11/10/2024 | Yazar: Mahmut Şeren
İfsat diye çemkirdikleri, toplumsal barışın kendisi. LGBTİ+’lara yapılanlarla er ya da geç yüzleşmeyecek mi bu toplum? Yüzleşemezse barış sağlanabilir mi?
Biri toplumun genelinin umut, ilgi, korku veya merakla yoğun bir şekilde takip ettiği, diğeri ise pek kimsenin umursamadığı ve sandıktan ümidin kesildiği düşünülen iki seçim yaşadık. Dozajı farklı olsa da her iki seçimin ortak bir yönü vardı. O da siyasi iktidar ve bileşenlerinin LGBTİ+’ları düşmanlaştırdığı bir seçim kampanyası yürütmesiydi. Tabii buna muhalefetin sessizliğini de eklemek gerekir ama ona daha sonra değineceğim. Ben bu yazıda son dönemde yaşanan siyasi gelişmelerin daha çok üniversiteli LGBTİ+’lar üzerindeki etkisine odaklanmaya çalışacağım.
Öncelikle çok özetle 2023 yılındaki o sihirli 14-28 Mayıs tarihlerinde yaşadığımız genel seçimlerin LGBTİ+’lar açısından nasıl geçtiğine bakalım. Bilindiği gibi ÜniKuir Derneği, bu konuda seçim sürecindeki aktörleri ve siyasi partileri izlediği genişçe bir rapor hazırladı[1]. Bu rapora baktığımızda genel itibariyle başta AKP olmak üzere Cumhur İttifakı bileşenlerinin LGBTİ+’lara yönelik aşağılama, düşmanlaştırma, hedef gösterme ve çarpıtma gibi yöntemlerle nefret söylemini benimsediğini ve seçim kampanyasının merkezine dahil ettiğini görüyoruz. Öyle ki Erdoğan’ın seçim sürecindeki 139 tane miting, açılış töreni, halk buluşması, basın toplantısı ve televizyon programında konuk olma gibi faaliyetlerinin 57’sinde LGBTİ+’lara yönelik ayrımcı veya nefret içerikli söyleminin olduğunu görmüştük. Bu durum, Erdoğan’ın seçim kampanyası süresince yaptığı konuşmaların iskeletinde LGBTİ+ düşmanlığının bir başlık olarak yer aldığını göstermektedir. Dolayısıyla bu iskeletin oluşturulması aşamasında politik olarak bu yönde karar alındığını ve bunun uygulandığını söylemek de mümkün. Zaten Erdoğan, kampanya döneminde Macaristan Başbakanı Orban’ın politikalarını örnek aldığını kendisi söylemişti[2].
Ayrımcı veya nefret içerikli söylemin yanı sıra siyasi partilerin LGBTİ+ haklarına veya LGBTİ+’ların durumuna ilişkin vaatleri de oldu elbette. Seçimin esas olarak iki ittifak arasında geçtiğini kabul edersek, Millet İttifakı bu konuda hiçbir politikayı açıklamazken Cumhur İttifakı bileşeni siyasi partiler bu alanı boş bırakmadı. AKP, MHP, YRP, BBP ve HÜDAPAR ile ittifakın dışında kalan Vatan Partisi vaatlerinde LGBTİ+’ların örgütlenmelerini, barışçıl faaliyetlerini, medyada yer bulabilmesini, kısacası LGBTİ+’ların eşit yurttaş olmalarını ve eşit yurttaş olma talebinde bulunmalarını engelleme vaadinde bulundular.
Peki muhalefet buna nasıl karşılık verdi? Tam bir sessizlikle. Evet, birkaç feminist, sosyalist veya sosyal demokrat siyasetçinin itirazlarını ve Yeşil Sol Parti ile TİP’in seçim bildirgelerinde yer alan birkaç cümleyi hatırlıyoruz. Onlar, kendi şerhlerini tarihe not düştüler. Fakat siyasetin kuralı hiçbir boşluk bırakmamak değil midir? İktidar, siyasi alanda oldukça politik bir tavırla LGBTİ+ düşmanlığını yükseltirken aynı düzeyde karşılık vermemenin sonucu ne olur? Herhalde bu durumda siyasi alanda düşmanlığın hüküm süreceğini, nefretin baskın söylem haline geleceğini, daha da tehlikesi karşısında hiçbir argüman bulamayarak sağlıklı bir tartışma ortamı sağlanamadığı ve hatalı fikirler çürütülemediği için bir süre sonra toplumun bir kesiminin bu fikirlere ikna edileceğini, bunun da örneğin nefret suçları gibi birtakım sonuçları olacağını öngörmek zor değildir. Muhalefetin her ne sebeple olursa olsun siyasi alanı sürüklediği ve toplumdaki etkilerini -bizim adımıza- göze aldığı durum budur.
