06/11/2020 | Yazar: Beren Azizi

LGBTİ+’ların öznellikleri silinerek, gönüllerde yatan kayıp lubunyanın bulunması uğruna maskotlaştırılmasına karşı homofobi ve transfobi karşıtı duruş meselesi haline geldiğini de düşünüyorum.

Şugariyet ve savaş: Yerli ve milli eşcinsellik için kayıp lubunya aranıyor! Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

2015’teki Haziran seçimlerinde AKP’nin seçimleri kaybetmesiyle çoğunlukla HDP’ye yönelik olarak kullandığı milliyetçi homofobi herkesin gönlünde yatan makul eşcinseli yaratması için bulunmaz bir nimete dönüşmüşe benziyor. Yatıp kalkıp AKP’ye şükrediyor olmaları gerekiyor, birçok yiğidimizi gönüllerinde yatan lubunyayı ararken “normal şartlar altında” karşılaşacakları suçlamalardan muhteşem bir bahaneyle kurtardı: “Ben sana değil AKP’ye güvenmiyorum. Ortam kötü.”

Aksine sana değil AKP’ye güveniyorum olmalıydı doğrusu. Kimse bu konuda lafı çevirmesin, homofobi kardeşiyiz. Huysuz Virjin’in ölümünden sonra “Huysuz Virjin karakterini yaratan” ifadesiyle taziyelerini sunan “çağdaş” kesim AKP’yi hepi topu bir karakteri “gerçek” sanmakla suçluyor ve bu “çağdaş” kesime göre Huysuz Virjin bir karakterden ibaret olduğu için aslında AKP ile aynı fobik dili konuşuyorlar: “Gerçek olsaydı yasaklanabilirdi, sansürlenebilirdi amenna! Sizin içiniz fesat!”

Oysa “çağdaşların” yıllardır beklediği “paşa” hayalini; AKP, Seyfi Dursunoğlu ve Huysuj Virjin arasında LGBTİ+ düşmanı derin ontolojik ayrımı yaratmasıyla altın tepside bahşetmişti.

AKP, özellikle Gezi’den beri başta HDP’ye yönelik sonrasında da CHP’ye yönelik seçim kampanyalarında artık açıktan homofobik ayrımcı söylemlerle seçim siyaseti yürütüyor. İşin garip tarafı AKP yiğidinin de gönlünde yatan LGBTİ+’lar yok değil. Bir yandan Onur Yürüyüşlerini gazlarken aynı gün Daily Sabah gibi gazetelerde, nedense İngilizce olarak, Başkan Erdoğan tarafından iftarda ağırlanan Diva haberleri geçiliyor. Bu anlamda “çağdaş” kesimle AKP, homofobik ve transfobik bünyelerindeki utancı ele güne karşı aşmaya çalışırken nasıl da birbirlerine benziyorlar: “Benim de birçok Legebeteli arkadaşım var!” (Onlara bir bak, onlar senin gibi mi? Kendine biraz çekidüzen ver. Ben fobik değilim sen fobinin nedenisin.)  

Bu legebeteli arkadaşı bulmak kolay değil. Kayıp lubunyalarını ararken AKP’nin seyri veyahut onun seküler versiyonu “çağdaş uygar” kesimin seyri veyahut da onun liberal demokratik versiyonu Friedrich Naumann Vakfı gibi yerlerde örgütlenen “liberal” kesimin seyri, her ne kadar şu an toptan kavgalı gibi görünseler de, Fransa’daki Front National’in seyrine nasıl da benziyor! Front National Başkanı J.-M. Le Pen[1] 1984 yılında “Eşcinsel yaymacılığı cezalandırmak gereklidir. Esasen yeryüzünü tehdit eden en büyük tehlike üçüncü dünya ülkelerindeki aşırı doğum oranı karşısında Batı dünyasındaki doğumsuzluktur. Bu nedenle şayet gelişirse eşcinselliğin bizi dünyanın sonuna götüreceğini düşünüyorum.” diye açıklama yaparken hemen on bir yıl sonra 1995 yılında “Front National’de eşcinseller vardır ama şatafatlı geyler yoktur. Onlar başka yere buyursunlar.” demişti.

Her yiğidin gönlünde makul bir lubunya yattığı gibi her yiğidin gönlünde onun anti tezi olan sakıncalı ya da şatafatlı gey, hadi daha dürüst olalım ibne de yatar. Bakınız magazin figürlerimiz dahi LGBTİ+ fenomenlere en faşizan homofobi biçimleriyle saldırırken eşcinselliğe değil ibneliğe karşı olduklarını söylüyorlar.

