02/01/2011 | Yazar: Remzi Altunpolat

Geçtiğimiz sonbaharda Tophane’de yeni açılan sanat galerilerine yönelik olarak mahalle sakinlerinden sadır olan saldırılar, Türkiye’de güçlü tar

Geçtiğimiz sonbaharda Tophane’de yeni açılan sanat galerilerine yönelik olarak mahalle sakinlerinden sadır olan saldırılar, Türkiye’de güçlü tarihsel ve toplumsal temellere sahip, gündelik hayatı dipsiz bir şiddet sarmalı içerisine sokan “sürekli linç rejimi” üzerine yeniden düşünmeyi zaruri kılıyor. Kuşkusuz bu linç rejimi; ırksal, sınıfsal ve cinsel tahakküm ilişkilerinin beslediği nefret söylemine yaslanıyor. Her daim geçerli bir bahane icat edilerek meşrulaştırılan linç eylemleri, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin öteki olarak kodlayarak “makbul vatandaş” kategorisine dâhil etmediği tüm kesimleri (Yahudileri, Ermenileri, Rumları, Alevileri, Kürtleri, Romanları, Komünistleri, Eşcinselleri, Transları vs…) hedef alıyor. Devlet mutlak olduğu varsayılan şiddet tekelini “hassasiyeti yüksek” makbul vatandaşlarla paylaşarak onların, huzuru ve nizamı bozduğu düşünülenleri inzibati tedbirlerin yetmediği yerde “cezalandırmasına” imkân tanıyor. Bir idare etme tarzı olarak linçi kurumsallaştırıyor. Sonuç olarak linç, Tanıl Bora’nın ifadesiyle “kolektif bir utanç ve infial yaratacağı yerde sıradanlaşarak” toplumun ethosu haline geliyor. Varılan yer yine Bora’ya başvuracak olursak “medeniyet kaybı”nın ta kendisidir.[1] Bu nedenle Kaos GL’nin Ocak-Şubat 2011 sayısının dosya konusu olarak linçi belirledik.

Dosyamız, Tanıl Bora’nın aynı zamanda İnsan Hakları Ortak Platformu (İHOP) Diyalog dergisinin 7. sayısında yayınlanacak olan “Linç Kültürü Üzerine Birkaç Not” başlıklı yazısıyla açılıyor. Bora, Türkiye’de Kürtlere, solculara, eşcinsellere ve transseksüellere yönelik rutin siyasal saikli linç eylemlerinin yanı sıra siyasal olmayan linç vakalarının da nadirattan olmadığına dikkat çekiyor. Diğer taraftan linç konusunda toplumda çok büyük bir duyarlılık varmışçasına her yerde ve her vesileyle linçten söz ediliyor olmasının gerçek linçle ilgili duyarlılığı azaltıcı bir fonksiyona sahip olduğunu ifade ediyor.
Ali Akay, “Korku ve Ölüm Kalabalığı” başlığını taşıyan yazısında, her alanda başka başka saflaşmaların yaşandığı, tarafların birbiriyle derin anlaşmazlıklar içinde bulunduğu kaynayan ve kanayan bir Türkiye’de, korku ve ölümün önlerinden geçerek gittiğini gören kalabalıkları – ‘korku ve ölüm proletaryası’- birleştiren imgenin cinayet ve cinnet olarak yanı başımızda durduğunu vurgulayarak; bombalar, cinayetler, intikamlar, linç, korku ve keder içinde arabeskleşen toplumsalın en ucunda ölüm ve korkunun karşıladığını söylüyor bizlere.
Kaan Şimşekalp, “Pogrom ya da Ekstra Kurban Bayramı” adlı yazısında, linç ve pogrom kültürü sürecinin kökenlerini ele aldıktan sonra, Tophane olayın masaya yatırıyor ve bunun tipik bir pogrom örneği olduğunu vurguluyor.
Orhan Kandemir, “Düşleri Kafana Hapset, Karabasanları Sokağa Sal” başlıklı yazısında, iktidarın hukukunun sözcüklere dökülmüş terör olduğunu, ‘elinde pimi çekilmiş el bombasıyla, kendine emanet edilmiş canlara kast ederken bile zayiat olarak tanımladığı adına bir yığın evrak üretebildiğini ve yargıladığını, sonunda geriye kalan tek şeyin ise acı olduğunu söylüyor.
Bayram Şahin, “İktidarın Masrafsız Adaleti olarak: Linç (Vurun Kahpeye!) adını taşıyan yazısında, adil bir yargılama sisteminin olmaması ya da az olmasının, kişilerin durum veya durumlara karşı algı ve/veya doğrularının farklı olması yani farklılığın ve bir veya birden fazla kişinin daha fazla sayıda kişiyle karşılaşmasının linçin üç temel koşulunu oluşturduğunu; linçin politik gerçekliklerden doğduğunu ve hukuk sisteminin yetersizliğinin linçi her daim politik kıldığının altını çiziyor.
 