Bahsi geçen siyasi alanda gençlerin ve üniversiteli LGBTİ+’ların nasıl yer bulduğuna bakmak gerek. Bilindiği gibi seçim sürecinden hemen önce LGBTİ+’ları düşmanlaştırarak “sapkın akım” olarak tanımlayan ve evlilik eşitliğini yasaklayan teklif, TBMM Anayasa Komisyonu’nda görüşülmekteydi. Komisyon toplantılarına LGBTİ+ karşıtı harekette yer alan sivil toplum örgütleri, uzmanlar ve akademisyenler çağrılırken hiçbir LGBTİ+ örgütü, hatta LGBTİ+ örgütlerinin dahil olduğu platformlar dahi davet edilmemişti. Komisyonda dinlenen Bilgi Edinme Değerlendirme Kurulu Başkanı Prof. Dr. Hasan Tahsin Fendoğlu, meseleye başkanı olduğu kurumun çalışmaları yönünden bakmak yerine akademik özgürlüğe dair pozisyonunu ortaya koymayı tercih etmiştir. Fendoğlu konuşmasında, “...Demin konuşmalarda, bu konuda bir dip akıntı olduğu üzerinde duruldu. Aslında bir dip akıntı değil de bir dip sel gibi bir şey de söylenebilir. Çok güçlü bir akım var, demin yüzde 4 olduğu söylendi. Üniversitede hâlen ders veren bir hoca olarak, anayasa hukuku hocası olarak bunu çok yakından görüyoruz. Bir de üniversitede yapılan seminerler, konferanslar, bunlar da bu konuda çok etkin ve cinsiyet eşitliğinin altına sığınılarak birtakım propagandaların yapıldığını görüyoruz…” diyerek LGBTİ+ hareketinin üniversitelerdeki yansımasına ve akademide LGBTİ+ haklarını içeren çalışmalara olan tepkisini dile getirmişti[3]. Elbette bu cümlelerde hakkını vermek gereken bir husus var. O da Türkiye’deki LGBTİ+ hareketinin bir benzetme yapılacaksa artık akıntı ile değil, ancak sel sözcüğüyle tarif edilebilecek olduğudur. Yine komisyonda dinlenen, bir insan hakları kurumu olması gereken Kamu Denetçiliği Kurumunun başındaki isim olan Kamu Başdenetçisi Şeref Malkoç da bu fikre katılıyor olacak ki “...Bu olay bir tsunami gibi geliyor. Eğer Aile Bakanlığı, Millî Eğitim Bakanlığı, Diyanet İşleri teşkilatı veya sivil toplum örgütleri bu manada -sadece itiraz etmekle ilgili değil- gerçekten sosyal faaliyetlerde bulunmazlarsa veyahut da buna ilişkin tedbirler almazlarsa bu bir tsunami gibi geliyor. Bir müddet sonra belki de hiç dönülmeyecek bir noktaya gelecek. Burada da en büyük tahribatı yine bu genç yavrularımız görüyor…” diyerek tsunami sözcüğünü tercih etmiştir[4]. Nasıl akıntı olarak başlayıp sele dönüştüysek, tsunami olacağımız günler de uzak değil elbet.
Erdoğan’ın da seçim kampanyasında aynı yoldan ilerlediği görülmektedir. Örneğin bir mitingte “Gençlerimizi değersiz, köksüz, şekilsiz kültür endüstrilerinin, kadınlarımızı kendilerini metalaştıran küresel rüzgarların velhasıl varlığımızın teminatı olan her bir toplum parçamızı ayrı bir tuzağın içine çekmek isteyen kirli oyunun koçbaşıdır. Bize buna razı göstermediğimiz, buna teslim olmadığımız, buna yol vermediğimiz için düşmanlar.”[5] sözlerini sarf ederken LGBTİ+ olmayı ve LGBTİ+ hareketini gençler için tehlike olarak tarif etmektedir. Aslında genel olarak LGBTİ+ karşıtı söylemlerin, tam anlamıyla hakikati değiştiren, çarpıtan ve yeni bir anlatı içerisine yerleştirme gayretinde olduğunu düşünüyorum. Çünkü bizi, varoluşumuzu, görünürlüğümüzü, hareketimizi veya taleplerimizi; yıkım diye tarif ederken aslında kendimizi inşa etmemizi hedef alıyorlar. Tehlike dedikleri, bizim için tek kurtuluşu ifade ediyor, yani örgütlenmeyi. İfsat diye çemkirdikleri, toplumsal barışın kendisi. LGBTİ+’lara yapılanlarla er ya da geç yüzleşmeyecek mi bu toplum? Yüzleşemezse barış sağlanabilir mi? Aile düzenini yıktığımızdan bahsediyorlar, oysa biz alternatif, şeffaf, eşitlikçi, özgürlükçü, herkesin kendisi gibi olduğu, sevgi bağlarının kalıplaşmış ve küründen ifadeler ya da geleneklerle değil gerçekten kurulduğu aileler kuruyoruz.