Burada işin ironik yanı ise her yiğidin gönlündeki lubunyayı ararken sistematik olarak inkar ettiği LGBTİ+’ların öznelliğinin aslında bu çeşitlilik sürecini yaratan şeyin ta kendisi olmasıdır. Herkes kendi “yerli ve milli” lubunyasını istiyor, seçici sansür ile makul LGBTİ+ idealinin peşinde koşuyor, bu da birçok birbirinden farklı LGBTİ+ için cazip hale geliyor, çünkü zaten LGBTİ+’ların öznelliği hep vardı ve var.

Bir ölüm kalım meselesi olarak ortaya çıkmış LGBTİ+ mücadelesinin yıllar içindeki kazanımları sonucu köşeye sıkıştırdığı fobikler bir yandan nefret dişlerini gösterirken diğer yandan gerçekler tarafından güçsüz bırakılarak LGBTİ+’larla müzakere etmeye mecbur kalıyorlar. Müzakere çoğu zaman karşılıklı asimilasyon ve reforma dayalı bir anaakımlaşmadır. Şiddet gören bastırılmış azınlık kimlikler çoğu zaman son çare olarak, bazı solcuların iddia ettiği gibi ya da hayal ettiği gibi ideal düzene giden bir “kavga” amacıyla değil, verili düzeni karşılarına alarak şiddetli direniş gösterirler; ama bu direnişler ironik bir şekilde can güvenliğine ve eşitlenmeye dair kazanç getirdikçe dönüşerek müzakere halini alırlar.  “Yakarsa bu dünyayı garipler yakar.” iyimserliği bir nostaljik homofobi olarak kalmaya başlar: “Ahhh ahh nerede o eski LGBTİ+ siyaseti!” Aradığınız lubunyaya ulaşılamıyor! Zira o gariplerin nasıl bir şiddetin içinden çıktıklarını, o şiddetin hayat karartıcılığını ve müzakere yoluyla, hadi revizyonizm diyelim, kişileri barışın kırıntısına duyarlı hale getirdiğini de görmek istemez bu gerçeklerden uzak iyimserlik.

“Davaya ihanet.” ifadesi baştan yanlıştır; çünkü ortada dava değil ezilen ve aslında oldukça heterojen, öznel kimlikler vardır. Demirtaş’ın Kürtler kendi hak ve özgürlükleri için bunca şeyi yaşadıktan sonra solcuların onlardan beklentileriyle hareket edemeyeceklerine dair sorduğu “Türklerle Kürtlerin ilk kez Cihangir’de mi karşılaştığını düşünüyorlar?” sorusu manidar. Tabii ki Türklerle Kürtler sadece Cihangir’de tanışmamışlardır ve solculuktan başka ortak kimliklerde önceden tanışmışlardır. Bunun nasıl yorumlanacağı yorumcuya kalmıştır; ama bu bir hakikattir. LGBTİ+’larla da siyasetle Sol’da tanışmamıştır. Sol’un ajandasına uymayan son derece liberal eşitlik müzakereleri olacaktır. Bu hakikatle de ne yapacağımız biz yorumculara kalıyor.

Dernek kurmak başlı başına bir müzakeredir. Başlı başına anaakımlaşmanın başlangıcıdır. Başlı başına toplumu ve onu yöneten güçleri demokratik bir şekilde LGBTİ+’lar lehine genişletme girişimidir. Dernekler, hükümet dışı/sivil, non governmental, bir toplum örgütüdür ama anti-governmental değillerdir. Homofobik sağcılar bu örgütlenmelere bilindik paranoyalar ve komplo teorileriyle karşı çıkarken Avrupa şüphecisi sol popülizmin “fon” retoriğinin de insanın gücü ele geçirdiğinde maddi yolsuzluk yapan gerçekliğine eleştiri olmasının yanında homofobik insanın solcuyken de meşru yollardan homofobi arayışı içinde olmasının sonucudur da. Fon eleştirileri her zaman iki yönüyle düşünülmelidir. Zira iki taraf da, Avrupa şüphecisi solcular ve ulusötesi kurum karşıtı milliyetçi sağcılar, gönlünde yatan kayıp lubunyayı ararken üçüncü tarafa karşı, ulusötesi anlaşmacı liberaller, fon eleştirilerinde her zaman samimi değillerdir. Fon bahane homofobi şahane…! diyelim kibarca.

Geçtiğimiz günlerde İstanbul Sözleşmesi üzerine yazdığım yazıda bir sonraki yazımın konusunun İstanbul Sözleşmesi’ni savunurken ılımlı homofobiklerin düştükleri açmazlarla nasıl baş ettikleri üzerine olacağını belirtmiştim. 

