıkayım o zaman. Kolay olduğunu zannediyorsanız yanılıyorsunuz. Benim için ölüm kararıydı. Ben o akşam öldüm. Yeni yeni dirilmeye başladım.’
Yüzündeki mozaik görüntünün kaldırılmasını ve isminin baş harflerine varıncaya kadar verilmiş olan tüm bilgilerin alabildiğine şeffaflaşmasını talep eden Dinçdağ, bu kararıyla kendisini sergilemeye yeltenecek herkesin elinden bu linç kokulu hevesi alıverdi. Buradayım dedi. Eşcinselim. Ve hakemim. İyi bir hakem. Eşcinsel hakem değil. Hakem ve eşcinsel. Eşcinselliğini açıklamak zorunda bırakılması, heteroseksüel kesimin sorunudur artık. Ötekileştirilen tüm kesimlerin sorunlarının da esasen onları kendilerine karşı görenlerin sorunu oluşu gibi.
Hayat böyle terbiye ediyor hepimizi. Görmeye kaçındıklarımızı, duymaya çekindiklerimizi, anlamaya ürktüklerimizi gözümüzün ta içine sokuyor. Neden korkuyorsun, diye sorduruyor kendimize. Hakikati dışında sığınacak başka zemini olmayanların, korkacak bir şeyi kalmayanların gözleri üzerimde. Çünkü vicdan soyut bir sözcük değildir. İnsan kılığına bürünüp gözümüzün ta içine bakar. Gözünüzü dikip karşınızdaki ile bir mi olursunuz yoksa bakışlarınızı mı kaçırırsınız, size kalmış. Tercihiniz insanlığınızı anlatır.
Etiketler: insan hakları