Siyasal şiddetin en kolay tespit edilebilecek halleri bunlar olsa da bunlarla sınırlı olmadığını biliyoruz. Siyasi saikle üniversiteli LGBTİ+’lara yönelik uygulanan idari ve hukuki baskıların kaynağının da bu politikalar olduğunu söyleyebiliriz. LGBTİ+’ların faaliyetlerinin yasaklanmasını vaat edenler, pratikte yalnızca onur yürüyüşlerini yasaklamakla ve hak savunucularını gözaltına almakla yetinmiyor. Özellikle üniversiteli LGBTİ+’ları çeşitli yöntemlerle baskı altına almaya, yıldırmaya ve açıkça zarar vermeye çalışıyor. Bunlar; fişleme, bakanlıktan alınan bursun veya öğrenim kredisinin mevzuatta hiçbir karşılığı olmamasına rağmen kesilmesi, yurttan atılma tehlikesi, üniversite kampüsünde yapılmayan bir eylem veya yürüyüş nedeniyle üniversite tarafından disiplin soruşturması açılması, polis tarafından aile aranarak onur yürüyüşüne katılınmasının ifşa edilmesi, kampüslerinin kültürünün bir parçası halinde gelen öğrenci topluluklarının kapatılması veya hiç kurdurulmaması gibi yöntemler. Üniversiteli LGBTİ+’ların özgü yöntemlerle hedef alındığını söyleyebiliriz. Zira üniversiteli LGBTİ+’lar, Türkiye’deki LGBTİ+ hareketinin dinamik yüzü, bugünü ve geleceği.
Tabii yukarıda bahsettiklerimin hepsi doğrudan devlet tarafından uygulanan baskı araçları. Bir de bu siyasal şiddetin, kamu gücü kullanılmadan özel yaşamlarımızdaki karşılığı var. Yani ev içi şiddetten, toplu taşıma araçlarında, okulda ya da sokakta lubunyaların gördüğü tacizden, akran zorbalığından, dijital şiddetten, işyerinde ayrımcılıktan, nefret suçlarından bahsediyorum. Siyasetçilerin miting meydanlarında prompterdan okuduğu matbu metinlerde yer alan nefret söylemleri dile getirilince uçup gitmiyor. Yayılıyor, birilerini “ikna” ediyor, harekete geçiriyor ve toplum içerisindeki farklı grupları ayrı ayrı kutuplara sürüklüyor. Yani muhalefetin sessiz kalarak bizim adımıza göze aldıkları arasında bunlar da var.
Bugünlerde Türkiye’de belki biraz başka bir siyasi iklim var. Genel seçimlerden sonra meydana gelen yılgınlık, umutsuzluk ve boşvermişlik hali azaldı mı emin değilim ama muhalefetin elde ettiği başarıdan doğan bir şaşkınlık ve memnuniyet var. Ancak unutmamak gerekir ki bu seçimin tek sonucu muhalefetin başarısı değil. Yeniden Refah Partisinin, ciddi bir oyla seçimin üçüncü partisi olmasının elbette hem genel olarak hem de LGBTİ+’lar için bir anlamı var. Muhalefet, bu durumu da daha önce olduğu gibi daha muhafazakar, daha sağcı politikalar ile okursa hata eder. AKP’ye karşı AKP’yi taklit ederek başarı elde edilemeyeceğini gösteren ve bu yöntemin siyasi literatürümüzden silinmesine yetecek tecrübelerimiz doygunluğa ulaştı. Kaldı ki Yeniden Refah da başarısını AKP’yi taklit ederek sağlamadı. AKP’den daha radikal ve daha popülist politikalarla, yani kendi kimliğini oluşturarak sağladı. Bu tehlikeye karşı cevap ılımlı muhafazakarlık olursa, radikal ve popülist politikaların daha geniş bir taban bulması kaçınılmaz olacak. Tam tersine daha çağdaş, daha ilerici, daha özgürlükçü, tam anlamıyla kamucu politikalar üretmek elzem. Küresel anlamda rüzgarın da buradan estiğini unutmamalıyız.