Dün öğleden sonra ise SPoD’un Şugariyet Ödülleri’nde Yılın İlham Perisi dalında aday gösterildiğimi öğrendim. Aday gösteren ve oy veren herkese teşekkür ederim öncelikle. Sonrasında Sevgili Emre Özfetiş’e uygulanan sansür sebebiyle jüri üyelerinin jürilikten ayrılmasının ve bazı adayların adaylıktan çekilmesinin ve de boykot çağrıları sonrası başlayan tartışmanın, açıklayıcı bir yazı yazma sorumluluğu getirdiğini düşündüm. Yalnız İstanbul Sözleşmesi hakkında yazacağım ikinci yazımla bu açıklama yazısını birleştirmeye karar verdim; çünkü çok fazla ortak yönü olan bir tartışma söz konusu.

SPoD’un ve fon vakfının sansürü sonrasında beni en çok şaşırtan İmamoğlu’nun homofobisindekine benzer bir inancın LGBTİ+’larca paylaşılıyor oluşu. Yani bunun baskıcı hükümete karşı mecburi bir takiye olduğu düşünülüyor. Hayır, böyle değil. Bu siyasi bir ayrışma. Judith Butler’ın Berlin Pride’a katılmayı ve orada kendisine sunulacak ödülü reddetmesi gene ırkçılık karşıtlığı ve liberal vatandaşlık çatışması üzerinden olmuştu. Dünya uzun süredir kayıp “yerli ve milli” LGBTİ+’larını aramaktadır, bu arayış esnasında da ayrışmalar yaşanmaktadır. SPoD’un “baskıcı hükümet” söylemleri ise tarafı olduğu LGBTİ+ siyaset biçimini itiraf edemediği için, hükümet baskısından tamamen bağımsız olarak da pek de yanında durmayacağı bir siyasete karşı pozisyonunu gizlemek için kullandığı bir retorik gibi görünüyor. Bir konuda haklı SPoD. Fon vakfının mağduru bir dernek değiller, failler; ama bir konuda da haksız, bu sansürün tek başlarına faili değiller, fon vakfıyla birlikte failler. Yani burada bazı kesimin iddia ettiği gibi Almanya vakıflarından fon alan “fakir” LGBTİ+ derneğinin “bağımsızlığını” yitirerek ehlileştirilmesi gibi bir durum yok. LGBTİ+ derneklerinin de öznelliği vardır çünkü. Herhalde her yiğit gene kendi gönlünde yatan LGBTİ+ derneğini tek gerçek sanarak onun dışına çıkanları “sistemin mağduru” olarak görmeye çalışıyor. “Kötülük” yakıştırılamıyor belki de…

Oysa, örneğin Türkiye’de İstanbul Sözleşmesi tartışmalarıyla süren homofobi neticesinde, İstanbul Sözleşmesi’ni savunan homofobiklerle Sözleşme’ye karşı olan homofobiklerin homofobileri çatışıyor. Birçok homofobi karşıtı muhalif ise İstanbul Sözleşmesi uğruna, KADEM gibi homofobiklerin nefret söylemlerine göz yumuyor, çünkü İstanbul Sözleşmesi’nden yana olan homofobikler en nihayetinde İstanbul Sözleşmesi’ni koruyor. İstanbul Sözleşmesi’nin kaderi bir grup homofobiğin diğer bir grup homofobiği bastırmasına bağlı hale geliyor. İşte liberal köprüler de tam buralarda kuruluyor. Böyle bir ortamda en işlevli ve gerçekçi siyaset orta yolcu liberalizm gibi görünüyor birçoklarının gözüne. Bu gibi çatışmaların ve bazı homofobiklerle kurulan köprülerin sonucunda da kaçınılmaz olarak “milli eşcinsel” üretiminin başladığını söylemek abartılı olmayacaktır. İşte hal böyleyken “Türkiye çok homofobik.” gibi total laflar havada kalmaya başlıyor.

