15/04/2014 | Yazar: Karin Karakaşlı

Karin karakaşlı Vakıflı’ya yerleştirilen Kesablı Ermenileri yazdı: Dinlemeye hazırsanız, görürsünüz ki bu insanların hepsi de vitrin süsü olamayacak kadar hakikiler.

Arkalarında evleri, toprakları, ellerinde plastik poşetleri, kalplerinde korkuları ve isyanları ile şimdi toplam 21 kişi olarak Vakıflı köyündeler Kesaplılar. Ama böyle mi kavuşacaktık diyor herkes.
 
Duygusal sözcüğünün araz gibi tınladığı zamanlardayız, ne yazık değil mi? Epeyi bir zayıflık anlamına geliyor duygusal olmak. Hiç stratejik ve işlevsel değil. Oysa hisseden bilir, bize bahşedilen en büyük kudrettir bir şeyler ‘duyabilmek’, hayatı içimizde hissedebilmek. Ve pek zorlu mesai olduğu için de çok azımız başarır duyguların hakkını vermeyi.
 
Bizi zorlayan şeylere kulp bulma çaresizliğimizden olsa gerek, bir de ‘tamamen duygusal’ ifadesi dilimize pelesenk olmuş. Parayla belirlenen değer skalasında parmağımızı kağıt para sayma taklidi yapar gibi şaklatırken ‘tamamen duygusal’ demek, her şeyin sadece maddiyat olduğunu anlatmanın en kestirme yolu. Yani kelime bile olacaksan, az şansın olacak. Yoksa böyle rezil rüsva olursun insan elinde!
 
Bana bütün bunları düşündürense yerel seçim rehavetini üzerinden atmaya çalışan şehrim İstanbul ile ülkenin güncel ve genel manzarası. İstanbul’un tuhaf ve dengesiz havaları, içindeki bin bir farklı hayatın çelişkisi ile uyumlu. Merhametli sıcak gündüz güneşi yerini bir anda akşamüstünün buz gibi havasına bırakırken, şehrin gariban sakinleri de kışlık ile yazlık karması kıyafetler eşliğinde rutin dağılmışlıklarını sürdürüyor. Zaten dünyanın en düzenli insanı bile olsanız, İstanbul sizi darmaduman edecektir, ötesi yok. Yarı ömrünüz akıl almaz dinamikler üzerine kurulu trafiği çözümlemekle, hep yanlış bir şeyler giymekle ve eğreti hissetmekle geçecek.
 
Fotoğraf: Berge Arabian
 
Arka sokak sakinleri
Peki öyle eğreti hissederken, aynı mekânı ve zamanı paylaştığımız şehrin diğer sakinlerini hissetmeye gücümüz yetecek mi? Misal Eminönü’nde keyifle Mısır Çarşısı’nı turlayan turist kafilelerinin az ötesinde Küçük Pazar’da kaçak çalıştırılan ve yorgunluktan bayılıp yerdeki muşamba parçasının üzerine yığılan yabancı genci görmeyi de başaracak mıyız? Ne de olsa oy verdik değil mi, şehir bizim dedik. Tabii bunlar hep laf, seçimler yerellik dışında her şeyin ifadesiydi. Ama işte zerre müdahil olamadığımız iktidar hesaplaşmalarının, isyan ettiren muhalefet aczinin, yeşermemesi için her yolun denendiği alternatiflerin ortasında şimdi şehir ve biz yine başbaşayız.
 
Muhafazakâr politikalar neden mahalle hayatlarını, semt pazarlarını korumuyor sahi? Ortak yaşam pratiğinin o içkin siyasi gücünden olmasın sakın? Ne de olsa yaşadığın yere sahip çıkmanın, özgür hayatının takipçisi olmanın sonu gencecik insanların canına, geri kalanımızın da isyan, öfke, acı, tazyikli su ve biber gazı eşliğinde arta kalışımıza mal oldu. Dayatılan makbul bir hayat var. Geri kalan her şey yasa dışı.
 
