23/05/2011 | Yazar: Gülnaz DUMAN BİLGE

“(...) hayat bize mutlu olma şansı vermedi sevgili... biz kendimizden başka herkesin üzüntüsünü üzüntümüz, acısını acımız yaptık.

“(...) hayat bize mutlu olma şansı vermedi sevgili... biz kendimizden başka herkesin üzüntüsünü üzüntümüz, acısını acımız yaptık. (...) Kedilere ağladık kuşların yasını tuttuk. (...) Aslında ne güzeldir insanın insana yanması sevgili... ne güzeldir birinin derdine üzülmek, çare aramak. Ben bütün hayatımda üzüldüm hep yandım. Yaşamak ne güzeldir sevgili sevinerek, severek sevilerek düşünerek...[1] Yılmaz GÜNEY
 
 
Bir kitap okudum [2]-[3]...
 
Bir okulda parmak kaldırıyordu harfler, Cemal Süreyya’nın hocasının sorusuna. Maveraünnehir’in döküldüğü kuytuda, daha büyümemiş işçileri anlatıyordu, pamuk tarlalarına sürülmüş, çocuk yaştaki ufak gözlü heceler.
 
...
 
“Hep neden en çok 3 ya da 5 hanelidir bu yapraklar”, diye kendimize sorup durduğumuz travma halimize, yaşamın olabilecek en anlamlı yanıtlarını çökertip oturtmuş ağır bir karakterdi yazılanlar: Eylüllerin 12’si vuruyordu sırtından düşleri. Bursa bıçağı kesiyordu, yenlerin içinde kalan parçacıklarıyla bedenleri. Bölünüyordu Boğaziçi Köprüsü tam orta yerinden, madem on yıllarca cezaevinden görülemeyecekse o atlas, bir sevgilinin ve bir de yoldaşların gözbebeklerinden.
 
Nefes alamıyordu ünlemleşen eylemler; kimileri komutanların önüne korkudan, kimileri de işçilerin önüne coşkudan dizilirken.
 
Susamış, terlemiş bir kitaptı, off nasıl bitti... Ciltsiz, çıplak, işkencede.. Dilsiz, ahraz ve kör! Hem de nasıl!
 
Susmuş bir kitaptı bazen... her alındığında dili tutuluyordu. Düşler kekeme, düşler topal topal yürüyordu. Düşler yıldızlardan, bir örümcek ağının incecik telinde iniyordu gökyüzüne, tezgah tezgah işkenceden geçerken. Düşler dönüp dolaşıp, 21. yüzyılda çarmıha geriliyordu dinsiz imansız. Düşler, bil cümle aşka yatıyordu, medeniyet manyetosu, ucu açık unutulmuş kablolarıyla, bedenin üstünde iradeyi ararken. İsmi bilinmeyen, itiraf edilmeyen bir düştü bu. Kıblesiz bir namaz, muhatapsız bir niyaz, mahkemesinde yargılanamayan bir infazdı.
 
Nefes alışların en hızlılaştığı anlarda, virgüllerin hiç bitmediği sabır tahtlarında, sabunlaşıp eriyordu korku. Konuşmuyordu içinde tutuklular... kelimeler çözülmüyordu bu kitapta. Bazen yüzlerce işçinin içinde, bazen de yapayalnız bir hücrede, masallaşıp destanlaşıyordu ‘binbir gece’.
 
Kimsesi yoktu: anasız, babasız, eşsiz - yetim, dul, öksüz... O yüzden söylemiyordu yoldaşlar cellatlarına kimse’nin adını. Hayır, şimdi, matbaada değil; o dönemlerde tarih yazılırken...
 
Umurunda olmadığım bir kitap okudum. Sayfalarında umurumu, duygularımdan ters askıya geren.
 
Çözülmeyen bir kitaptı, öylesine yoldaşlar birbirine, bir yumak gibi sarılmış, dolanmışken.
 
