10/08/2022 | Yazar: Serhat Yenisan

“Türkiye’de ücretli çalışma, herkes için ayrı ayrı eziyete dönüşen mevcut aile örgütlenmesini besler “

Tek Parti_ Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

Görsel: System Shock serisindeki femine yapay zeka, SHODAN

En büyük sır herkesin gördüğüdür.[1]

Küresel liberal çetelerin güdümünde olduğu varsayılan trans bayrağı ve diğer LGBTİ+ sembolizmi resmin tamamen dışında bırakıldığında ya da daha milli-gey bir görsel dokuyla yer değiştirdiğinde gerici tepkiler bir anda buharlaşıp gitmez. Çünkü milli birlik fikri en az translık kadar piyasayla ilişkilenmesi gereken bir kamu politikasına dönüşmeye mecburdur. Meta bazlı sosyalizme karşı üretilen gerici-retorik, kendi kendini düzenleyen meta bazlı piyasa fikriyle, yani piyasanın dengesini korumaya yönelik müdahalelerle yakından alakalıdır. Hatta bu gerici tepkilerin tamamı, aslında servetin yeniden nasıl dağıtılabileceğine dair mazeretler üretmemize yardım eder.[2]

Asgari ücreti temel bir parametre olarak öne sürmek, sosyal yardımların nereye aktarılacağına karar vermek, yani insanları gelir yelpazesinin dibine doğru iteklemek bu milli birlik fikrinin dayanaklarından birdir. Onun dayanakları (liberal çetelerin fonlarıyla “yaratıldığı” iddia edilen aktivizmlerden çok çok daha önce) piyasa spekülasyonuyla yer değiştirmek zorunda kalmıştır.

Millet her şeyden önce ekonomik bir sistemdir. Daha sonra, biz götümüzden uygunsuzluk (misfits) diye bir şey uydururuz ki bu neredeyse milletin yüzde 90’nına tekabül eder. Bu uygunsuzluğa bir panzehir gibi pazarlanan özgürlükçü-sermaye öbekleri bizi millet fikrinden kurtarmadığı gibi kendi hayatımızı örgütlememize de engel olur; çoğumuz tarikat benzeri şeylere meylederiz, büyük çoğunluğumuz “manyaktır” ve bu şemsiyenin altında örgütleniriz.

Birileri bir konuda karar merciiyse size zaten ne döndüğünü söylemezler. Buna şok olmaya gerek yok, çünkü devlet ya da şirket zaten daima derin devlet ve derin şirket olarak işlerlik kazanabilir. Örneğin devlet, en az Allah kadar mistik bir şeydir. Özellikle 1950’lerde, kimin hapçı kimin salon insanı olduğunu anlamanın imkânsız olduğu yıllarda, devlet hiçliğin içinden çıkarak üstümüze doğru hücum eden hiper-süptil bir olay ufku gibiydi. (Yani “aşırı inançlı nesneye” doğrudan erişim sağladığımız fenomenal düzey olarak karşımıza seriliyordu: Bir olayın aşırı derece belirlenimsiz biçimde sonuçlanmasına ve konumumuzun zamanda geriye dönük şekilde değişmesine süptilasyon olarak atıfta bulunuyorum. Bunun Aşırı bir belirme hatta hortlama olduğunu varsayarsak, hiper bir belirlenim olduğunu söylemek kaçınılmaz hale gelir. Hiperinanç kavramı için: bknz: 19 dipnot) Aslında şimdi işlerin daha anlaşılabilir halde olduğu söylenebilir. Yine de bir şirketin nasıl işlediğini çözmek için kâhin olmak gerekir. Çünkü şirket hissedarları hariç kimseye doğru düzgün hesap verme ihtiyacı duymaz. Bu onun doğru düzgün denetlenemeyeceği anlamına gelmez, sadece emeğimizin “derin” şekilde, yani metalar düzeyinde ifade bulacağı anlamına gelir. Bu durum elbette sadece şirketlerin varlığı ile açıklanamaz. Çizgisel olmayan çok merkezli geri besleme sistemleri, ulusal hatta selefi biçimde çalışabilir. Liberteryenizm buna bir antidot olmaktan çok, örgütlenmelerin yeni-sağa yanaşmasıyla sonuçlanacak geri tepkilerin üretilmesine yardım eder.

Emeğin bir pazarlama mantığının içinde istihdam edilmesi, ücretli çalışmanın şirket karşısında etik bir yükümlüğe dönüşmesine neden olur. Böylece çalışma performansımız taşeronlar aracılığıyla denetlenen bir göreve, çağrıya dönüşür. Geliştirilen satış politikaları ve LMX stratejileri [3], sonuçta marka üretiminin bir parçasıdır. Üretim sürecini gereksiz bir ayrıntıya dönüştürüp, marka prestijine odaklanan şirketlerin, emek ve somut ihtiyaçlar arasındaki bağlantıyı yok ettiğini söylemek yanlış olmaz. Geriye kaçınılmaz olarak tüketimi ve borçlanmayı teşvik etmek kalır. Artık emek, sürekli tüketim için üretime dönüşür. Herhangi bir tüketim biçiminin ne kadar ekonomik faaliyet üreteceği, çalışma alanını da karakterize eder. Sermayenin yeniden üretilmesinin eşdeğeri para değildir. Ruh hastalarına, hükümlülere [4], askere alınanlara, borçlandırılmış piyonlara, işçi kölelere,  yığınlara bağımlı tüketim dinamikleri iş gücü piyasasını yaratan asıl fenomendir. Gittikçe devleşen şirketler, aslında maddi varlılarını ve yarattıkları istihdamı azaltarak (ya da yurt dışına çıkararak), yani hizmet ya da marka üretmeye odaklanarak küçülürler. Bu aslında hâlâ -hizmeti ve marka imajlarını merkeze alan- bir tekelleşme eğilimdir, karlı bir küçülmedir. Bunlar zaten herkesin bildiği şeyler. 50 yıl öncesiyle kıyaslandığında, hiçbir şey eskisi kadar karmaşık değil. Bir stratejinin sizden gizlenmesi onun karmaşık olduğu anlamına gelmez.