Yeliz Kızılarslan,Kalabalıklarda Yalnızlaştırılmanın Adı: Linç ya da Sinsi Ölümün Ayak Sesleri” adlı yazısında linçi, ‘kitlesel bir kalabalığın tek bir insanın üstüne nedensiz yere saldırması girişimi’ olarak tanımladıktan sonra Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink’in, uzunca süren bir linç kampanyası çerçevesinde, “Ermeni” olması nedeniyle kitlesel nefretin hedefi haline getirilerek öldürülüşünü hatırlatıyor.
İmge Oranlı, “Nefret Cinayetleri ve Kötülüğün Sıradanlığı” başlıklı yazısında Hannah Arendt’in ‘kötülüğün sıradanlığı’ kavramından hareketle nefret cinayetlerine eğiliyor. Hrant Dink cinayeti, Malatya Zirve Yayınevi katliamı, Ebru Soykan’ın öldürülüşü üzerinden Türkiye’de Müslüman olmayanlara karşı üretilen nefret ile translara karşı üretilen nefret her ne kadar farklı görünse de temelde benzer kaynaklardan beslendiğinin altını çiziyor. Bu iki nefret biçimi arasındaki ilişkinin ancak çoklu-düzen perspektifinden bakarak görebileceğini; kendini Sünni/Müslüman-Türk olarak tarif eden militarist erkek düzenin, hem erkeklik imgesini tehdit edene hem de ulusal kimliğini inşa ederken yok saydıklarına karşı nefret beslediğini ve yine kendi varlığını onların yokluğu ile beslediğinden kendini devam ettirebilmek için şiddeti ve nefreti sürdürecek mekanizmaları kurma zorunluluğu olduğunu belirtiyor. Kötülüğün sıradanlığı tam da bu noktada söz konusu mekanizmaların fark edilmemesi ve onlara karşı mücadele verilmemesi sonucunda gelişerek büyür ve kimi zaman tüm toplumu kapsayacak seviyeye ulaşır Oranlı’ya göre.
İdil Engindeniz, “Uzun Soluklu Bir Linç Örneği: Medyada LGBTT Kişiler” başlığını taşıyan yazısında, medyanın herhangi bir konuda, bir kişi ya da grubu suçlayıcı, hedef gösterici, aşağılayıcı vb. yayınlar yaptığında, söz konusu kişi ya da grupların doğrudan fiziksel şiddete maruz kalabildikleri gibi, söz konusu yayınların ‘en hafif’ etkisinin, toplumdaki nefret ve önyargıları beslemek, dolayısıyla belli bir kişi ya da grubun toplumdaki yaşam alanını daraltmak ve hatta yok etmek olduğunu vurguluyor. Diğer taraftan medyanın kullandığı dile yöneltilecek eleştirilerin öncelikle varolan medya sisteminin eleştirisinden, hemen ardından da o medyanın içinde bulunduğu toplumun ve genel olarak sistemin eleştirisinden bağımsız olamayacağını belirtiyor.
Dosyamızda ayrıca Murat Köylü’nün, linçe vesile olan/linçi sarmalayan nefret söylemi ve bunun medyadaki yansımaları üzerine bu konudaki çalışmalarıyla tanınan Yasemin İnceoğlu ile yaptığı “3. Sayfanın Nefreti” başlıklı söyleşi yer alıyor.
Bawer Çakır ve Yeşim Tuba Başaran, 6 Ağustos 2006'da Bursa'da sokaklardaki görünürlüklerini arttırmak için yürüyüş düzenlemek isteyen LGBT’lere yönelik, Bursasporlu Esnaflar Derneği Başkanı Fevzinur Dündar’ın günler öncesinden açtığı kampanya çerçevesinde kolluk kuvvetlerinin ‘gözetim ve denetiminde’ Bursaspor taraftarlarınca gerçekleştirilen linç girişiminin öyküsünü anlatıyorlar. 


[1] Tanıl BORA, Türkiye’nin Linç Rejimi, İletişim Yayınları, İstanbul, 2008; “Linç Açılımı”, Birikim, Sayı: 249 (Ocak 2010). 
 

Etiketler: yaşam
nefret