14/10/2020 | Yazar: Oğulcan Yediveren

Aile, (kültürel) yasanın ailenin biyolojik işlevleri ile iç içe geçirilip doğallaştırıldığı ideolojik bir kurumdur. Yasanın heteroseksüel tekeşli evliliği doğal ve meşru eşleşme / üreme biçimi olarak açığa çıkarması ancak onu bir içgüdü veya biyolojik bir olaymış gibi yani doğada kendiliğinden var olan insanın özüymüş gibi sunabiliyor olmasından geçer.

Tekeşliliğin biyolojik açıklamalarının insan yaşamı ve düşüncesine etkisi- I Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

Eser: Nicole Album

Tekeşlilik tarihin neredeyse tamamında ve birçok farklı kültürde egemen eşleşme ve üreme biçimi olmuştur. Neden tekeşliliğin egemen eşleşme ve üreme biçimi haline geldiği birçok farklı disiplin, siyasi görüş, inanış vs. açısından açıklanmaya çalışılmıştır. Bu dosyada elimden geldiğinde bu konuya dair yapılan açıklamaları birbiriyle konuşturmak ve tekeşlilik konusunu eleştirel bir yerden tekrar gündeme getirmeye çalışacağım.

Yazının ilk bölümünde tekeşliliğe dair yapılan biyolojik temelli açıklamaları kısaca özetleyip bu açıklamaların tarih boyunca insan düşüncesinde ne gibi izleri olduğunu ve bu düşüncelerin insanın sosyal yaşamını nasıl şekillendirdiğini göstermeye çalışacağım. Burada insan düşüncesi kavramı ile kültürel inanışlardan sosyal bilimlere kadar geniş bir yelpazeyi işaret ediyorum. Örneğin, birçok toplumda her insan doğar, evlenir, ürer ve ölür gibi yaygın bir varsayım vardır. Bu varsayım bir sürü ahlaki, dini, ideolojik düşünceyi içerisinde barındırır. Öte yandan sosyal bilimlerin insan yaşamına getirdiği açıklamalar da insanın içinde yaşadığı dönemin koşulları ve hâkim düşüncelerinden kopuk düşünülemez. Pekâlâ, sosyal bilimciler de belli dini, ahlaki ve siyasi varsayımlar taşıyor olabilir. İnsan düşüncesi diyerek belli tarihsel koşulların ürettiği ve farklı alanlarda benzer yansımaları olan belirli fikirlerin tamamını işaret ediyorum.

Biyolojik Temelli Argümanlar

Biyoloji bilimi canlıları incelerken kabaca tüm canlıların kendi türlerini devam ettirmeye dair bir içgüdü ile hareket ettiği düşüncesini temel alır. Canlıların türünü devam ettirme içgüdüsü ise iki bileşenden oluşur: hayatta kalmak ve üremek. Tekeşliliğe dair yapılan biyolojik açıklamaların bu iki içgüdüyü temel alarak yapıldığını kolaylıkla görebiliriz. Bu temelden yola çıkarak tekeşliliğe getirilmiş iki biyolojik açıklamayı anlatacağım.

Bunlardan ilki insan türünde tekeşliliğin yaygın bir eşleşme biçimi olmasını iki kritere bağlar: baba tarafından bakım ve şiddetli ekolojik stres. Buna göre, insan türü diğer türlere göre daha büyük bir beyne sahip olduğu ve ebeveyn bakımı olmadan hayatta kalabileceği gelişmişliğe ulaşması uzun sürdüğü için daha fazla miktarda ve daha uzun süre beslenmeye ihtiyaç duyar. Bu da yavrunun sadece annenin bakımıyla hayatta kalmasının mümkün olmadığı ve baba tarafından da bakıma ihtiyaç duyulduğu anlamına gelir. İkinci olarak ise henüz çevresel faktörlerin olumsuz etkilerine karşı günümüzde sahip olduğumuz araçlara sahip olmadığımız zamanlarda hayatta kalmak insan türü için çok daha çetin bir iştir ve bu onları şiddetli bir ekolojik stres deneyimlemeye iter. Bu şiddetli ekolojik stres erkeklerin üreme başarısını olumsuz etkiler. Tekeşlilik ise ekolojik stresin erkeğin üreme başarısı üzerindeki olumsuz etkisini ortadan kaldırmaya yarar.

Buna alternatif bir diğer açıklama ise tekeşliliğin grup içi çatışmayı ortadan kaldırdığı ve evrimsel süreçte tekeşli insan gruplarının hayatta kalma olasılıklarının daha yüksek olduğunu söyler. Bu sebeple doğal seçilim yoluyla tekeşli olmayan gruplar hayatta kalamazken tekeşli olanlar hayatta kalmayı başarmış ve tekeşlilik insan türünde yaygın bir eşleşme biçimi haline gelmiştir.

Günümüzde yapılan genetik ve paleoantropolojik çalışmalar tekeşliliğin evrime uğradığını yani günümüzde tekeşliliği zorunlu kılan biyolojik bir temel kalmadığını söylemektedir. Buna rağmen tekeşliliğe getirilen biyolojik açıklamalar insan düşüncesinde ve gündelik yaşamındaki etkisini hala sürdürmektedir. Bir sonraki bölümde tekeşliliğin evrime uğradığına dair iddianın bu etkinin kendisini tekrar tekrar üretmesine katkı sağladığını iddia edeceğim.