Marx, sermayenin denetimindeki emeğin lağvedilmesi gerektiğini başında beri söylüyordu. Emeğin, kurucu, mülkiyeti ve toplumsal hayatı karakterize eden bir gücü vardır. Yani Marx’ın değer kuramının amacı, sömürünün varlığını kanıtlamak değildir. Tersine değer kuramının nesnesi emektir. Fordizmle beraber, Marx’ın tanımladığı emeğin niteliği koşullarıyla beraber değişse de, bu değişim tamamen biçimseldi. Fordizm emeği emekle meşrulaştırmak demekti. Emeğin bu optimizasyonu, kaçınılmaz olarak çalışma performansının bir amaca dönüşmesine neden oldu. Fakat (emeğin niteliği istediği kadar değişsin) burada mülkiyet hâlâ nesneleşmiş emekten başka bir şey değildir. Post-Fordist emek-mülkiyet denklemi, emekle meşrulaştırılan kapitalist mülkiyeti yadsır. Hatta artık mülkiyet kelimesinin kendisi bile başka anlamlara gelmeye başlar. Mülkiyetin (ya da gayri maddi ürünlerin) kendi nitel özelliklerini bir kişiye indirgediğimiz zaman, artık insan olmanın anlamı da aynı mülkiyet ilişkilerine indirgenebilir.

Sorunun otonomist çözümü şudur: Emeğin içinde bulunduğu koşulları devrimci biçimde dönüştürmek yerine, doğrudan kapitalist emeği lağvetmek, emeğin içinde bulunduğu koşulları dönüştürmenin bir yoludur. Fakat orta sınıf olarak kabul edebileceğimiz sınıfsal öbekleşmenin markalar tarafında sömürülmesi, işçi sınıfını bir toplanma noktası olmaktan alıkoyar. Bu açıdan bakınca otonom geleneğin sınıf kompozisyonu mücadelenin amacından çok sonucu haline gelir.) Otonomist gelenek modernleşme modelinin aksine “sömürü eleştirisini kapsayan ama ona indirgenemeyen” kapitalist çalışma sorununa odaklanır:[5] Sınıf mücadelesi öznelerin ücretli emekle ilişkilerini doğru şekilde tanımlasa da, “onların kendilerini tanımlamasına giderek daha az denk düşer.”[6] Çalışma kategorileri ise, ekonomik emek faaliyetinin kendisini bir politik sorunsal haline getirir. Otonomist Marksizm, mülkiyet sorunun temelinde de çalışma sorunun olduğunu varsayar. Çalışma sorunu [eleştirisi], müşterek varlıkları merkeze alarak kurgulayabileceğimiz yeni bir emek örgütlenmesini (kısacası yeni öznelikleri) tartışmaya açmamız açısından kullanışlıdır. Çalışmanın otonomist reddi, üretimin reddi ya da emekten caymak anlamına gelmez. Weeks’in ağzından söylersek; “en yüksek çağrı ve ahlaki görev olarak çalışma ideolojisinin, toplumsal hayatın zorunlu, merkezi, vatandaşlık hak ve taleplerine ulaşmanın aracı olarak çalışmanın ve üretimin kapitalist kontrolünün gerekliliğinin reddidir. … Son olarak tasasız tüketim [7] de dahil bütün diğer meşgaleler üzerinde çalışmaya ayrıcalık tanıyanların -Solda olanlar da dahil- çileciliğinin bir reddidir.” Yani bu “red” yalnızca yeni çalışma örgütlenmeleri icat etmek anlamına gelmez; bize emeğin kapitalist örgütlenmeleriyle mücadele etme ve onları dönüştürme pratiği de sağlar: “Çalışmanın reddi için hayati mesele ve esas bağlantı, “çalışmanın” kapitalist ilişkilerin birincil temeli, sistemi bir arada tutan yapışkan olarak anlaşılmasıdır.”[8]

Weeks’in söyledikleri kulağa eğlenceli geliyor. Diğer taraftan, makine öğrenimine erişim sağlayan inovasyon, emeğin koşullarını o kadar fazla belirler ki, emek ve sermaye arasında orta yolu arayan bütün reformlar baskın politikaları yeniden onaylamak zorunda kalır. Emeğin şahsileştirilmiş sorumlulukları bütün zamanımızı ve enerjimizi gasp ederken, ücretli çalışma toplumsal refahın yeniden üretilmesine odaklanmaz; daha çok disiplin edici bir araca ve temel bir yükümlülüğe dönüşür (ya da neoliberal zenginliğin bir koşuluna indirgenir). Çalışmak, kolektif işbirliğine ve kültür alanına entegre olmanın kaçınılmaz bir yoludur, fakat öznel eğilimlerin sömürülmesi yoluyla politikanın dışına rahatça iteklenebilir.

