24/09/2010 | Yazar: Nevin Öztop

Serpil Odabaşı… İsyan, işkence, öfke, yas, hayatla derdi olmak ve ülkece geçirilen hafıza kayıpları üzerine söyleyecek çok sözü olan resim sa

Serpil Odabaşı… İsyan, işkence, öfke, yas, hayatla derdi olmak ve ülkece geçirilen hafıza kayıpları üzerine söyleyecek çok sözü olan resim sanatçısı. Tuttuk, cümlelerini ipe dizdik; ipin bir ucunu da sizlere uzatıyoruz.
 
Öncelikle, neden “Kat(i)li Mübah”, “Yokluğum Varlığına…” gibi sergi isimleri?
 
Yokluğum Varlığına… Bu, öfkeden ve çaresizlikten ironiye sığınma durumu olabilir. Ezilenlerin en güçlü silahı, alay etmektir çünkü yapacak başka bir şey yoktur. “Tamam, sen rahat ol; sen yüce, baki ve mutlak kal. Aman, sen rahatını ve ezberini bozma; biz gidelim, ölelim... Sen nasıl var olacaksan ve nasıl yenileneceksen, bu da senin derdin olsun.” gibi bir sitem halidir bu…
 
Uğur Kaymaz, 13 kurşunla öldürüldü. 12 yaş, 13 kurşun. Şimdi daha baki, daha mutlak veya daha yüce bir şey mi oldun? Onun yokluğu seni büyüttü mü? “Katli mubah” olarak hedef gösterilenlerin katledilmeleri meşru kabul ediliyor. Katil, “haksız tahrik” indirimi alıyor ve alkışlanıyor. Transseksüeller ve eşcinseller öldürülüyor; bu durum olağan karşılanıyor. Biri öldürüldüğünde, “offf” diyorum. Karşımdaki beni ciddiyetle dinliyor önce. Öldürülenin trans olduğunu öğrenince ise, yüz ifadesi değişiyor ve bana, ben anormalmişim gibi davranıyor. “Nasıl yani? O ölümü zaten hak ediyor. Bir gün böyle olacağını bile bile girmiş bu yola. Üzülünür mü?” der gibi bir hal… Bütün bunlara çok net bir isyanım var. “Hadi, şöyle bir başlık bulayım.” diye uğraşmıyorum;  başlık tam da dilimin ucuna geliyor. Başka bir şey olamıyor sergi isimleri…
 
Anarşizme “ek olarak” gelen bir yan unsur: feminizm. Yan unsur oluşuyla pek yetinememiş olmalısın ki, feminizmi, “politik söyleminin katığı” yerine koyduğun bir zamana denk düşüyor şu an ki duruşun. Öyle mi dersin?
 
Feminizm, Anarşizm’e yan unsur olarak gördüğüm bir politik duruştu önceleri… Şimdi feminizmin tek başına politik bir duruş olduğuna inanıyorum. Hem feminist hem anarşist de olunabiliyor; buna da Anarkofeminizm deniyor zaten.
 
“Anarşistim ve devrimciyim diyenlerin, feministi makbuldür.” demişliğin var. Bazen yalnızca bir cümle üzerine ya bir kitap yazılmalıdır ya da günlerce konuşulmalıdır. Sen en azından birkaç dakika konuşsan?
 
Muhalif olmanın gereği, sesi az çıkandan yana olmaktır; sesi az çıkana ses katmak, onu çoğaltmaktır. Muhalif olmak, egemen dilden arınıp egemen dilin kodlarını kırmaya çalışmaktır, eğer o kodları yeniden üretip kendinize “muhalif” diyorsanız hiç bir şey anlamamışsınızdır. Canımı acıtan şeyler bunlar… Bakıyorum, birileri kendine bir takım sıfatlar takmış, ortalıkta geziyor ama derdi yok ezberleriyle. Biri “Kürt sorunu yoktur. Sorun, yoksulluk sorunudur.” diyebiliyor. Diğeri homofobik olduğunu açıkça söylüyor ve bununla gururlanıyor. Kiminin kadınlara dair söyledikleri, kadınlara dair tavırlarıyla uyuşmuyor. Hepsi pozmuş bunların diyorum. İnandırıcılığı kalmıyor gözümde ve ben yine öfkelenmiş buluyorum kendimi.
 