Turist ile mülteci
İstanbul zalim bir şehir. Birbirimizden bihaber yaşadığımız anonim apartman ve site komşuları var misal. Eskaza, elinizde kaybettiğiniz bir canınız için yaptığınız helva ile kapı çalsanız, o kabın çöpü boylamayacağından emin olamazsınız.
 
Anahtar emanet edilen, günün belli saatlerinde gelip gidişlerinizde aksama olursa sizi merak edecek bakkallar zaten tarih oluyor. Binbir rakam tuşladığınız otomatik banka hizmetleri diyarında, kuyrukta emekli maaşını çekmeye çalışan yaşlıları kim anlasın? Bu şehirde ve bu ülkede paran kadarsın. Arap turist cenneti ülkemiz, pasaportu kaldırıma koymuş yardım dilenen Suriyeli mültecilerin cehennemi. Böbreklerini satmak zorunda kaldıkları, merdiven altı atölyelerde ölesiye çalıştırıldıkları bir cehennem. Burası ayrıldıkları koca ve sevgililerinden bağımsız hayat kurma arifesindeki kadınların o pek modern metropollerde sokak ortasında bıçaklandıkları, ‘genel ahlâk’ın korunması adına transların ve eşcinsellerin katledildiği, öldürülen çocuklara üzülmeden önce hangi din ve etnik kökenden olduklarına bakıldığı bir masum ülke. Riya ve ilgisizlik öylesine nüfuz etmiş ki, haber programı niyetine tepemize boca edilen yalanlar arasında göçmenlere, mültecilere şefkatle kucak açtığımız kandırmacasına da teslim olmayı tercih ediyoruz. Oysa son örnekte ülkeye buyur ettiğimizi söylediğimiz Kesaplı yaşlı Ermeniler de Hatay kapısından giriş yapan muhaliflere Türkiye tarafından göz yumulmasıyla yerlerinden oldular. Bir günden öbürüne rejimin askerleri çekilirken bir de bakmışlar ki kaçan kaçmış, geriye de kırk kişi kadar yaşlı Ermeni kalmış. Ondan sonrası tam bir tiyatro oyunu. Ha bugün ha yarın sizi Lazkiye’ye götüreceğiz diye önce Kesap’ta büyükçe bir evde sonra da Halep yolu üzerinde Dama’da bir çiftlik evinde esir tutulmuşlar. Dışarı çıkmak, telefon etmek yasak, başlarına ne geldiğini bilmeksizin öylece evlerinden çıktıkları kıyafetlerle, elkonulan pasaportları, alamadıkları ilaçları ve yağma edilmiş dükkanlardan önlerine atılan yemeklerle iki hafta sonra kendilerini Yayladağı’ndan giriş yapmış bulmuşlar. Arkalarında evleri, toprakları, ellerinde plastik poşetleri, kalplerinde korkuları ve isyanları ile şimdi toplam 21 kişi olarak Vakıflı köyündeler. Vakıflı ve Kesab, iki taraftan aynı Ermenice ağzı konuşan ortak coğrafya olarak kaderin cilvesiyle buluştu. Ama böyle mi kavuşacaktık diyor herkes. Dinlemeye hazırsanız, görürsünüz ki bu insanların hepsi de vitrin süsü olamayacak kadar hakikiler.
 
Devletlerin kirli siyaseti oyunu böyle kurar ama bir parça hissedebilme yetimiz varsa o karşımızdaki insanda haysiyet denen şeyi görürüz. O insanla bizi ayıran bir şey olmadığını, saniyeler içinde yer değiştirebileceğimizi. Hepimizin kırılgan hayatlara sahip güçlü varlıklar olduğunu… O zaman belki bu ‘tamamen duygusal’ düzen bir anlığına samimi bir dayanışma ile kırılır da bütün tahakkümlere inat kendi tercihimizle insan oluruz özgürce. Tam da Edip Cansever’in dediği gibi “Ne gelir elimizden insan olmaktan başka”… 

Etiketler: insan hakları, mülteci
İstihdam