Belki de bu yüzden, işe çalışmanın kapitalist denetimini bütünüyle reddeden yeni öznellikler kurgulayarak başlamamız gerekiyor. Şu anda çalışma sorunu (tamamen Marx’ın kast edeceği anlamda) emeğin kendi kendisine yabancılaşmasıdır. Önce, ücretli çalışmak, yani yaşamımızı sürdürebilmek için çalışmak, varoluşumuzla ilgili, sadece barınmak anlamında değil, baya orada olmak anlamında bir şart olarak öne sürülür. Bu çalışma alanında var olmakla ilgili bir soruna dönüşmek zorundadır. Böylece emeğin ücretli örgütlenmesi ve emek arasında bir koşutluk ortaya çıkar. Emek, ücretli çalışmanın devrimci-kurucu istisnası olsa da (tali bir uğrakta), “ücretli çalışma” biçimiyle, içeriği doğru şekilde temsil edilemez. Bu aynı zamanda emeği, sendikalar ve kurumlar aracılığıyla apolitikleştirilebileceği dar bir anlama hapseder. Oysa emek, sadece çalışmanın arka planı, onun saklı mekanı olarak devrimci bir yükümlülüğe bağlanabilir

Weeks de işe emek ve çalışma arasındaki farkı reddederek başlar. Fakat ona göre sınıf, ırk ve cinsiyete dayalı çalışma koşullarını tek bir kontöre hapseder; yani toplumsal cinsiyete ve ırka dayalı iş bölümü kategorilerine doğrudan odaklanmaz: “Çalışma, yokluğu da dahil; sınıf, toplumsal cinsiyet, ırk ve ulus çizgileri içinde ve boyunca, hem önemli hem de farklı şekilde deneyimlenebilir.”[9] Çalışma sorunu, her ne kadar sınıfa içsel olsa da, sınıfı çapraz kesen kategoriler varsayar. Böylece proletaryanın ötesine uzanan aktörleri kapsayabilir. Yani çalışma sorunu, “sınıf mücadelesinin alanını genişletme” ve karşılıklı bağımlılığı görünür hale getirme potansiyeli taşır. [10]

Yani Weeks sınıf üzerine düşünmeyi tamamen bir kenara bırakmaz. Çalışmaya odaklanarak sınıf ayrımını daha kapsamlı şekilde yeniden kurgulamaya uğraşır. Çalışma, sınıfa yaklaşmanın politik olarak ümit verici (daha görünür okunaklı ve kapsamlı) bir yoludur. Onun deyimiyle, “Sınıf analiz alanına bir giriş noktasıdır.”[11]Kapitalist ekonomi, öznelerin kimlikleri üzerinde çözücü bir etkiye sahiptir. Esasen çalışma kategorileri üzerinde de böyle bir etkisi vardır.

“Post-Fordist kapitalizm bizden hem itaat etmemizi hem de bunu gönüllü olarak yapmamızı ister”

Radikal kapitalist kırılmalar, çalışmanın örgütlenme biçimlerindeki radikal dönüşümlere dayandırılabilir. Demek ki proletaryanın patronlar tarafından sömürüldüğü fikri de tersine çevrilebilir; asıl sorunlu tutum proletaryanın çalışma performansının bir hedefe dönüştürülmesidir. Bu dönüşüm yüzünden “doğal tutkularımız ve arzularımız” “dogmatik çalışma arzusuyla” yer değiştirir.

Çalışma performansının “Protestan yüceltimi”, (Post-Fordizm sonrası küresel rekabetin baskısına atfedilen) iş kaybetme tehdidi[12] ile yer değiştirdiğinde, işçiler kendilerini tamamen güvencesiz bir konumda bulurlar. “Yaratıcılığın, ilişkisel ve duygulanımsal katılımın sağlanması amaçlanarak, takdir (Fordist) itaatten (post-Fordist) bağlılığa doğru esnetilir: Artık “çalışanlardan esneklik, uyum ve sürekli yeniden icat talep” ediliyor. Burada iş “fedakârlık ve boyun eğmenin” de ötesine geçer. Post-Fordist kapitalizm bizden hem itaat etmemizi hem de bunu gönüllü olarak yapmamızı ister.

Küresel şirketler bir yandan yaratıcı ve esnek yeni çalışma etiğine vurgu yaparken, diğer yandan her an işini kaybetme tehdidiyle yüzleşen çalışanlar arasında rekabete ve çekişmeye dayalı satış politikaları kurgulayarak, bunun tam tersi sonuçlar (örneğin: düşük kaliteli LMX) doğururlar. Kısacası çalışmayı olanaklı ve uyarlanabilir kılan şeyler, diğer yandan onun altını oyar. Bu üretimci ve tüketimci bağımlılık enstrümanı, aynı zamanda bir başkaldırı aracıdır. Fakat emeğin doğası gitgide toplumsal hale geldikçe, sermaye ölçüsüz özelleştirmelere başvurarak müşterek varlıkları onaylayacak toplumsal bir eğilimi de bastırmaya çalışır.