Türk hareketi -her ne demekse- ve Kürt hareketi çekişmeleri sırasında gönüllerin yumuşaması, ya “Müslüman kardeşlerin birbirini öldürmesi” ya da “anaların ağlaması” üzerinden gidiyor gibi… “Kürt kadın kimliği”nin inşa edilmesine artık yeni ve başka şeyler lazım değil mi? “Ana”lık üzerinden gitmese savaş karşıtlığı keşke…
 
“Türk hareketi” diyemiyorum çünkü ortada bir egemenlik hali ve onun zulmü var. Ortada bir sorun var ve bu çözülmüyor. Söylüyorum, bağırıyorum, çığlıklar atıyorum, kendime ve karşımdakine zarar veriyorum; bu görünmüyor, doğal olarak tekrara giriyorum. “Analar ağlamasın, barış olsun” diyorsun çünkü bu talebin hiç karşılanmadı ki… İnsanlar bu tekrarlardan çok sıkıldı biliyorum; ben de çok sıkıldım, ne yalan söyleyeyim. Bu biraz şuna benziyor: Bir kadın bütün temizliği ve yemeği her gün kendisi yapıyor. Başta mızırdanıyor, sonra dili sertleşiyor sonra ise başka bir şey oluyor. Erkek de ona diyor ki “Öff, hep aynı şeyleri söylüyorsun!”. İyi ama sorun çözülmedi ki! Sen bu kadar çok tekrar etmeme ve dillendirmeme rağmen, bildiğin gibi davranmayı ve beni yok saymayı sürdürüyorsun. “Bir sorunum var. Mutsuzum.” diyorum. Durup dururken neden bunları söylemekten vazgeçeyim?
Savaşın daha çok annelik üzerinden gitmesi de ayrı bir konu… Kadın, cinsiyetinden tamamen arıtılmış. Sadece “anne”. Kutsal bir figür olarak önümüze konuyor ve bir sürü tuhaf kod, kadının üzerinden işletiliyor. Elbette savaş karşıtlığı diyorum ama burada giden gerçekten başka bir hikâye var… Onu anlatmak da sabaha kadar sürebilir…
 
Nedir sana göre “işkence”?
 
Öyle çok karşılığı var ki… İşkence, çocukluğum demek.  Diyarbakır Cezaevi demek. Annemin çığlıkları demek. Zincirleme giden travmalar demek. İşkence gören baba, çocuğuna şiddet uygulayabiliyor; oradan da başka bir şey çıkıyor. Sürüpgiden bir hikâye… İşkencenin bütün bunların da ötesinde bir anlamı var artık benim için: gündelik hayatlar birer cehenneme dönüştürüldü. Birini alıp, hücreye tıkıp, orada ona işkence yapılmasına çok da gerek kalmadı sanki… Zaten kıpırdayamaz hale getirilmiş ve eziyete dönüştürülmüş binlerce yaşam var. Vıdı vıdı üzerinden giden linç biçimleri bile başlı başına sivil faşizm. Bunu çok tehlikeli buluyorum ve muhalif çevrelerin de bu tür konularda yeterince dikkatli ve duyarlı olmadığını düşünüyorum. Oysa muhalif çevrelerin insanları, birbirlerinin yaşama alanını daraltmak değil genişletmek üzerinden hareket etmeli diye düşünüyorum.
 
Ülke içi ve dışından hani sanatçılarla gönül bağın var? İlla ki resim sanatçısı olması gerekmez…
 
İç-mihrak’ın kafa tutma biçimini ve işlerini seviyorum. Brahman Ghobadi’nin filmlerindeki sadelik ve sahicilik beni çok etkiliyor. Neriman Polat, Halil Altındere, Rauf Kösemen, Hale Tenger ve Banksy gibi sayamadığım daha birçok insanın işleri beni heyecanlandırıyor.
 