Yerel seçim sonuçlarının gerçekten bir kazanım olup olmadığına, herkes kendi yaşamına somut olarak nasıl yansıdığına göre karar verecek. Toplumda çeşitli beklentiler var; ekonomik refah, adalet, liyakat, iş güvencesi, özgürlük, huzur, hizmet gibi. Bu başarının ve iktidarın gerilemesinin LGBTİ+’lar için de bir kazanıma dönüştürme sorumluluğu muhalefetin üstündedir. Seçilen yerel yöneticilerin ve başarı elde eden muhalif siyasetçilerin, siyasi iklimdeki LGBTİ+ düşmanlığından kendini sıyırmasının tam vaktidir. Yerel yöneticilerin LGBTİ+’lara hangi hizmetleri nasıl vermesi gerektiği üzerine düşünmesinin, LGBTİ+ örgütleriyle tanışmasının, görüşmesinin ve işbirliği kurmasının, onur yürüyüşlerine gidip en önde korkmadan poz vermesinin vaktidir. Bunları yalnızca LGBTİ+’ların hakkı olduğu için söylemiyorum. Şöyle birkaç ay öncesine dönelim ve genel seçimlerden sonra ilk kimlerin ayağa kalktığına bakalım. Orada LGBTİ+’ları göreceksiniz. Yılgınlık ve umutsuzluk halinden en çabuk sıyrılıp mücadelesine devam edenlerin LGBTİ+’lar olduğunu söylemek hiç yanlış olmayacaktır. 28 Mayıs’tan yalnızca dört gün sonra Ege Üniversitesinde onur pikniğini düzenleyen, hem gerici faşist grupların hem de polisin saldırısına karşı direnen, yetmeyip Bilkent Üniversitesinde onur yürüyüşü düzenleyen bir hareketten bahsediyoruz. Dört gün sonra ortada kim vardı ki? Kimi muhalefet liderlerini seçimden sonra günlerce bir kez bile görmedik. Herkesin kader seçimi dediği, önemi elbette tartışılmaz olan seçimlerden sonra en çabuk şekilde LGBTİ+ hareketi toparlanmış ve buna da üniversiteli LGBTİ+’lar öncülük etmiştir. Üstelik seçimi LGBTİ+’ların geleceğini tehdit edenler kazanmışken oldu bu. Sözü getireceğim yer şu: Muhalefet, eğer başarısını kazanıma dönüştürmek istiyorsa, AKP’nin sebep olduğu türlü yıkımdan sonra yeniden yeşeren bir ülke yaratma gayesinde ise en önemli muhataplarından, ittifaklarından ve rehberlerinden biri LGBTİ+ hareketi olmalıdır. LGBTİ+ hareketinin direncinden, yaratıcılığından, politik birikiminden istifade etmenin ve artık hak ettiği değeri vermenin vaktidir.
[1] Cumhurbaşkanlığı ve 28. Dönem Milletvekilliği Seçimlerinin LGBTİ+ Hakları Bağlamında İzlenmesi Raporu, ÜniKuir Derneği, 2023.
[2] T.C. Cumhurbaşkanlığı. (2023, Mart 29). Cumhurbaşkanı Erdoğan, Macaristan Cumhurbaşkanı Novak Ile Ortak Basın Toplantısında Konuşuyor (Video). Erişim adresi: http://web.archive.org/web/20230805234002/https://www.youtube.com/watch?v=FUin7LRjqaU&ab_channel=T.C.Cumhurba%C5%9Fkanl%C4%B1%C4%9F%C4%B1
[3] ÜniKuir (2023, Ocak 31). Anayasa Komisyonu’nda yaşananlar “Yok artık!” dedirtmeye devam ediyor. Erişim Adresi: (https://www.unikuir.org/haberler/anayasa-komisyonu-nda-yasananlar-yok-artik-dedirtmeye-devam-ediyor-31-01-2023
[4] ÜniKuir (2023, Ocak 31). Anayasa Komisyonu’nda yaşananlar “Yok artık!” dedirtmeye devam ediyor. Erişim Adresi:
[5] Gazete Duvar (2023, Mayıs 4). Erdoğan’dan Giresun’da miting! #CANLI (Video). Erişim Adresi: http://web.archive.org/web/20230805233756/https://www.youtube.com/watch?v=t7JniCAkOB4&t=2083s 34:43
Kaos GL dergisi bir tık uzağınızda
Bu yazı ilk olarak Kaos GL Dergisinin Şiddet dosya konulu 196. sayısında yayınlanmıştır. Dergiye kitapçılardan veya Notabene Yayınları’nın sitesinden ulaşabilirsiniz. Online aboneler dergi sitesinden dergiyi okuyabilir.
*KaosGL.org Gökkuşağı Forumu’nda yayınlanan yazı ve çizimlerden yazarları ve çizerleri sorumludur. Yazının ya da çizginin KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki veya çizimlerdeki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.
Etiketler: insan hakları, eğitim, siyaset, araştırma, inceleme, yorum