Geçmişte emeğin doğallaştırılması ya da biyolojikleştirilmesi, kadına ve erkeğe uygun, heterojen olmayan iş bölümlerini harekete geçirmişti. Bu mizansen, biyolojik indirgemelerden yola çıkmadığı gibi, Fordist toplumsal yeniden üretim kalıplarına dayanıyordu. Yani bu “doğallaştırma” kadınlaştırılabilir, erkekleştirilebilir öznelere ihtiyaç duysa da, ortada gerçek anlamda “biyolojik” bir iş bölümü bile yoktu. Karşımızda sadece bu rollere uygun işler ve hiyerarşik bir kurgu vardı.

Bu biyolojik indirgemeler Türkiye’de hâlâ çalışma memnuniyetinin anahtarıdır. Bir tarafta SEO uyumlu, heteroseksüel tüketim mizanseni vardır. Diğer taraftan ücretli bir işte çalışmak, etik bir yükümlülük olarak önümüze serilir. Çalışma alanı kural koyucudur, statümüzü rasyonelleştirmenin bir yoludur. Ücretli çalışmak, belki de (evlilikle beraber) hâlâ en kullanışlı normalleşme yöntemlerinden biri. Her iki durumda da emeğe ahlaki bir unsur olarak yabancılaşırız ve ücretli çalışma, ihtiyaçlarımızı karşılamanın tek yoludur.

Fordizm, “istikrarlı ve disiplinli bir emek gücünün”, geleneksel aile kurumu tarafından (beyaz erkek işçi stereotipinin siyah ailelere genişletilmesi ve çalışma etiğinin toplumsal cinsiyete göre tekrar düzenlenmesi gibi şeylerle) yeniden üretilmesi gerektiğini neredeyse emrediyordu. Post-Fordizm’le beraber “evlilik ve ailenin faydaları” daha kapsayıcı hale geldi. Artık politik doğrucu katılımcılık sayesinde, işçiler kendi çok sesli sömürülerinin mimarı olabiliyor.[13]

Her neyse, sonuçta çalışma kategorileri -istedikleri kadar reforma uğrasınlar- farklılıklarımız için bir çıkış bileti değildir. Hiçbiri, ne kadar ücret hak ettiğimizi hesaplayıp duran o kapitalist saplantıyı yeniden onaylamaktan öteye gidemezler. Emeğin değerini belirleme gücü (ya da piyasanın görünmez eli) hâlâ emeğin ahlaki koşullarını belirlemeyi sürdürür. Bu noktada, “Seks işçiliğinin feminist analizleri, -hakim etiğin bahşettiği meşruiyet de işin içine girince- çalışmaya sahip çıkma çabalarının sınırlarına işaret eder. (…) Ahlaki kriz üreten bir karakter bozulmasındansa, seks işçiliği, gelir üretebilen ve fırsat sağlayabilen bir istihdam seçeneği olarak yeniden düşünülebilir.”[14] Bu aynı zamanda “saldırgan cinsel ahlakileştirmeye” karşı koymanın da bir yoludur. Fakat Weeks, seks işçiliğinin saygı duyulması ve korunması gereken bir hizmet ve özel değeri olan bir emek pratiğine indirgenmesinin, geleneksel çalışma etiğini “yansıtma” (ve saygıdeğer bir istihdam ilişkisini tersten onaylama) riski taşıdığını söyler. Çalışma etiği, ırkçılık (ve benzeri) anti-x mücadeleler için çok güçlü bir silahtır. “Bu kapsama talepleri, tarihsel olarak inkâr edilemeyecek derecede önemli bir politik etkiye sahip olsa bile” marjinalleştirilmiş işçilerin emeklerinin tanınmasının sınırlarını da ortaya çıkarır.[15] “Projeye musallat olan … toplumsal cinsiyet özcülüğü sorununun ötesindeki, çalışma sayılan şeyin kavramını genişletme çabaları, geleneksel çalışma etiğinin” özcü kapsamına girme ve bu kapsamı genişletme riskini taşır.[16]

“Türkiye’de ücretli çalışma, herkes için ayrı ayrı eziyete dönüşen mevcut aile örgütlenmesini besler “

“Geleneksel çalışma etiğinin özcü kapsamı” aslında üçlü bir mizansendir: önce sıradan insanlar (çoğunlukla erkekler), cübbeyle, makam ve forsla iktidar sahibi olurlar; sonra bu iktidar talebi onun istisnası tarafından (kadın) işgal edilir (burada “kadın” sadece erkek açısından istisnadır ve artık sıradan bir insan değildir, çünkü erkeğin kadına biçtiği kurgusal rol tersine dönmüştür)[17]; üçüncü talep tamamen dikeydir, bu eril mizansenin altı, nedense fantazmatik, üçüncü bir otorite tarafında devamlı oyulur: Aleni, yönetici-hâkim benzeri otoriteye karşı, mutlak ve öbürlerinin her fantezisinin gerçekleştiren sınırdakilerin otoritesi. Toplumsal değerleri yozlaştıran uygunsuz çalışma arkadaşı, komşu, öğretmen hatta öğrenciler (klasik otoritenin tersine) sahte bir tehdittir. Hatta bu marjinal komşu, bir süre sonra anti-semitik bir efendi figürüne evrilir. Bu fantezinin en uç çizgisinde, hepimiz ahlaksızlık yapmak için İsrail tarafından fonlanıyoruzdur. Kendi kendisini düzenleyen ucuz iş gücü, bu seferberlik ruhu için, her şeye gücü yeten bir düşmana (mutlak otorite olarak figürü olarak İsrail-Yahudi paronayasına) bütünüyle muhtaçtır, hatta böyle tehditler sayesinde örgütlenebilir. Yani muhafazakarların ayrıcalıklara erişimini engellediği varsayılan marjinal komşu, aynı zamanda onların sahip olduğu ayrıcalıkların bir koşuludur.