Çalışmalarının, satın alınarak senden “koparılması” nasıl bir duygu? Tamam, tabii ki kimse ekonomik kazanca sırtını çevirmez; ancak sanatın satılabilir olması, eh biraz ayrı bir noktaya denk düşüyor olsa gerek… Ne dersin?
 
Ben bu şekilde yaşamıyorum pek. İşlerim pek satılmıyor, çok nadirdir bu şekilde gidişleri. İşlerimi genellikle farklı yollarla kaybediyorum. Bir aidiyet duygusu veya iyelik eki yok işlerimle aramda. İşimi yapıp bitirdikten sonra, o iş benim dışıma çıkıyor. Biliyorum ki onu ben yaptım ve bunu hangi duygularla yaptığımı biliyorum; bu da bana yetiyor. Zaten bir de beğenmeme durumum var: “Hmm bunu yapmışım ama şimdi daha iyisini yaparım.” diyorum.  Hep bir yetmeme hali ve bir eksiklik duygusu yaşıyorum.  Elimden çıktıklarında çok mutlu oluyorum  - dolan bir hard disc’i boşaltmak gibi- ve şimdi çok daha farklı tatlarda işlerle doldurabilirim duygusu yaşıyorum.
 
 “Hayata Dönüş Operasyonu”nda Wernicke-Korsakoff sendromuna yakalanan bir bireyin hikâyesi canlandırıldı Çağdaş Sanatlar Merkezi’ndeki sergi açılışında. Sanat dediğimiz şey, öyle pek mutlu bir şey olmuyor ya da belki de olmamalı anlaşılan… Ya da şöyle sorayım: sanatın neyi olmazsa o sanat olmaz? Öfke var mı sanatında?
 
ODTÜ’den üç tiyatrocu arkadaşımızın desteğiyle, içime çok sinen bir performans oldu. Ortalama bir yıldır Wernicke-Korsakoff ile ilgili iş yapmak istiyordum ama bu durum resmin diline uygun değil. Enstalâsyon iş yapmayı da seviyorum fakat bu durum ona da uygun değil. Videonun dilini sevmediğim için video yapmak da istemiyorum. Geriye sadece bu seçenek kalmıştı… Bu iş, onların yaşadıklarının yanında belki bir toz tanesi ağırlığında bile değildir ancak yine de hiç dokunmamaktansa hatırla(t)mak iyidir diye düşündüm.
 
Öfke meselesini de tamamen kendi işlerim üzerinden yanıtlayayım. Öfkesiz de sanat olabiliyordur belki ancak ben pek ilgilenmiyorum… Ben “Sanatta öfke olmazsa olmaz.” diyorum çünkü bir derdin yoksa söyleyecek sözün de olmaz diye düşünüyorum. Bana bazı arkadaşlarım “ayrıntılar prensesi” der. İkili ilişkilerdeki beden dilinden, başka bir toplumsal duruma kadar her yerde korkunç düzeyde bir adalet ısrarım ve talebim var; bunu gerçekten dert ediyorum.
 
Bir de konu açılmışken, yapılan bu görsel sanatın, milletçe geçirmekte üstümüze olmayan hafıza kaybına karşı duran ve gönderme yapan bir birikim olduğunu düşünüyorum.
 
Evet, çünkü gündem beş dakika yerinde durmuyor/durdurulmuyor. Bizdeki kadar fırt fırt değişen bir gündemi olan ülkelerin çok az olduğunu düşünüyorum. Biz safi “ekşın”ız; doğal olarak da, beyinlerimiz eskileri silip yenilere durmadan yer açıyor. Yetişmeye imkân yok! Kiranı nasıl vereceğini ve taksitini nasıl halledeceğini düşünmekten, zaten imkân da kalmıyor. Cumartesi Anneleri gibi yüzlerce toplumsal hikâyeyi ve travmayı hatırlatmayı önemsiyorum.


Etiketler: kültür sanat
İstihdam