24/11/2023 | Yazar: Jiyan Andiç

Savaşta taraf olmamak söyleminin de ardında işgalin adını koyamama davranışının olduğu aşikâr. Türkiye özelinde de geçmişle hesaplaşma yaşanmadığı sürece savaş ve işgal arasında net bir şekilde ayrım yapılamaz.

Tarafsızlığın dayanılmaz hafifliği Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

İllere göre tahmini Kürt nüfusu oranı (2020)

Geçtiğimiz günlerde Kaos GL’nin gökkuşağı forumunda bir yazı yayınlandı. Bu metni yazmamın temel sebebi bu yazıda münferit gibi görünen davranış ve düşünce biçiminin esasında hatırı sayılır bir kesimin görüşlerine paralel olduğuna inanmam. Yalnızca bir kişinin bireysel tutumuna indirgenemeyecek olan bu açıklamanın ardında Türkiye’de vatandaş ve devlet arasındaki ilişkinin izlerinin olduğunu savunuyorum. Türkiye’de geçmişle etkin bir şekilde hesaplaşmanın gerçekleş(e)memesi, hafıza meselesinin solun politik öncelikleri arasında yer almaması, inkârcılığın yeniden üretilmesi, sömürgeciliğin üstünün örtülmesi ve cezasızlığın norm hâline gelmesinin en basit haliyle düşünce yapımıza etkisini ortaya koyduğunu düşünüyorum.

Yıllardır süren işgal ve ölümleri bir müzik festivaliyle başlatmak, kurban-terörist karşıtlığı içinde düşünmek veya İsrail’in işgali nedeniyle ortaya çıkan duygunun kızgınlık olarak adlandırılmasına değinmeyeceğim. Kurtuluşu politikada değil felsefede arayan yazara, felsefe ve politika arasındaki ilişkiden söz etmeyeceğim. Gündelik denebilecek eylemlerin politikleşmesinden şikayet etmesinin veya politikadan arındırılmış bir yaşam talep edebilme imkânına sahip olmanın bir imtiyaz olduğundan da bahsetmeyeceğim. Yalnızca şunu sormak istiyorum: Bu eylemler ne zaman politik değildi?

Metnin açılışında makbul vatandaşlığın tarifine rastlıyoruz. Politikleşmenin miladı olarak “neo-liberal ekonomi, siyasal islam, milli ve dini değerler arasındaki karmaşa ve sosyal medyanın hayatımıza derince nüfuz etmesi”ni görmek de ötekinin yarasına duyarsızlaşmanın açık örneklerinden birisi. Zira 90’lar geniş bir kesimin hafızasında siyasetsiz ve polemiksiz güzel günlerin yaşandığı bir dönem değil. Yazarın geçmişi güzelleyen ve idealleştiren tutumunun ardında; mafya-çete-devlet ilişkisinin toplumsal yaşamı şekillendirdiği (zorla kaybetme ve işkencelerin yaşandığı, kayıplarına ölü veya diri şekilde ulaşmak amacıyla bir araya gelen Cumartesi Anneleri’nin Galatasaray Meydanı’nda eylemler gerçekleştirdiği), ölüm oruçlarının tutulduğu, Madımak Katliamı’nın ve kanlı Cizre Newroz’unun gerçekleştiği 90’lar Türkiye’sini seçici geçirgen bir davranışla ele almasının mı yoksa çocukluğuna duyduğu özlem hissinin mi olduğu müphem.

İsrail’in Filistin’de ve Türkiye’nin Kürt coğrafyasında sürdürdüğü siyasetin doğru bir şekilde adlandırılması, geçmişi ve bugünü kavrayış açısından iyi bir başlangıç olabilir. İsrail’in, Filistin’de işgal sonucu inşa ettiği yerleşim birimleri ve bu alanlarda uyguladığı politikalar ile Türkiye’de hayata geçirilen Şark Islahat Planı, Umumi Müfettişlikler ve OHAL uygulamaları arasında paralellikler bulunuyor. Türkiye’de yukarıda bahsettiğim stratejilerin uygulandığı yerlerin kayyım atanarak yönetilmesi devletin işgal pratiklerinden yalnızca biri. Bu pratikleri; asimile olmayan Kürtlerin göç ettirilmesi ve boşalan yerlere Türklerin yerleştirilmesi, Kürtçenin yasaklanması, Kürtçe coğrafi isimlerin kaldırılması, Kürt kentlerinde görev yapan Türk memurlara zamlı maaş verilmesi gibi uygulamalarda* görmek mümkün.