Bu dışarıya atılmanın şirket tarafından normalleştirilmesi ise, uygunsuzun bütün yıkıcı gücünü çalışma kategorilerine uydurmak anlamına gelir. Bu hamle, mülkiyeti ve ücretli çalışmayı reformlardan geçirerek, çalışma sorununu ücret dışında ortak bir yükümlülüğe (hatta devrimci bir yükümlülüğe) bağlamayı da olanaksız hale getirir.

Türkiye’de ücretli çalışma, herkes için ayrı ayrı eziyete dönüşen mevcut aile örgütlenmesini besler ve çalışma alanını, bu baskıdan bir çıkış kapısı olarak pazarlar. Yani aile kurumunun korunması, hali hazırda bulunan bir şeyin kapitalist biçimde yeniden onaylanmasından ibaret değildir. Bu koşullarda, bütün azınlıkları kapsayan, güvenli, işsiz yığınlara ihtiyaç duymayan ve müşterek varlıkları onaylayan bir çalışma alanı düşünmek bile imkansızdır. Bu yüzden aynı soruyu kurucu azınlık istisnayı baş aşağı çevirerek sormak zorunda kalabiliriz: Göçmenlerin, azınlıkların, engellilerin, “uygunsuz grupların” içine itildiği güvencesiz çalışma koşulları, toplumun geri kalanına tam olarak neyi müjdeliyor?

Fakat bu tersinme, seks işçiliğini doğrudan konfor alanlarının korunmasıyla alakalı bir sorunsala dönüştürür. Tarihselliği göz önüne alındığında, seks işçiliği her şeyden önce feminizasyonun bastırılmasına karşı bir pratiktir. Fakat bir çalışma kategorisi olarak sermaye tarafından güvencelendirilmesi ve dönüştürülmesi, onun sermaye karşındaki dönüştürücü işlevini de kesintiye uğratır. Genişletilmiş porno sektörü ve güvence altına alınmış eskortluk artık sadece “kadınlık”la ve ona alan açmakla ilişkilendirilemeyecek durumdadır. (Bunun kötü bir şey olduğunu iddia etmiyorum.) Diğer taraftan, trans varoluş hala mekânsal bir kovulmaya, yani olduğumuz kişi olmaktan kovulmaya denk düşer. Ya da biçimsel özümüzden bu kovuluş, mekândan atılmaya denk düşer. Bu şartlar altında seks işçiliği de mekânın dönüştürülmesine denk düşmeye başlar. (sadece Türkiye’de de değil, eline mikrofon alıp, insanlara tuzak sorular soran, kadının ya da erkeğin tanımı yaptırmaya çalışan kafayı üşütmüş bir sürü Amerikalı vardır; Shapiro gibi denyolar, wokeness açmazlarımızdan yola çıkarak, kendi ajandalarını dikta etmeye ve koca yozlaşmanın bütün yükünü bizim üstümüze atmaya çalışırlar; dünyanın her yerinde, monogramik cinsiyet (gender) rollerinin ontolojik olduğu varsayan sürüyle insan vardır) Burada milletin gözünde yaşanacak paralaks[18] bir kaymayaihtiyaç duyarız, yani sembolik bir değişime. (Seks işçiliği yoluyla kişinin olduğu gibi kaldığına ya da beklenenden çok daha ufak bir değişime sürüklendiğine, fakat bu sembolik kaymanın doğrudan mekanın dönüşümüne neden olduğuna dikkat etmemiz gerekiyor.) Çalışma kategorisinin bu şekilde delik deşik edilmesi, marka imajının bir parçası olan şirket çıkarları içine hapsedilmiş aciz normalleştirmeleri elimizin tersiyle itebileceğimiz stratejiler sağlayabilir. Translık elbette onu mümkün kılan araçların varlığıyla ilişkilenmek zorunda değildir. Ayrıca seks işçiliğinin mekânı dönüştürme gücü, bizi belirli bir tip translık tanımına zorlayabilir. Burada aslında araç olması gereken bir şeyi (seks işçiliği) amaç edinmekten bahsetmiyorum. Çalışma kategorilerini düzenlememizi sağlayan marka üretimi, tamamen farklı enstrümanlar içerir ve mekânın doğrudan dönüştürülmesine ihtiyaç duymaz. Şirketvarlıklarını başka ülkelere, yani üçüncü dünyaya taşıyarak, korkunç çalışma koşularını garanti altına alan rejimlere yatırım yapabilir. Taze alanların ele geçirilmesi bir pazarlama tekniğidir ve içinde bulunduğumuz koşulların doğrudan dönüştürülmesini içermez.