Devrimci hareketlerdeki “yüzsüzlüğün o kadarının da görülmediği” [4] yıllardı... 12 Eylül’ün ihtişamından önce halkların, ihtişamından hemen sonra askerin, cezaevi idarecileri ve gardiyanların yıllardıydı. Zaman, 20. yüzyılın 80. yaşıydı. “En çok korkanın kim olduğunun seçilemeyeceği” [5] dönemlerde, hiç korkmayanların kim olduğunun barizliğinde geçen yıllardı.
...
 
Havasızlıktan ölüyordu, fareli köyün faresinin zindanlarda uyurken değil de, vicdanlarda uyanıkken, kemirdi-kemireceği insafı... kitap sararıyordu, yaşadıklarından değil de, ben okudukça üflerken, ciğerlerimden salsam da, şu nereye gideceğini bilmeyen dumanı.
 
Bir kitap okudum...
Onca sevdiğim nasıl da bir araya gelmişti bu kitapta.
 
Değil şu an adını yazmak, okumak bile haddimiz mi ki!’lerin eylemlerini okudum.. Ne kadar üzüldüm, Avrupa’nın bu diplomasi devrimciliğinde yaşarken, ‘5 anarşist’ denilenlerin, hastaneyi basıp, yoldaşları Fatih Öktülmüş’ü kaçırdıkları komünistlikten.
...
 
Yemek yemeyen, açlıktan midesi burkulan bir kitaptı.
 
Hele o yetmiş beşşşşşinci gün, nasıl da kendini bilmez bir takvimdi. Apo, Hasan ve Haydar bildirdi, kapandı kapanacak gözleri şaşırtan gece ve gündüze haddini... Göğsü, nasıl da bir dergahtı Fatih’in. Nasıl da bir eylemdi ölümlerin orucu. Ölüme yatanı geçtim, okuyan insanın bile içi çürüyordu.
 
Ölmek üzere olan bir kitaptı yani... Adı ‘kalleş’ kalan bir ölüm oyunu.
...
 
Bazen, şalgam şalgam dökülüyordu en yoldaş sohbetler ranzaların üstünde. Adana sıcağı, okurken bile dağıtıverdi, tırnakları yıldırım olmuş, cadı bulutları okuyucunun tepesinde.
 
Kimi zaman o üzen kitabı okudum ama...
 
İşte, destanları yaratanlar vardı: Fatih vardı. Osman vardı. Aysel vardı... Yoktu ama bu kitapta, aslında Newal[6] de vardı. Kalp atışlarımın sesi vardı çevrilen sayfaların sesini bastırarak.
 
Siz, hakkında yalnızca üç satır okuduğunuz birisini örnek al’dınız mı?
Al’mak isteseniz de, ulaşamayacağız bilinçte kadınlar vardı: Songül vardı, Selma vardı... Etrafta bir, zakkumun zıkkım ölümü vardı, kanser gibi tek tek gencecik kızları al’an. İçimde onlara bir hayranlık vardı, teyzemin son dinlediğim ağıdında, annemin üzerine eğilmiş söylediği, onun yerini al’mak istediği anki gibi kıskanan.
 
Güverteye çıkmış bir yaşam, kendini nasıl da suya bırakıyordu yoldaşı için çatışan: Yani, Osman Yaşar Yoldaşcan vardı.
 
Az sonra, başındaki devrimciliğin gelin tacıyla, nasıl da babasının emniyete teslim ettiği Songül Kayabaşı işkencede katledilecekti. Okurken, 6 satırlık paragrafı kaç kere arka arkaya, sanki anlamayan, sanki daha önceden hiç de bilmeyen, sanki ilk kez, heceleyen bir okur vardı...
 
Şairim Adnan Yücel’e, “Yeryüzü Aşk’ın Yüzü Oluncaya Dek” dedirtenlerin ta kendileri vardı.
...
 
Kimi zaman, bir tünelin içinde, yüzüne toprak dökülüyordu kitabın: Sanki toprağın altında değil, zaman tünelinin içinde kalıp, bir daha ‘gün’ yüzüne çıkamayacak ‘gece’ler vardı.
 
