29/09/2010 | Yazar: KAOS GL

Güncel sanatın en önemli isimlerinden biri olan Halil Altındere ve onun “komplo yoldaşları”, Kürt sorunundan cinsiyet ayrımcılığına, militarizmden 12 Eylül darbesi

Güncel sanatın en önemli isimlerinden biri olan Halil Altındere ve onun “komplo yoldaşları”, Kürt sorunundan cinsiyet ayrımcılığına, militarizmden 12 Eylül darbesine “yıkılmadık tabu” bırakmıyorlar.
 
Son zamanlarda sayıları artan galerilere ev sahipliği yapan ve geçtiğimiz hafta, bir takım sakinlerinin, galeri açılışlarına katılanlara attıkları meydan dayağıyla gündeme gelen Tophane sokaklarında sadece “İçki içen sanatseverler” değil “Bu Bir Halil Altındere Komplosudur” başlıklı duvar gazeteleri de göze çarpıyordu. 
Tophane Tütün Deposu bir süredir “Fikirler Suça Dönüşünce” isimli sergiye ev sahipliği yapıyor. Halil Altındere, küratörlüğünü yaptığı diğer güncel sanat sergileri gibi “Fikirler Suça Dönüşünce”de de muhalif ve provokatör bir söylemle, -suni gündem yaratma derdine düşmeden- mevcut gündemin içinden oldukça sert bir sistem eleştirisi sunuyor. Güncel sanatın ülkemizdeki en önemli isimlerinden biri olan Halil Altındere ve onun “komplo yoldaşları”, Kürt sorunundan cinsiyet ayrımcılığına, militarizmden 12 Eylül darbesine “yıkılmadık tabu” bırakmıyorlar bu defa da. Bir polis barikatını aşarak girilen sergi, herkesi “suç işlemeye” davet ediyor. Bu davete en başta Tophanelilerin icap etmesini ve tez elden “suçlarının” karakterini değiştirmelerini dilemek bir hayal olmasa gerek.

“Fikirler suça dönüşünce” ne anlatıyor? 
Tek bir şey anlatmıyor aslında, daha önceki sergilerimde olduğu gibi, ağır-aksak anlatılar kurmak yerine, gösteriyor, göstermeye çalışıyor. Güncel politikadan, güncel sanata ve onun kendi iç sorunlarına; Türkiye bağlamında düşündüğümüzde sosyokültürel değişim ve dönüşümlere, bununla birlikte bu değişim ve dönüşümlere kapılarını sıkı sıkıya kapatmış inanç kesimlerine, elzem bir konu olarak militarizme, cinsiyet ayrımcılığına, Kürt sorununa, bununla bağlantılı olarak sancılarını hâlâ yaşamakta olduğumuz 12 Eylül darbesine uzanan geniş bir “sol-eleştirel” yelpaze çiziyor.

İzleyen herkes kendine yakın bulabilir sanki bazı suçları…
Sergide, izleyicinin karşısında durup iletişim kuramayacağı neredeyse bir tek iş bile yok. Bu demek değildir ki sergideki tüm çalışmalar, Türkiye eksenli güncel siyasete basıyor veyahut buradan besleniyor; hayır, daha spesifik, daha öznel, belki daha az travmatik, ancak kesinlikle daha açık bir dizi yapıt da var sergide. Ben laboratuarlarda üretilmiş kavramsal sanata ilgi duyan bir küratör değilim, hiç olmadım. Beyaz Küp’ün dışında kalmayı, “Sanat için sanat”, “Eğlence için sanat”, “Bilgi için sanat”, “Yaşam tarzları için sanat” ya da “Belirli bir zümre için sanat”ın ötesinde düşünüp, aynı zamanda eyleme geçmeyi daha yaratıcı bulduğumdan olsa gerek, sanatsal ve etik bir duruşu, bir ya da bin bir derdi olan sanatçılarla çalıştım. 