“Cinsiyet sermaye üzerinde belirleyici bir güce sahip değildir, fakat bunun tam tersi geçerlidir”

Translık bir kapsanma talebinden fazlasıdır. Kaldı ki tek başına yıkıcı bir potansiyeli olmak gibi bir misyonu da yoktur. Millet tarafından fetişize edilerek kendi özünden kovulan trans varoluş, erotizmin sınırlarının anlamsızlığını ve millet kavramının başından beri ahlaki değil, erotik dayanakları olduğunu ortaya koyabilir. Artık sivil olmak tarihe karışıyor. Bir şirketin feminizasyonu bu olayın tarihsel kesinliğini şirketin kâr marjına dahil etmekten başka bir şey olamaz. Şirketlerin takıntı haline getirdiği kimlik siyasetleri, aslında marka kimliğinin siyasetiyle sınırlanmaya mecburdur. Bu derin politikanın bireysel ve kamusal bir dönüşümü içerebileceğine dair yanılsamalar, Weeks’in kast edeceğinden çok daha içkin bir manada bizi felç eder. Çünkü sermayenin derin yapısı, özellikle bizi numenal-hiperinançlarla (hyperstition)[19] harekete zorlar. Çizgisel olmayan, çok merkezli geri besleme sitemleri, sadece şirket içi işleyişin iyileştirilmesine yaramaz, aynı geri bildirimlerin büyük bir kısmı gerici-tepkileri içerecek şekilde organize olur. Sermaye kapsayıcı hale geldikçe millet kavramı bu geri-bildirimlerin (numenal-inanç-vektörlerinin) geri-tepkilere dönüşmesi yoluyla (bir hiper-süptil-fenomen olarak) ortaya serilir ve bu yüzden çok fazla soyutlamaya ihtiyaç duyar (halihazırda bu soyutlamalardan biri olan eşcinsel, küresel büyük resimden daha fazla) ve yegane varoluş koşulu bu geriye dönük soyutlamalardır. Daha kestirmeden söylersek, “küresel çetelerin milletin ahlakını yozlaştırmak için” Gökkuşağı ikonografisine ihtiyacı yoktur. Millet fikri, bu ikonografiden daha erotik temellere dayanır ve belli erotik kodlamaların yasaklanması ve tepkisel retoriğe dönüştürülmesi yoluyla ortaya çıkar (burada her muhafazakârın, bastırılmış biçimde “x” olduğunu kast etmiyorum).

İş, temelde bu sorunun mastürbatif ve aseksüel bir dayanak bulamamasıdır (en azından toplumsal ifade nezdinde). Böyle bir sabite gönderme yapamadığımız sürece, kimliğimiz daha da güvencesiz şekilde ifade bulur. Bu liberal soyutlamalar yerine, akışkanlıkları da içerecek şekilde edimselliğe dönüşecek bir parti programı çok daha kullanışlı olurdu. Böylece felsefe de kamusal alandan elini eteğini çekip, politikaya daha fazla zarar vermek zorunda kalmazdı. Teori sayesinde birbirine nakledebileceğimiz ve teorinin çarptığı duvarı pratik sayesinde yıkacağımız bir program gerçekten hayatımızı kolaylaştırırdı. Felsefi politikanın yerini, doğrudan politika olarak, otomasyona yakın şekilde kodlanmış partiye yapılan geri bildirimler alabilirdi. Cinsiyet sermaye üzerinde belirleyici bir güce sahip değildir, fakat bunun tam tersi geçerlidir. Seks işçiliği, milleti ve sermayeyi bir kabuk gibi soyarak içindeki erotizmi ortaya çıkarmamıza yardımcı olur. Parti tıpkı bu şekilde, yani geniş bir yüzeyi tek noktaya indirgeyen haritalar programlayacak bir araç işlevi gördüğünde, insani zaaflarımız ve çıkarlarımız da tamamen bu programın kontrolüne bırakılabilir. Köktencilere ya da “otoriter manyaklara” meşru hükmetme hakkı vermek ne kadar saçmaysa, insanlara oy kullanma hakkı vermek de o kadar saçmadır. Oy kullanmanın, yönetimi hıyarın birine ya da götünün yerini unutmuş bir krala emanet etmekten pek bir farkı yoktur. Fakir yığınların üzerine kurulan rezil tiranlıklar, iktidarlarını sürdürecek gerekli teolojik temele ulaşmak için şirketlerle aralarında formel bir bağlantıya ihtiyaç duyar. Başka şekilde söylersek, rejimin mücadele ettiği unsurlarla mücadele edebilmesi için, önce bu unsurların parti programına dahil edilmesi gerekir. Bir şirket tarafından güdümlendiği sürece devletin iyi ya da kötü kararlar alıp almamasının bir anlamı yoktur. Diğer taraftan, sermaye düşünce kalıplarını yeniden dizayn eder ve bizi güvencelendirilmemiş pronounslarımızı farklı eğilimlerle yeniden yorumlamaya zorlar. Yani gayrisafi milli hasıla ne kadar gerçekse cinsiyetler de o kadar gerçek şekilde kodlanabilir. Şirket sayesinde sürekli biçim değiştiren, yeniden yorumlanan gerici-tepkiler, gerici ve ilerici tepkilerin arasındaki bağlantıyı tanınmaz hale getirir. Yani bizi ahlaksal telkinlerle hizalamaya çalışan şeyin batıl inançları en uç çizgisine kadar iterek sekülerize olmaya zorlayan kaşarlanmış şirket programları olduğunu devamlı hatırlamamız gerekiyor. İhtiyacımız olan şey bu formasyonun içini dışına çıkaracağımız, (tıpkı şirket gibi kendi kendisini kopyalayabilen, geri bildirimlerle doğrudan dizayn edilmeye devam eden, hatta politikanın doğrudan geri bildirimlere indirgendiği, dar bölge sisteminin ötesine geçmemizi sağlayan) insanı neredeyse resmin dışında bırakacak kadar otomasyona yaklaşmış bir Parti fikridir. Önce ihtiyaçlarımızdan, yani numenal vektör-inançlardan yola çıkmamız gerekir; kalkış noktamız paranoyanın sınırına yaklaşmış aşırı inançlar ve yanılsamalar olmalıdır, çünkü geri bildirimlerin kapsayıcılığı tartışmalıdır; fakat bu adamın birine laf anlatmakla aynı şey değildir ve siyasi kültürlerin silinmesini içerir ------> politikayla değiş tokuş ettiğimiz çok merkezli geri-bildirimler burada devreye girer ve buradan kalkışla ------< hiper süptil fenomenal etkiyi elde ederiz ve süreci bu veriyi de içerecek şekilde yeniden başlatırız. P:>_


