09/05/2011 | Yazar: Sarphan Uzunoğlu

Memleketimin seçim mevsimi geldi işte. Her kürsüden aday adayları, adaylar, başkanlar, planlar, gelecek tasvirleri fışkırıyor.

Memleketimin seçim mevsimi geldi işte. Her kürsüden aday adayları, adaylar, başkanlar, planlar, gelecek tasvirleri fışkırıyor. Sanki demokrasi çok olanın azı yönetmesiymiş, muktedir olmayı talep etmekmiş, toplumsal olarak cemaatlerin çıkarlarının ayrı ayrı eşit temsili demokrasi değilmiş gibi hepimiz yeni iktidarımızı ve olası gücünü tartıyoruz. Durum net: Tarih boyunca erkin boyutlarını tartışan insan evladı Türkiye'de tüm ezilenlerin üstünde kırbacını sallayacak yeni efendisini seçiyor ve onun ne kadar güçlü olabileceğine dair tahminler yürütüyor.
 
Bugün mecliste olan partiler için durum biraz parlak. AKP, BDP, CHP ve MHP meclise bir şekilde sızabileceklerinden eminler, hatta AKP sahaya yenilmezlik unvanı ile çıktığından padişah kibrini aşan bir rahatlık da söz konusu. BDP'nin açıkladığı bağımsız aday taktiği de içeri sızmanın bir başka yöntemi. CHP ve MHP gibi kemikleşmiş tabanı olan nasyonalizmin iki ucu pis değneğini temsil eden partiler zaten orada olmaya hazırlar.
 
Süreçte adı bile anılmayan sosyalist partiler mi nerede? Akıl ve fikir sahibi bir halkın, bunca ezilmişlik altında güç ideolojisine değil, emeğe ve insaniyete bağlansa bir şekilde en azından “dinlemek” ihtiyacı duyacak bu partiler için her zamanki gibi iki seçim var:
 
Ya seçimlere kendi çatıları altında girip CHP'lilere “bu küçük partiler bizden oy çalıyor” yanılgısı yaşatacaklar ya da pazarlık masalarında nedense kendilerini asla dinlemeyen bir partiye (BDP) tabi olacaklar. Durum karışık. Baraj ya da çokluk meselesi, artık ulaşabileceği en acımasız makama ulaşmış.
 
Örneğin, LGBT bir adayı seçtirmek için altı oka boyun eğmek zorunda kalabilme ihtimali var. Kısacası barajlar üstümüze yıkılıyor. Bir işçinin meclise girmesi için 7 bin küsur lira bulması gerekiyor. Bu baraj su da umut da geçirmiyor. Geçirse de bizim üstümüze yıkılıyor. Sağ partiler (AKP, CHP, MHP) ve kimlik mücadelesi üstünden türeyen; ama kanımca sosyalist bir yanı bulunmayan BDP tarihsel misyonlarını yerine getiriyorlar. Aynı oyun, aynı şekilde, aynı aymazlıkla oynanmaya devam ediyor. Barajın çekileceği rakam tartışılıyor, barajın mağdur ettiği kitleler değil. Bağımsız vekil adaylığı dünyanın her yerinde haysiyetli bir adaylık tipiyken memleketimizde “başa iş almak” oluyor. Örneğin Kürt hareketi “bağımsız” bir adayı desteklemezse, arkasında da aşiret yoksa o adayın mecliste var olması neredeyse imkansız.
 
“Seçimler üstüne bir yazı yazar mısın?” dendiğinde yine kendimi ait hissettiğim tarafın bir şekilde mağduru olacağı, oy verdiğim ve muhtemelen bana dayatılmış olacak olan vekilin oy verdiğim ilde seçilemeyeceği bir sistem benim için bir şey ifade etmediğinden aklıma hemen 70'lerin başındaki sol hareketlerin parlamentarizme bakışları geldi. Şaşırtıcı olmamakla birlikte, kürsülerin önemsizliğine ve sokağın gücüne yaptıkları o vurguyu iki okumak gerekiyor. Devletin korkusundan çocuk bezine para akıttığı Kızıldere'de ve yurdumun çeşitli köşelerinde katledilmiş o kuşak için sandıklar bir şey ifade etmiyordu. Böyle bir sistem içerisinde sandıkların bana bir şey ifade ettiğini ben de söyleyemem. Bu yazıyı anarşist düzlemde yazdığım sanılmasın, tam aksine cumhuriyet ve demokrasi sistemlerinin şart olduğuna inanıyorum; ama “Temsili demokrasi kimi temsil ediyor?” sorusunu sormadan şıp diye oy vermeye damlamanın da çok onurlu bir davranış olduğunu düşünmüyorum.
 
Kısacası meclisteki dört parti dışında bize yine seçenek sunulmuyor. İşçilerle, köylülerle beraber yürüyenler, LGBT cinayetlerinde dayanışmaya ilk gelenler barajın altına takılıyor. Halk, siyaset namına faydasını gördüğü, sesini çıkaran tek kitleyle bağı koparılmış bir biçimde yine, yeniden çoktan seçilmişlere kağıtları dağıtıyor. Kağıtları yeniden dağıtmak istediğimden emin değilim. Dahası TİP dönemi benzetmelerini duydukça içim daha bir açılıyor. Aren Oportünizmi olsun, kendisi eski TİP'li olan Çetin Altan olsun, birçok ismin tarih sahnesinde bugün durduğu yerin neresi olduğunu düşündükçe yeni TİP deneyiminden şüphe ediyorum. Hele ki o deneyim bir “ön seçim” ya da “demokratik güçler ittifakı” değil de işin arkasındaki siyasetin varsayımları üstünden şekillenecekse. Ufuk Uras gibi desteklediğimiz ama tepeden inmeliği ortada olan adayların meclise gidip beş yılda üç düzgün konuşma yapması benim gibileri sanırım rahatsız etmiştir.
 
Oy sandığına gideceğim Bursa'da tüm Türkiyelilerin, eşcinsellerin, kadınların, emekçilerin, öğrencilerin, bizim gelecek hayalimizin, bu çoktan seçilmişlerden kurtulduğumuz dünyanın temsilcisi olan birine oy vermek en büyük arzumdur. Bunun memleketin her tarafında bir hayal gibi görünebileceğini biliyorum; ama içimizdeki gizli CHP'li ya da gizli AKP'li yanlardan kurtulup, bir şekilde BDP'lilere de “bu oy emanettir; ama bu beni dinlemeyeceğiniz anlamına gelmez” diyemediğimiz sürece bir anlamı da yok. Biz başka bir dünya hayalini paylaşanlar oy vererek sistemleri değiştiremeyeceğimizi biliyoruz.
 
Atanan, oy vereceğimiz bölgede daha önce hiç çalışmamış, taş üstüne taş koymamış, yan yana hiçbir yürüyüşte yürümediğimiz, bir kez olsun yüzümüze bile gülümsememiş, semtleri bile doğru düzgün bilmeyen bir adayın bir anda milletvekili olarak kafamıza kondurulması ihtimali beni tedirgin ediyor.   Seçilmişlerin tasdikiyse mesele seçeriz. Bu memleket asırlardır özgür olmamışken, üstüne bir zincirlenmiş seçime daha gidiyoruz.
 
Ön seçimsiz bu dev piyango hepinize hayırlı olsun. Artık ne çıkarsa bahtımıza... Kara bahtımız mı demeliydim?
 

Etiketler: yaşam, siyaset
İstihdam