Bütün yapıtlar “suç unsuru” taşıyor mu?
Tek tek yapıtlarda “suç” unsuru aramaya gerek yok. İzleyicileri, sergi başlığındaki “fikir” ve “suç” kavramlarıyla maniple etmek de istemiyorum; ancak, tabii şöyle de bir şey var; “Fikirler Suça Dönüşünce”, ilk elden, tüm serginin suça dönüşmüş ya da dönüşmesi muhtemel fikirlerden (yapıtlardan) oluştuğunu söylemekte. Diğer taraftan, son derece bireysel, kişinin kendine, kendi bedenine karşı işlediği bir “suç” üzerinden gitmek de mümkün

Bazı suçlar çok “yerel”…
Kimi yapıtlarda “suç”a dair bir im olmasa da, bizim “sıcak” coğrafyamıza ait “sıcak” okumalar yapmak da mümkün olabiliyor. Örnek bir çalışmada Aşk ve Şehvet Tanrısı Eros, sapanla taş atan kanatlı bir çocuğa dönüşmüş. Bu tür bir çalışma her ne kadar sanatsal, tarihsel ya da mitolojik referanslar taşıyor olsa da, siyasi literatüre “Taş atan çocuklar” olarak geçen, bana göre siyasi ve toplumsal sonuçları taş atmaktan daha ağır travmalara yol açmış daha farklı bir alt metne de dokunabiliyor. 

Militarizm, her zaman büyük “suç unsuru” taşıdığından olsa gerek, serginin temel akslarından birini de oluşturmuş…
Ana mekanı sağdan turlamaya başladığınızda, sözünü ettiğim o militarist eleştiriyle ya da göndermelerle karşılaşıyorsunuz. Tam karşınızda, kavanoza hapsedilmiş “Son General” heykeli durmakta. Bu genel anlamda, uluslararası militarizmin eleştirisi, bununla birlikte Ergenekon tutuklamalarında gözaltına alınan rütbelileri de çağrıştırmakta. Daha ileride, YAŞ krizi, iktidar ve ana muhalefet savaşları, Kemalizm, laiklik gibi öğeleri de bünyesinde barındıran bir çalışma “Son General”. Gündem dışı değil, bizzat gündemin içinden akıyor.

Kimsenin ‘Anlamıyorum’ Demesini İstemiyoruz
Sanatınızın kolayca anlaşılmasını dert ediniyorsunuz diyebiliriz değil mi?
Hem kendi bireysel üretimlerimde, hem küratörlüğünü yaptığım sergilerde ya da editörlüğünü yaptığım yayınlarda “elit-elitist” bir kitleye hitap etmekten; soyutçu, ön hazırlık gerektiren işlerden hep uzak durdum. Bu ne demek? Bir yapıtın sanatçının atölyesinden buraya, sergi mekanına taşınırken, kamyonet şoförünün de, üniversitedeki profesörün de yapıtla iletişime geçmesini amaçlıyorum. Tabii algı farkı olacaktır, fakat önemli olan ikisinin de kendi deneyimlerinden bir şeyler bulması, çıkarması. “Anlamıyorum” deyip, sırtını dönüp geçmesini istemiyoruz, anlaması için daha yalın bir şekilde anlatıyoruz. Sergi girişindeki polis kalkanlarıyla yüz yüze gelen herkesin farklı bir deneyimi var. İçeride olma, dışarıda olma, sergiye girerken barikatı delme ile çıkarken barikatı delme, taraf olma ya da bertaraf olma halleri vs.

“Sergiye girmeyin!” diyor adeta polis kalkanları... 
Tabii canım, suç işlemek istemeyen geri dönebilir! Bu sergiye gelen herkes bir şekilde suç işlemeyi deneyimleyecek, o barikatı delecek. Biz, izleyiciyi, içinde büyükten küçüğe, en masumundan, en ağırına işlenmiş suçların yer aldığı bir suç sergisinde, kendince bir suç işlemeye hem davet, hem de teşvik ediyoruz. 

Sistem Dışılığa İnanmıyorum
Güncel sanat sistem tarafından uysallaştırılmaya çalışılan bir alan, sistem karşıtlığını hangi zeminde sürdürüyorsunuz?
Sanatla paranın yan yana geldiği bütün dönemler problemli olmuştur. Sanat kimi zaman mitolojiyi resmeden, kimi zaman kilisenin emrinde dini kitapları resmeden bir araç olmuş. Kimi zaman saray yaşantısını resmetmiş. Her ne kadar modernizmle birlikte sanatçı özgürlüğünü kazanmış olsa dahi, bu durum çok uzun sürmemiş. 1950’ler ve sonrasında sanatın mekanlara, müzelere sokulmasıyla birlikte, sanat yapıtının metalaşmasıyla birlikte sanatçının bağımsızlığı, özgürlüğü de ortadan kalkmış oldu. Burada önemli olanın sanatçının kendi pozisyonunu net bir şekilde belirlemesi bence. Yıllardan beri söylediğimiz şey bu. Çünkü sistem dışılığa inanmıyorum. Hayatımızın farklı bir noktasında sistemle bir şekilde omuz omuza gelebiliyoruz. O yüzden de biz sistem dışılıktan çok, sistemin içinden, sistemi dönüştürmeye ilişkin çaba harcıyoruz, hem yapıtlarımızla, hem sergilerimizle. 