Ve her bölüm’de, sonunda yüreğine firar eden bir kitaptı, sürgün olduğu hücresi küçülürken, direnişçilerinin kalbi ise, genleşip büyüyen.
 
Tuhaf bir kitaptı yani: Yaşamı seven ama, ölmek isteyecek kadar da kendini infilak ettiren.
 
Ben anlatamam bu kitabı... Siz okuyun!
 
Tıpkı Yılmaz Güney’in mektubundaki öz gibi; acının dibine batsa da, kedilere ağlayıp kuşların yasını tutarken; seven... sevinen... ama sevilen de okkalı bir mesaj vardı...
...
 
Bu, bir kısmımız için toplumsal hafıza, bir kısmımız için muamma, devlet tarafında ise hala sorumlularının yargılanmadığı cunta olan yılları, özellikle gençlerin, gerçeği arayanların, o gerçekte kendi hatıraları ile acılarını köşeye saklayıp da, arada bir çıkarıp yalnızca bir tutam hüzünle tarayanların okuması gereken bir kitap.
...
 
Kitabın içeriğinde...:Kitapta, 12 Eylül öncesi yükselen devrim yıllarından, hemen ertesindeki ‘askıya alınmış’ ve hala da o askıda duran devrim yılları anlatılıyor. Adana’sıyla, İstanbul’uyla, Malatya ve Kırşehir’iyle, hücre evinden, ceza evine kadar, hücrelerinden, tünellerine kadar, eylemlerinden teslimiyetine kadar, istiklal marşı ve tek tip elbisesinden 84 Ölüm Orucu’na kadar, silahından, bildirisine kadar, bir silahlı eylemin hazırlanışından gerçekleştirilmesine kadar, gözaltına alındığınız o dakikadan 96 gün süren direnişinizin hücre ve koğuşlarda da devam edeceği o bitmek tükenmek bilmez işkence ve direnişlerine kadar, kadar’ların bitmediği ve en iyi ile en kötülerin birbirlerini tetiklediği an be an yaşam ve ölümün çadırını toplayan sürgünlerine kadar... Yılmaz Güney’den, İsmail Cüneyt’ten, halkın içindeki senden benden, o; ekranın meşhur spikeri, o gazetelerin manşetleri, sloganından cop sesine kadar, seslerin arasında boğulan koca bir ülkeyi okuyun. Okuyun ki, tarih hakkını bulsun.
 
Gülnaz DUMAN BİLGE
dilefkar@hotmail.fr


[1] Yılmaz GÜNEY, syf: 83-106, Toptaşı Cezaevi, Fatoş Güney’e yazdığı mektubundan...
[2] Kitap: Ölüm Bizim İçin Değil, Ufuk Bektaş KARAKAYA, 2011, İletişim Yayınları, 520 sayfa,
[3] Yazar: 1957, Malatya-Kuluncak’ta orta halli bir çiftçi ailesinin çocuğu olarak doğdu. Halkın Kurtuluşu hareketinin ayrışma sürecinde “Devrimci Proletarya” saflarında yer aldı. Politik faaliyetleri dolayısıyla, 1978’den - 17 Eylül 1988’de, Kırşehir E Tipi Cezaevi’nden 18 koğuş arkadaşıyla birlikte tünel kazıp kaçışına kadar birçok cezaevinde yattı. 4 devrimci komünistin şehit düştüğü ’84 Ölüm Orucu Direnişi’nde ilk grup olarak, 73 gün boyunca süren direnişte yer aldı. Yoldaşlarıyla birlikte 12 Eylül’ü teslim aldı, mahkemeleri yargıladı, toprağı kazdı.
[4] Akif ÖZDEMİR, Adana Yılanlı Cezaevi’nde Direniş (Genişletilmiş Baskı), s. 120-132
[5] A. ÖZDEMİR.
 


Etiketler: kültür sanat
İstihdam