Kürtlere yönelik ayrımcılık, geçtiğimiz hafta Kürtçe dersinde şehirlerin Kürtçe adını öğrettiği için hedef gösterilen öğretmenin yaşadıklarında da görülebilir. Şehir isimlerinin özel isimler olması nedeniyle her dilde aynı şekilde yazılması gerektiğini ve değiştirilemeyeceğini öne süren kişiler, devletin sömürgeci pratiklerini göz ardı ederek, Kürtçe dersi veren bir öğretmene şehirlerin neden Kürtçe adlarını öğretme gereği duyduğunu sorabiliyor. Ayrıca bunu şehir isimlerinin her dilde farklı olabileceğine dair en ufak bir şüphe duymadan yapıyorlar.

tarafsizligin-dayanilmaz-hafifligi-1

Direnişle Geçen Bir Yıl, HDP Almanak 2019

Çizmeye çalıştığım çerçeveden baktığımızda bitmek bilmeyen eski Türkiye hasretiyle (bir tür 90’lar nostaljisi de denebilir) kaleme alınan metinde olan bitenlere değer biçme tekeliyle birlikte, görmeme-duymama-ilgilenmeme** gücü ve imtiyazını yitiren öznenin, yitirdiği huzuru geri çağırdığını düşünüyorum. Bu metin, işgali kendi mağduriyeti üzerinden yorumlayan ve bu doğrultuda söylem oluşturarak kendini mazlum özne olarak kuran kişinin ittifak arayışı veya bireysel bir iç rahatlatma yöntemi olarak huzursuzluğunu kamuya açma davranışı şeklinde de okunabilir.

Elbette bu ihtimallerin bir arada olması da mümkün. Yazarın niyetini bir kenara bırakırsak, esasında metni yazan kişinin gerçekleştireceği eylemin arka planını düşünmeden iç huzuruyla Starbucks’ta kahve içmeyi ve ayrıcalıklı konumuna geri dönmeyi talep ettiği anlaşılıyor. Kendini “saldırıya maruz kalan kişi” addeden yazar, ayrıca doğru yönlendirme ve güvence talebinde bulunuyor. Üstelik eleştirilerdeki haklılık payını teslim etmek veya Kaos GL’deki yazısının ardından yayınlanan metinleri dikkate alarak yazdıkları üzerine düşünmek yerine, ben-merkezci bir mazlum özne profili yaratarak pozisyonunu pekiştirmek için linç edildiğini iddia ediyor ve süreci “endişe verici” olarak nitelendiriyor. Durumu eleştiriden ziyade linç olarak tanımlamak veya aynı platformda yapılan diğer paylaşımlara değinmeksizin yalnızca linçi öne çıkarmak da benzer bir işlev görüyor.

Birkaç gün önce yazılan diğer yazıda da benzer bir tutum sergilendiğini düşündüğüm için tekrardan vurgulamak istiyorum: Her şey bizimle ilgili değil. Söz konusu metinde yazar, sarı kantaron yağı ve antibiyotikli krem arasında yapılan seçimin pek de önemli olmadığına işaret ediyor. Burada da en fazla ötekinin acısına bakan pozisyonundaki bir kişinin, nasıl oluyor da acının öznesi ve/veya acı çeken özne haline geldiğini anlamaya çalışıyorum. Yazarın olaylar hakkında düşünürken sözünü ettiği Big Bang’e kadar giden “sorgulama ve sorumlu tutuşlar” belki de kendi üzerimize düşen sorumlulukları, en temelde kendimizi sorgulama davranışını göster(e)mememizden kaynaklanıyordur.

Yazar İsrail’in Filistin’e yönelik işgalinden haberdar olmasa da bildiklerimiz kadar bilmediklerimizden de sorumluyuz. Bilgiye karşı duyarsızlık, bilgiden kaçma, bilgiyi ciddiye almama veya bilgiyi yok sayma gibi davranışlar bilgiye/bilgilenmeye karşı aktif bir direnç olduğunu gösterir. Kendini hakikat olarak dayatan geleneksel tarih anlatısının sürekli tekrarı yoluyla gerçeğin tahrip edilişine seyirci oluyoruz. Savaşta taraf olmamak söyleminin de ardında işgalin adını koyamama davranışının olduğu aşikâr. Türkiye özelinde de geçmişle hesaplaşma yaşanmadığı sürece savaş ve işgal arasında net bir şekilde ayrım yapılamaz.

*Mehmet Bayrak, Şark Islahat Planı: Kürtlere Vurulan Kelepçe, (Ankara: Öz-Ge Yayınları, 2009), s. 125-132] 

**Burada bahsettiğim “görmeme-duymama-ilgilenmeme” kalıbını Barış Ünlü’nün Türklük Sözleşmesi’ni açıklarken oluşturduğu kavramsallaştırmaya referansla kullanıyorum. Barış Ünlü, Türklük Sözleşmesi: Oluşumu, İşleyişi ve Krizi, (Ankara: Dipnot Yayınları, 2018)

***KaosGL.org Gökkuşağı Forumu’nda yayınlanan yazı ve çizimlerden yazarları ve çizerleri sorumludur. Yazının ya da çizginin KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki veya çizimlerdeki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.


Etiketler: yaşam, kent hakkı, siyaset
İstihdam