16/04/2010 | Yazar: Mahmut Şefik Nil

İtalyan Bakan ile Aliye Kavaf’ın, “Eşit Fırsatlar ve Cinsiyet Eşitliği” konferansında bir araya geldikleri konuşmalarını izliyorum.

İtalyan Bakan ile Aliye Kavaf’ın, “Eşit Fırsatlar ve Cinsiyet Eşitliği” konferansında bir araya geldikleri konuşmalarını izliyorum. Aliye Kavaf konuşmaya başladığı anda izleyiciler içinde olan bazı kişiler “Eşcinsellerden Özür Dile” yazılı dövizleri kaldırıp sessizce beklemeye başlıyorlar.

Canlıları, nesnelerden ayıran özelliklerden biri,  canlıların çevrelerindeki realite ile kurabildikleri seri ve anlık bağlantıdır. Bir canlı beynindeki özelleşmiş fonksiyonlar sayesinde çevresel uyaranları algılar ve uygun bir yanıt geliştirir. Bu yanıtın uygunluğu canlının içinde bulunduğu koşullar ve canlının kendi öz nitelikleri tarafından belirlenir.
 
Bu gözlemsel bilgileri Bakan Aliye Kavaf için güncellediğimizde ortaya birçok soru çıkmaktadır. İlkin Bakan neden tam önünde “kör göze parmak” misali kendisine bir şeyler anlatmaya çalışan insanları hiç görmüyor gibi davranır? Bir insandan doğal beklentiniz ona yönelik bir şey dediğinizde size bir tepki vermesidir. Ama Sayın Bakanın böyle bir tepki vermek bir yana, kafasını, okuma yaptığı kâğıttan bile kaldır-a-madığı görülmektedir.
 
İronik olan cinsiyet eşitsizliğinin demokrasilerde kabul edilemez olduğu cümlesini okurken, tam da önünde bahsettiği konu ile ilgili bir eşitsizlik durumu olduğunu ifade eden bir grup insanın var olmasıdır. Akla gelen olasılıklar Bakanın kendi önüne konmuş ve her ne olursa olsun seslendirmesi gerektiğinin kendisinden beklendiği bir metni okur gibi göründüğüdür. Yani eğer o metni bir bilgisayar programı okusaydı, o bir nesne olduğu için onunla temas kuramazdınız. Sanki böyle bir sahne izlemekteyiz. Bakan insan olmayı bırakın canlı olmanın en temel niteliği olan tepki verme fonksiyonunu bir nedenle kullanamamaktadır.
 
İşin gerçeği bu ülkede, siyasilerin, kendileri tarafından seçildikleri için gurur duyduklarını her fırsatta ifade ettikleri haklarına karşı olan bu tepkilerine alışığız. ‘Benim memurum işini bilir.’ diyerek hakaret eder gibi sırıtan siyasetçiden “Dün dündür bugün de bugün.” diyen en arsız pişkinliklere kadar birçok sahne var hafızamızda. İşin acı tarafı, bu arsızlıklar ve pişkinliklerin ‘siyaset sanatı’ olarak önümüze konarak kabul etmemizin beklendiğini görmektir. Kazara bir otobüste yan yana düşseniz konuşmak bile istemeyeceğiniz zihniyetlerin, siyasi deha olarak önümüze sunulması en azından “halkın” zeka seviyesinin ne düzeyde varsayıldığına bir işaret bile olabilir.
 
Mizah dergilerine kapak olan bu tavırlar, nedense siyasilerce hiçbir şekilde sorgulanmıyor ve değiştirilmeye çalışılmıyor. Tabanın oyunu kaybetme gerekçesi de belli bir noktadan sonra anlamını yitiriyor çünkü zaten bu tavır tabanın oyunu eritiyor. O zaman tabanın oyunu korumak ya da demokrasiye ait bir kavramla ‘seçenlerin temsili’ hiç de temel kaygı gibi görünmüyor. Daha temelde olan bir arzu daha derinden belirleyici oluyor.
 