Sistemin dışında kalmak ne kadar mümkün bilmiyorum ama içinden değiştirmek mümkün olabilir mi? 
Sisteme dahil olmaktan, boyun eğmekten bahsetmiyorum; bizatihi, yine başın dik ama, sistemin senden beklentilerinin ötesinde kendin belirlediğin şeyler doğrultusunda, taviz vermeden ürettiğin zaman ne olacak? Sistemin kıyısında durmak demek daha doğru olabilir. 

Güncel Sanat parayı elinde tutanların da ilgisini çekiyor artık, değil mi? 
Müzayede evlerinde, Beyaz Küp galerilerinde dekoratif yanı ön planda olan, fikirsel ve politik yanı hiç olmayan yapıtlarla ilgileniyorlar… 

Yıkılmadık Tabu Bırakmadık
Sanatınızın temelini “tabu yıkıcılık” oluşturuyor. Neden? 
Biz ‘90’ların ikinci yarısında sanata girdiğimizde, sanat dünyasının çoğunluğu orta sınıf, uslu, sistemin aksaklıklarına fazla dokunmayan, daha kavramsal işler yapıyordu. Gündem o kadar hızlı değişiyorken ve ağırken neden sanatçılar buna duyarsız veya neden gündelik hayata ilişkin doğrudan eleştiren iş yok deyip başladık ben ve arkadaşlarım. Bu konuda hep yayınlar yaptık, dergi çıkardık. Art-ist Güncel Sanat Dergisi 10 yıl kadar sürdü. Yaptığımız sergiler aracılığıyla Türkiye’de yıkılmadık tabu bırakılmadı. O yüzden de “Seni Öldüreceğim İçin Çok Üzgünüm” (2003) zaten bir tehdit sergisiydi. Sonrasında “Serbest Vuruş” oldu 2005’te. Orada da yine taş üstünde taş bırakılmamıştı. Nitekim sergi katalogu toplatıldı polis tarafından. 301’den sergi ile ilgili dava açılmıştı bu aşamada. 2007’de de bu pozisyonumuzu sürdürmek için “Gerçekçi ol, imkansızı talep et” demiştik. İmkansızı yaratarak, sanatın dönüşen ve değişen yanını sanatçıların pozisyonlarıyla birlikte görünür kılmak adına o başlığı vermiştik. “Fikirler Suça Dönüşüyor” yaptığımız bütün sergilerin otobiyografik bir fotoğrafı aslında. Aynı zamanda bağımsız küratörlerin piri Harald Szeemann’ın 1969 tarihli “Kavramlar Biçime Dönüşünce” sergisine atıfta bulunuyor. 

İktidar Bütün Gözeneklerimize İşlemiş
Bir performansta tabut taşımıştınız… Tabutu evinize taşıdığınızı gören bir vatandaşın ihbarıyla eviniz basılmış...
Türkiye’de Satanist avcılığı başlamıştı. Ben tesadüfen siyah tişört giydiğim için ve yaptığım bir sergide sanat yapıtında tabut kullandığım için 155’e yapılan saçma bir ihbar sonucunda ironik bir şey yaşadım. Milliyetçi birisi ihbar etmiş. Bu, iktidarın bütün gözeneklerimize kadar işlediğinin en güzel örneği. 

Bu tip müdahaleler sanatçının cesaretini kırabilir mi?
Sanatçı “Bu yasak mı?”, “Başıma bir şey gelir mi?”, “İzin almalı mıyım?”… hiç bunları düşünmeden aklına gelen her şeyi yapabilme özgürlüğünü taşımalı. Bu çıplaklık olabilir, cinsel tercih olabilir, ideolojik pozisyonu belirleme olabilir ya da tam tersi çok sıradan bir şey olabilir. Ama onun bedelini ödeme cesaretini de göstermeli. Yoksa havada kalır söylediklerimiz. 
 
