23/08/2011 | Yazar: Emek Çaylı Rahte

Yan yana yaşamanın asgari koşulları ile tutarsız biçimde seyreden baskıcı tutumlar kent yaşamının ölüm ilanıdır. Muktedirler kendilerince ‘değişik’ atfettikleri grupları aşağı konumda görmenin ifadesi olarak hoşgörü’nün ardına gizlenirler.

Bir tarafta Londra’daki ayaklanmalarla bağlantılı olarak “çokkültürlülük projesi nerede yanlış yaptı? Yeni referans kaynakları neler olabilir?” gibi sorular, diğer tarafta “hoş olmayanı hoşgörmenin” güçlüğünden dem vuran Yeni Şafak yazarı Hayrettin Karaman’ın “islami açıdan makbul olmayanlara özel mekânlar ihdas etme” distopyası ve benzeri spekülasyonlar tartışıladursun, ben yazıya “Bir sosyal bilimci ne ile beslenir?” sorusu ile başlamak istiyorum. İçinde ya da dışında yaşadığı toplumun çelişkilerinden, farklı taraflardan bakanların üretici tartışmalarından, sonunda kendisini nasıl bir tutsaklığın bekleyeceği kaygısı gütmeden özgürce yazma ve konuşma pratiğinden beslenir insan. O nedenle soruyu daha genel sormalı: İnsan ne ile beslenir?
 
Feuerbach’ın “insan ne yerse o’dur” (Der Mensch ist was er isst) sözünü çağrıştıran bu sorunun bu yazıda sorulmasının nedeni gündelik yaşamı içine derin biçimde hapseden cepheleşme halinin yarattığı girdap. O nedenle bu sorunun yanıtı esasen, büyük harflerle, SOKAK’tır.
 
Kentin ruhsal yaşamını tartışan kentbilimci Georg Simmel ve de kentin sıkıntısını şiirde anlatan Baudelaire, kent kültürünü farklılıkları yaşama meselesi; sınıf, yaş, ırk ve zevk farklarını yaşamak ve bu farkları tanıdık yerlerin dışında, sokakta yaşamak olarak düşünmüşlerdir. Farklılıkları, başkalığın yarattığı tahrikler, sürprizler ve uyaranlar olarak görmüşlerdir. İnsanlar doğuştan gelen eğilimlerini geliştirme fırsatını kentte bulurlar. Aykırılık ancak birbirine bağlılığı az olan insanların kalabalık kentlerinde mümkün kılınan bir özgürlüktür. Richard Sennett bunu “kentin ahlaksal düzeni, kent üzerinde tek bir ahlak düzeninin olmayışıdır” sözleri ile ifade eder.
 
Sokak, en çok da kentte insanların birbirine açıldığı, asla geçilemez kalın çizgilerin silikleştiği bir karşılaşma mekanıdır. Ancak bu karşılaşma hali, farklılar hiyerarşisine, zoraki bir hoşgörü ya da lütfedilmiş bir tahammüle dönüştüğünde yerini savaşvari çarpışmaya bırakır. 
Yan yana yaşamanın asgari koşulları ile tutarsız biçimde seyreden baskıcı tutumlar kent yaşamının ölüm ilanıdır. Siyasal olarak üstün durumda olduğunu hisseden muktedirler kendilerince “değişik” atfettikleri grupları aşağı konumda görmenin ifadesi olarak hoşgörü’nün ardına gizlenirler. Oysaki hoşgörü gündelik pratikte bir eşitsizlik ilişkisini içerir. Hoşgören konumda olan güçlü konumda olandır. Bu elbette hoşgörüye gereksinim duyulmadığı anlamına gelmez. Hele ki içinde bulunduğumuz şu günlerde. Ancak hoşgörü, tahammülle değil, kabullenme ile inşa edildiğinde eşitsizlik ilişkisi olmaktan uzaklaşabilir.
 
Görünür farklılıkların biraradalığının kozmopolit örneklerinden biri olan/olması beklenen/temenni edilen İstanbul ve bir karşılaşma mekanı olarak Beyoğlu, yerel yönetimlerin tahammül ve tahammülsüzlük arasında yalpalayan hoşgörü rejimleri nedeniyle tartışmalara konu oluyor. Kaldırımlardan toplatılan masalar ve sokak sanatçılarına yönelik, yönetimden yetki alan tacizler Türkiye’de yaşam tarzlarına yönelik tehditin sürekli farklı söylemlere bürünerek var olma çabası içinde olduğunu düşündürüyor.
 
Bu hoşgörü lütfetme hali Can Yücel’in mezarına yönelik saldırı ile de ilişkilendirilebilir. Şairin mezarına şarap dökme ile gerçekleştirilen anma etkinliği, iktidar partisinin Datça ilçe başkanı tarafından inançlara, geleneklere, manevi duygulara küfür olarak yorumlandı ve Başkan sorumluların peşini bırakmayacaklarını haykırarak bir hedef gösterme klasiğini yerine getirdi. İlçe başkanının şu sözleri “Biz kimsenin içkisiyle uğraşacak değiliz. İstedikleri kadar içip istedikleri kadar sarhoş olabilirler… Ama bazıları milletin değerleriyle alay etmeyi, milletin manevi duygularıyla oynamayı zevk haline getirmelerinden dolayı bu saçma sapan olayı gerçekleştirmek istemişlerdir… Unutmasınlar bu olayın bir daha tekrar olmaması için var gücümüzle çaba sarf edip yetkililerin atacağı adımların takipçisi olacağız” hem “ucube”, “saçma” gibi aşırı öznel yargıların siyasette nasıl bir dışlama ve baskı mekanizmasına dönüşebildiğinin kanıtı hem de hoşgörü lütfetme ile tahammülsüzlük arasındaki kolay aşınan sınırın.
 
Değerler ve inançlar aşırı kırılgan, korunmaya muhtaç bir çocuk gibi kollandığında hoşgörü çabucak infilak ediyor. “Biz” olmaktan alınan güç, hele ki bu güç, siyasi iktidarla taçlandırılıyorsa, tahammül lütfedilen “onlar”a karşı adeta bir savaş ilanına dönüşüveriyor. Bu savaş psikolojisi çift taraflı bir güven yitimi tesiri yarattığından olsa gerek, atılan her adım yaşam tarzlarına, özgürlüklere ya da muhafaza edilmek istenen manevi değerlere bir tehdit gibi algılanıyor.
 
Bu savaş ilanı en çok sokakları vuruyor. “Biz” ve “onlar” ya çarpıştırılıyor ya da gettolaşmış, “onlar”dan arındırılmış, tek renk sokaklar yaratma hayalleri kuruluyor.
 
Oysa sokak neyse insan o’dur. Dışarılarda patriyarkanın nefesini ensesinde hissediyorsa kadınlar, heteronormativiteden kaçmak için kendilerini küçük adalarına atmak zorunda kalıyorsa LGBT bireyler, tacizkar bakışlarla mahallelerden kovalanıyorsa “laikler”, “mütedeyyinler”, tüm ölümlerden ve felaketlerden sorumlu tutuluyorsa “Kürtler”; o zaman o sokaklar kendilerini yaşanmaz hale getiren insanların tahakkümünü taşırlar üzerlerinde. Sokağın hegemonyası vurur insanın yüzüne. Mutsuz yüzlerin arşınladığı sokaklar mutsuz sokaklardır. Sokağı savunmak gerekir.
 
Hacettepe Üniversitesi İletişim Fakültesi

Etiketler: yaşam, gezi/mekan
İstihdam