[1] David McGowan, Amerikan Faşizmi.

[2] Başından beri Hanefiliği sekülerleştirip pazarlayan bir devrimin nihai ufku zaten budur.

[3] Leader-Member Exchange Theory ya da Lider-Üye Etkileşim Teorisi

[4] Toplum Ruh Sağlığı Merkezleri, işsizlik ve işe yaramama duygusunu bir sorunsal hâline getirir. Böylece bizim yetersizliğimizi/uyumsuzluğumuzu vurgulayan bir istihdam sorununu rehabilite etmeye çalışılır. İşe gelmemek, verimliliğin azalması birer psikopatolojik sonuç olarak önümüze serilir. Ayrıca sosyal normları ihlal etmek ve yeti kaybı da depresyon belirtisi olarak yorumlanır. Bu tanıların kendi aralarında asla bir tutarlılığı bulunmaz. Neoliberal “DSM tefsirciliği” sigorta şirketlerinin hisse senetlerini dengede tutmaya çalışırken, tanı konacak düzeyde depresyonun işgücü piyasasına maliyetini de hesaplar. Böylece bizim ruh hastalıklarımız birer yatırım aracına dönüşebilir. Haftalık terapiler, kim bilir belki de sıkıcı işimizde daha üretken olmamıza bir miktar yardım eder ve küresel ekonomi kaygı bozukluklarımız yüzünden daha fazla zarara uğramaz. Beyaz yaka bürokrasimizin doğal alanlarla pek de uyumlu olmadığına belki de bu yüzden inanıyoruz. Doğal alanlar depresyondan arınmış bölgelerdir, fakat her nasılsa bizi cansız şeylerin hiyerarşisiyle ilgili daha fazla soru sormaya iterler. Bilirsiniz, kaynaklar ve tarlalarla ilgili meseleler; bunların mutlaka iyi tasarruflarla desteklenmesi gerekmez, istikrarlı olmaları yeterlidir. Ayrıca kapitalist çürüme etrafına suç yayar ve mücadele edeceği sahte düşmanlara ihtiyaç duyar. Her iki duruma da bilimsel bir temel aramak zaten problemin kendisine atıf yapar. Birinin şu ya da bu nedenle hapsedilmesinin görgül bir karşılığı yoktur, keza aynı şey hukuk için de geçerlidir. Sorsanız DSM tanıları da bilimseldir, ama bunlar sigorta şirketlerinin çıkarlarından azade şekilde bilimsel olamazlar. Sadece bu tanılardan yola çıkıp hastayla konuşarak, bir söylem üzerinden ilaç reçete etmekten bahsediyoruz. Bu olayın sadece farmokolojik boyutu yanlışlanabilir haldedir. İlaçlar bize belli kodlar üzerinden reçete edilir… konuşarak verilir… Yani işin bu kısmının en ufak bilimsel dayanağı bulunmaz, aynı şey karşı kültür makalelerin “bilimselliği” içinde geçerlidir. Bilimselliğin belli bir sahanın dışında kullanılması oldukça tehlikelidir ve empirik bilimi bağlamından koparıp fetişize eden bir yönü vardır. Yani sadece bu yüzden bile bunlara bilimsel bir dayanaklar aramaktan kaçınıyorum.

[5] Weeks, Kathi, Çalışma Sorunu: Feminizm, Marksizm, Çalışma Karşıtı Politika ve Çalışma Sonrası Tahayyüller, çev: Tamer Tosun, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2014 (Duke University Press, 2011) s. 135

[6] a.g.e., s. 33

[7] Weeks burada, kafamıza hiçbir şeyi takmadan alışveriş yapmanın fetişize edilmemesi gerektiğine gönderme yapıyor.