Sergilenen Tophanelilerin Kendi Hayatı
Sokaktakinin “Neymiş bunlar” demeyeceği bir üslup var sergide ama sokak taşla sopayla gelince…
O sokaktan “herhangi” birileri, sırf farklı düşünüyor, farklı giyiniyor, farklı konuşuyor ve hiç anlamadığı, anlamaya yanaşmadığı işlerle (Buna sanat diyoruz) uğraşıyorlar diye galerilerin vitrinlerini indirmeye kalkışırsa, oradaki etkinlikleri ellerinde demir sopalarla, biber gazlarıyla, “Allah! Allah!” nidalarıyla sabote etmeye, yöneticilerini tehdit etmeye, izleyicilerine cehennemi yaşatmaya çalışırlarsa ve bunu “Allah” adına yaptıklarını söyleyecek kadar ileri giderlerse, elbette ki “neymiş bunlar!” diyeceklerdir. Kendi hayatları işte o galerilerde sergilenen yapıtlar. Kendi hayatlarına bakmayı başardıklarında _ki buna pek niyetli görünmüyorlar- sorun da ortadan kalkacaktır. Şunu açık bir şekilde söylemek gerekiyor. Tophane’deki galeri baskını, ideolojik fırsatçılığın bir sonucu olarak gelişmiştir. Bunu başka türlü açıklamam da mümkün görünmüyor. 
 
Sistem Küfrünüzü Bile Baş Tacı Eder
“Fuck The Curator” dediniz ve ardından küratör oldunuz? Neydi göstermeye çalıştığınız? 
Sisteme küfür dahi etseniz sistem bu küfrünüzü alıp baş tacı edip, sanat yapıtı olarak onore eder sizi. Ben bir gün “Küfür edeceğim ve insanlar bu küfrümü vay ne iyi olmuş deyip gösterecekler” dedim. O yüzden de öyle demiştim. Nitekim bir ay sonra 2002’deki Manifesta Bienali’ne çağırıldım. Bir yıl sonrasında da bir küratör “Oh! It’s a Curator” diye bir sergi yaptı. Beni de sergisine davet etti. Bende “fuck you” diye cevapladım onu. O da çok hoşuna gitti. Onu da dahil etti dosyaya. Biraz da “Sanat nedir ve ne yöne gidiyor?”u göstermek istemiştim insanlara. Nitekim “Fuck The Curator” serginin posteri ve davetiyesi olmuştu. 

Küratörlük kavramıyla bir sorununuz yok yani. 
Tam tersi küratörlük sanatçıların işlerini kolaylaştıran, onlara para bulan, işlerini sergileyen bir müessesedir. İktidar, hırsı ve ego çok ön planda olursa cehenneme, güç savaşına dönüşür tabii. Ben de belki bir küratör sanatçı olduğum için böyle durumlarla yüz yüze gelmiyorum. Sonuçta bir sanat üreticisi olduğum için yaptığım sergiyi de bir yapıt gibi görüyorum.
 
Paris’te Yaşayabilirdik Ama Derdimiz Burayı Dönüştürmek
Düne göre daha “kabullenilir” durumda mı sizin çalışmalarınız?
Ben hiç bir galeriyle çalışmıyorum. Benimle çalışmak başını belaya sokmakla eş değer çünkü. Galerinin seni sırtında taşıyabilecek birikime ve donanıma sahip, ideolojik olarak da sana yakın olması gerekiyor. Güncel Sanat daha yeni kabullenildi. Bu kendi kendine olmadı. Biz ısrar ettik, pes etmedik. Şikayet de olur, yargı da olur, dışlanabilirsin de, geçinemeyebilirsin de, aç kalmış da olabilirsin. Ama biz hep doğru bildiğimizi yapmaya çalıştık. Yoksa sanat ortamını müzayede evleri, galeriler değil, sanatçılar değiştirdi. 
Biz burayı dönüştürebildiysek demek ki burayla ilgili bir şeyler yapıyoruz, Yoksa Londra’da, Paris’te yaşayabilirdik. ‘70 ya da 80 kuşağının bohem ressamları gibi yapabilirdik. Bar köşelerinde, Paris’te entelektüel solculuk yapabilirdik. Burada bir kültür işçisi gibi bileğimizin gücüyle bir ortam yaratmaya, dönüştürmeye çalıştık.

Etiketler: kültür sanat
2024