Tarih boyunca siyasilerin ya da yöneticilerin, kendi haklarına göre ayrıcalıklı konumların getirdiği faydalardan yararlandıkları gözlenen bir olgu. ‘Tanrının oğlu’ konumu ile tarihte görünür olan krallar günümüz koşullarında yerini seçilmiş siyasetçilere bırakmış durumda ama onların yaşam tarzlarına baktığınızda krallardan hiç de farklı olmayan imkanlara eriştiklerini görmek zor değil. Oturdukları evler, çalışma koşulları, aldıkları maaşlar, hak ettikleri için sağlanan emeklilik imkanları, onlarsız tuvalete bile gidemedikleri korumaları, geçtikleri sokaklarda yarattıkları terör niteliğindeki törenleri, hiç de sırıtarak ifade ettikleri gibi halktan biri gibi yaşadıklarını göstermiyor. Dini, milli, sosyal, siyasi görüşleri ne olursa olsun bu yaşam tarzını bir hak olarak görüp sorgulanmasına bile yanaşmıyorlar.
 
Aliye Kavaf’a dönersek arkasına saklandığı ve satır satır okuduğu metnin içindeki kavramlar göz önüne alındığında; ateist bir imamın, tek tanrı inancını anlatan bir vaazı kadar inandırıcı duruyor. Salondaki insanlar dışarı çıkarılmaya çalışılırken o kendini dinleyenlere ne kadar inandırıcı geldiğini sorgulamaktan çok uzak duruyor. Sanki onun hiçbir şey yapması gerekmiyor; sadece Bakan olması ve arkasına saklandığı erk ya da güç, onun her dediğini doğru kabul etmemiz için yeterli oluyor.
 
Aynı sahneyi, meşhur  ‘ıslak imza’ ile ilgili açıklamalarda da görmüştük. Elinin tersi ile belgeyi ‘Paçavra bu!’ diye iteleyen erk, omzundaki yıldızlara bakarak ona inanmamız gerektiğine öyle bir koşullanmıştı ki nasıl göründüğü hakkında en ufak bir muhakeme yapıyor ya da sorumluluk alıyor gibi görünmüyordu. İşin garibi o üniforma üzerinden çıktığında ya da o bakan olma unvanı sıyrıldığında geriye kalan insanı algılayamıyor bile oluşumuzun hiç bir önemi yokmuş gibi görünmesi.
 
Sokakta yürürken bile bize bakanların hakkımızda ne düşünüyor olabileceğine ilişkin değerlendirmeler yapan beyin fonksiyonu nasıl oluyor da böyle anlarda işlemiyor ya da hangi fonksiyon nasıl işleyerek bu pişkin tavrın sergilenmesine sebep olabiliyor? 12 Eylül’den sonra televizyonlarda işkence yok diyen paşa hazretleri, bir insan olarak tek başına kaldığı anlarda ne hissediyor? İnsan en azından bir utanma duygusu hissedileceğini varsayıyor.
 
‘Arkasından vurmak’ bir deyim olduğunda bile korkakça ve adi bir hareket olarak algılanırken, bir gazeteciyi Ermeni olduğu için arkasından vurup kaçmak nasıl kahramanlık olabiliyor? İnsanların duygusal ve cinsel yaşamlarına ait detayları, ses kayıtlarında isimlerini vererek yayınlayıp bizleri röntgenci gibi hissettirip utandıran gazeteciler nasıl oluyor da savundukları sistemin adil ve barışçıl olduğuna inanmamızı bekliyor? Tüm bu tutarsız muhakeme örnekleri, nasıl bir algısal süreçle beslenip bir ömürlük yaşamlarımızı cehenneme çeviriyor?
 
Yukarıdaki mekanizmanın anlaşılması, önüne geçilebilmesi adına sorulması gereken birçok soruyu içinde barındırıyor. Bu anlamda, alan çalışanlarımızca birçok çalışma yapılması gerekiyor. Bunun yanında insanları temsil etmek ve yönetmek için seçilmişlerin galiba önce insani reflekslerini harekete geçirmeleri gerekiyor. Öylesinizdir, böylesinizdir ama birisi size seslendiğinde bir tepki verirsiniz ki bu sadece insan olduğunuz için yaptığınız bir eylemdir. Ama o tepkiyi veremeyecek kadar küntleştiyseniz, insanlar tarafından insan gibi algılanma beklentilerinizi sorgulamanız gerekir. Neden insanlar kendileriyle konuşma yetisi olmayan apoletlerle, makamlarla, unvanlarla muhatap olsunlar ki? Bu beklentiyi haklı kılan hangi yaşamsal öneme sahip sisteme sahibiz ki? Bu erk sahipleri yaşamlarımızda olmasa kaybedeceğimiz ne var ki?


Etiketler: insan hakları, sağlık
İstihdam