[8] a.g.e., s.135

[9] a.g.e., s. 32

[10] a.g.e., s. 32

[11] a.g.e., s. 34

[12] a.g.e., s. 100-1

[13] Eğer çocuğunuz yoksa ve yine de çift terapisine gidiyorsanız, ya delirmişsinizdir ya da ayrılamayacak kadar fakirsinizdir. Eğer gerçek bir uygunsuzsanız, psikiyatristiniz, size opioidler ve metiferidatler konusunda yardımcı olabilir. Aslında bunların Vietnam LSD’si ve El Sabbah Afyonundan çok bir farkı yoktur. Eğer yeterince paranız varsa psikanalizin bir işe yarayıp yaramadığını bile test edebilirsiniz.

[14] a.g.e., s. 98

[15] a.g.e., s. 93-4

[16] a.g.e., s. 97

[17] “Toplumsal cinsiyet (gender), erkek tarafından biyolojik cinsiyet (sex) üzerine bindirilmiş bir hiperinançtır. İşlevi, dişiyi nesnelleştirmek ve ona, bütün misyonu insanı yeniden üretmek olan, geleceği olmayan ve mirasını aktaracak oğulları olması gereken erkeğin hizmetinde olan bir makine olarak toplumsal bir işlev yüklemektir. Bu, düzen ve kaos, merkezileşme ve ademi merkeziyetçilik, güçlü tekil bireycilik ve yüksek derecede ağ oluşturma ve kaynaşma potansiyeline karşı komuta-kontrolün ilkel bir dinamiğidir. Bir hiperinanç olarak, gerçek değildir ama gerçek dışı da değildir; daha ziyade kendini gerçek yapan bir kurgudur.” (n1x)

[18] Bu kelimenin, nesneye dair gerçekliğimizin, onu gözlemleyen gözlemcinin perspektifini içerecek şekilde yeniden kurgulanabileceğine dair anlamına atıfta bulunuyorum: “Boyunduruk altına alınmış özne ve akışı bozan, itiraz eden nesne.” Öznel kayma daima nesnenin kendisinde bir kaymadır.

[19] Burada birden fazla tanıma ihtiyacımız var. Öncelikle Hiper inancın numel olduğunu belirtmek aslında gereksiz. Çünkü içinde zaten bu anlamı barındırır: “Nick Land’a göre “hyperstition” içinde kültürü bileşken bir parça olarak barındıran bir pozitif geri besleme döngüsüdür.“Superstition’lar” (batıl inançlar) yanlış inançlardır, halbuki “hyperstition’lar” - fikirler olarak var oldukları için - kendi gerçekliklerini meydana getirmek için nedensel olarak işlev görürler.” Kapitalizm öngörülmedik ve geçilemez seviyede bir kuvvet ile “hyperstition’sal” dinamikleri canlandırıyor (burada adeta büyü yoluyla hayata gelen (conjured), gerçek bir somutlaşma ve maddeleşme söz konusu, sosyal bir yapı değil) ve upload ettiğimiz büyülü mühendislik diyagramları olan fikirleri kültürel ana sisteme indirdiğimiz anda, vahiysel pozitif geri besleme döngülerine yol açarak, bir fikrin kültürel sahadan gerçek hayata geçişini sağlıyor.” (Akın Aşkınoğlu)

Çünkü: “Günlük sembolizasyon ve ritüeller çoğunlukla yarı bilinçli şekilde devam eder. Bu bağlamda hyperstition ve superstition arasında doğrudan bir ayrım yapmak, ancak geriye dönük şekilde, -yani hiper süptil şekilde- mümkün hâle gelebilir. Akla yatkın şeylerin akıl dışı dayanakları olması normaldir.”

Ayrıca: “(…) superstition’ın aksine hyperstition’ının nesne olarak aldığı şeyler gerçeklik dediğimiz, özünde her daim müphem kalan ve “ne olacağı” belirsiz olan şeyde edimselleşme olanağını haiz bir doğaya sahip oluyor. Örneğin internet ve uzay yolculuğu birer hyperstitional nesne olarak görülebilir rahatlıkla, ahiret ve inayet ise –bizim gerçeklik dediğimiz şeyi yadsımaları itibarıyla doğaları ve tanımları gereği gerçeklikte ulaşılamaz olmalarından ötürü– birer superstitional nesnedir mesela. Ama eğer ki bu hyperstitional nesneler etrafında anlatılar kurup bunların gerçekleşmesini içten içe istemeseydik ve bu isteğin kolektif bir hype yaratmasına –başat olarak türlü görsel-işitsel mecranın kullanımı aracılığıyla yani bu mecraların sağladığı pozitif geri besleme döngülerinin [positive feedback loop] dolayımıyla– olanak tanımasaydık, bu “nesne”lerin ya da dilerseniz “hipernesne”lerin var olması da mümkün olmazdı ki hyperstition’ın söz konusu ettiği şey de bu realizasyon işleminin mümkünatı, virtüelden aktüele bu “nesnel geçiş”in, imgeselden reele bu “objektif emigrasyon”un imkânı zaten. “ (Hasan Cem Çal)

“Hiperinançlar temsil değildir, ne dezenformasyon ne de mitolojidir

Hype, hyping, hyperpropagation, kendini gerçek kıldığı için doğru veya yanlış olarak yargılanamayan bir zaman atlamalı sibernetik kurgu türüne aittir.“

*KaosGL.org Gökkuşağı Forumu’nda yayınlanan yazı ve çizimlerden yazarları ve çizerleri sorumludur. Yazının ya da çizginin KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki veya çizimlerdeki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.

.


Etiketler: yaşam
İstihdam