Savaş, şugar, sansür ve SPoD meselesine gelirsek…

SPoD’un ve fon vakfının davet ettiği jüri üyesini biyografisi nedeniyle sansürlemesi hiçbir şekilde kabul edilemez. SPoD yapmak istediği siyasetle barışsın, kendine ve LGBTİ+ toplumuna dürüst davransın, en baştan aramızdan “sakıncalı” gördüğü LGBTİ+ aktivistlerini davet etmesin. Nasıl olsa LGBTİ+’lar kabul edilmeye iştahlı, aç ve muhtaçtır; kendi doğrularından onları küçük saygınlıklar bahşederek caydırabiliriz inancı oldukça aşağılayıcı. İnsanlardan hafızalarını silmeyi talep eden bu haysiyetsizleştirme girişimi her şeyden evvel LGBTİ+ fobik; çünkü LGBTİ+’lar küçük eşitlik ve saygınlık kırıntılarıyla her zaman en kolay asimile edilebilen maskotlar olarak görülmüştür. Tepeden tırnağa “LGBTİ+ dostu” heteroseksüellerin yönetimindeki Friedrich Naumann Vakfı’nı LGBTİ+’lara maskot muamelesi yapma haddinden men ediyoruz. Öncelikle vakfınızın eşitlik üzerine bir hayli düşünmesi gerekiyor. Dere geçerken lubunya değiştiriyorsunuz, herhalde baştan oturup düşünmediniz, “Okulumda erkek olup kız gibi davranan hoca istemiyorum.” denilerek mobbinge maruz bırakılan sonra da işgüzarlık yapılarak sosyal medya hesapları geriye dönük taranıp hakkında “terör örgütü propagandası” sebebiyle dava açılıp beraat eden bir LGBTİ+ akademisyenin savaştan bahsetme ihtimalini herhalde oturup düşünemediniz. Ya da nasıl olsa bunlar “eşcinsel”, “aşkta ve renkte” buluşuruz diyerek düşünme gereği duymadınız. SPoD’u baştan uyarsaydınız çağıracakları kişiler hususunda?

Yürüttüğünüz siyaset açıkçası her zaman bizi ilgilendirmiyor, liberal LGBTİ+’lar da vardır ve liberalizm heteroseksüellerin tekelinde değildir; ama homofobi ve transfobi bizleri ilgilendiriyor. Sizi LGBTİ+ fobi ile suçluyorum. LGBTİ+’ların öznelliğinin ciddiye alınmaması, onlara yönelik aynılaştırma ve siyasi pozisyonlarının LGBTİ+ olmaları sebebiyle şeyleşeceğine dair önkabüller aslında fobiktir.

LGBTİ+’larla ilişki kurarken eşit öznelerle ilişki kuramamanızın acı ve kutuplaştırıcı neticesini yaşıyoruz şu an. Bir tarafta siyasi duruşu baştan ciddiye alınmamış, hafızası silinmesi talep edilmiş, malumun ilamı olan biyografisi sansürlenmiş, tam da gene “kız gibi hoca” olması sebebiyle başına gelen şeyler yeniden gelmiş ve tarafınızdan şeyleştirilmiş bir LGBTİ+ aktivisti/akademisyen var, diğer tarafta da aslında sizin olmayan LGBTİ+’ların olan Şugariyet Ödülleri etkinliği ve bu etkinlikle hayat bulan, orada nefes alan, ikileme düşürülmüş LGBTİ+’lar var. Hiçbir derneğin ve vakfın, çağırdığı LGBTİ+ aktivistini istediği zaman gözden çıkararak şiddet uygulama ve şiddete daha da açık hale getirme hakkı yok. Çağırmasaydınız. Hiçbir derneğin Türkiye gibi bir ülkede oldukça tehdit altında aktivizm yürütmeye çalışan onlarca LGBTİ+ aktivistini ve LGBTİ+ etkinlikleriyle nefes alan LGBTİ+’ları böyle çıkmaz durumların içine atmaya hakkı da yok.

Emre, sansüre uğradığı halde susmakla sansüre uğradığı için konuşmak arasında konuşmayı seçti ve bu artık savaş karşıtı siyasi bir dayanışma meselesi olduğu kadar bir LGBTİ+ aktivistinin/akademisyenin her zamankinden daha çok ve daha meşru şiddete açık olmasına karşı durma meselesi de haline geliyor. Bunun yanında LGBTİ+’ların öznellikleri silinerek, gönüllerde yatan kayıp lubunyanın bulunması uğruna maskotlaştırılmasına karşı homofobi ve transfobi karşıtı duruş meselesi haline geldiğini de düşünüyorum.

O halde: Eşitleneceksiniz.

Kayıp lubunyalarınızı ararken sevgili yiğitler; şarkı söylerler beğenmezsiniz, konuşurlar dinlemezsiniz, şakalarına gülmezsiniz, yemeklerinden yemezsiniz, arkadaşlarını sevmezsiniz, saçlarını beğenmezsiniz, çok gülerle kızarsınız, ağlayınca da kaçarsınız, güzel bile bulmazsınız… İşin aslı yiğitler, siz lubunyalara fazla iyisiniz. Lubunyalar da hiç mükemmel değiller, belki de sıradan insanlar.

*KaosGL.org Gökkuşağı Forumu’nda yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. Yazının KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.

 

 



[1] Louis-Georges Tin, Çev: Melis Tezkan, Okan Urun, Homofobi Sözlüğü, XIII-XIV


Etiketler: yaşam
İstihdam