Doğa – Kültür İkiliği

Doğa – kültür ikiliği basitçe doğayı ve insanın yarattığı uygarlığı birbirine karşıt şeyler olarak konumlar. Doğa insan için bilinmezliklerle dolu ve tehlikelidir. Doğa düşünme yeteneğinden yoksun ve kaotiktir. Kültür ise aklı ve tahmin edilebilirliği simgeler. Bunun yanı sıra bu ikilik doğayı ‘hakikat’ olarak kurar, onu insanın uygarlığını üzerine inşa ettiği temel, insanı insan yapan öz olarak alır. Bu ikilik doğa ve kültürü sanki birbirinden keskin çizgilerle ayrılabilen iki ayrı mekânmışçasına kurgular. Bu ayrım aslında epey insan merkezci bir bakışa dayanmaktadır. Bu bakış bir yandan doğayı insanın özü kabul eden bir yandan ise kontrol altına alınması gereken tehlikeli bir şey olarak kuran yani doğayı tamamen insana olan etkisi üzerinden tanımlayan bir bakış olması itibariyle insan merkezcidir. Bu insan merkezci bakış doğayı fazlasıyla basitleştirilmiş bir şemaya indirger ve yaşamın gerçekte sahip olduğu karmaşık yapıyı manipüle ederek onu anlama fırsatını elimizden alır.

Her ne kadar biyoloji tekeşliliğin evrimleştiğini söylese de evrimsel paradigma üzerine kurulan bu anlatı doğa – kültür ikiliğini tekrar üretmeye hizmet eder. Evrimsel paradigma insan topluluklarının dönüşümünü onların içgüdülerine indirger ve her değişimi bu içgüdü ile açıklamaya çalışır. Bu paradigma yaşamı ve evreni belli amaçlarla temellendirir. İnsan türü için bu amaç üreme ve hayatta kalmak olarak belirlenir. Bu fazlasıyla basitleştirilmiş şema, yaşamın ve evrenin karmaşık nedenselliklerini kavramaktan uzak olan bu bakış, insanın varoluş amacını üreme ve hayatta kalma işlevlerine indirger ve onun iradesini yok sayar. Örneğin, tekeşliliğe dair biyolojik temelli açıklamalar tekeşliliğin sebeplerini açıklamaya çalışır fakat neden insan türünde çokeşliliğin olduğu konusuna eğilmez. Dahası, tekeşliliği bir işleve (üremeye) indirgeyerek onu ‘doğal’ olan eşleşme biçimi olarak kodlar. Evrimsel paradigma şiddetli çevresel stresin insan türünün doğaya karşı kendini savunmak için sahip olduğu araçların artmasıyla birlikte azaldığını ve tekeşliliğin evrimleştiğini söyler. Aslında bu tez insanın doğadan kopup kültürü kurmasını çağrıştırır. Aynı zamanda tekeşliliği kültür öncesi yani doğa ile eş kılar. Böylece doğa kültür ikiliği tekrar kurulmuş olur.

Peki, insan düşüncesinin ürettiği bu doğa kültür ikiliğinin sosyal yaşamdaki karşılığı ve işlevi nedir? Bir sonraki bölümde doğa kültür ikiliğinin sosyal bir organizasyon olan aile kurumunun ideolojik temelini oluşturduğunu ve doğa kültür ikiliğinin aile kurumunu “yapı taşı” ilan etmiş toplumların devamlılığını sağlayan bir işlev gördüğünü iddia edeceğim.

Doğa – Kültür İkiliğinin Bir Mekânı: Aile Kurumu

“Aile, bariz bir şekilde (meşru) eşleşme ve üreme süreçleri vasıtasıyla cinsel ilişkilerin düzenlenmesi ve insan türünün yeniden üretimiyle alakalıdır” (Turner, 1999). Bu sebeple tekeşliliğin tarihine bakmak aslında aynı zamanda ailenin de tarihine bakmak demektir. Hangi eşleşme ve üreme süreçlerinin meşru olarak kabul edileceği ise ailenin diğer işlevleri ile yakından ilintilidir. Bu diğer işlevleri iktisadi üretimin örgütlenmesi, toplumsal iş bölümü, mülkiyetin (yeniden) dağıtımı, kültür aktarımı, çocukların eğitimi (ya da toplumsallaşması) ve yaşlı bakımı gibi kişisel hizmetlerin tedarik edilmesi şeklinde özetleyebiliriz.

Aile bir kurum olarak doğa ve kültür arasındaki bir sınır gibi işler. Hem ikisini birbirinden ayırır hem de birleştirir. Örneğin, aile doğum ve ölüm gibi biyolojik işlevlerin görüldüğü bir kurumken aynı zamanda kültür aktarımından da sorumludur. Aile kan yoluyla ve evlilikle kurulur. Kan yoluyla kurulması onu doğaya ait bir şey olarak kurup onun doğallaştırılmasına yarar. Evlilik yoluyla kurulması ise aile kurumunun yasayı ve hukuku yani kültürü dayanak noktası olarak almasını sağlar. Peki, analitik olarak ailenin kan ve evlilik yoluyla kurulduğunu söyleyip doğa ve kültüre olan referanslarını açıklamamız pratikte de onların birbirinden gözle görülebilir şekilde ayırt edilebilir olduğu anlamına gelir mi?

Ailenin toplumsal olarak örgütlenme biçimlerini kabaca ikiye ayırabiliriz. Bunlar ailenin anasoylu veya babasoylu bir biçimde örgütlendiği toplumlardır. Babasoyluluk soyun baba/erkek çizgisi ile takip edilmesi anlamına gelirken, anasoyluluk soyun ana/kadın çizgisi ile takip edilmesi anlamına gelir. Bu örgütlenme biçimlerine bakmak yukarıda sorduğum soruya cevap bulmamızı da sağlayacaktır. Toplumun anasoylu mu babasoylu mu olduğu yukarıda saydığım mülkiyetin (yeniden) dağıtılması, toplumsal iş bölümü, iktisadi üretimin örgütlenmesi vs. gibi aileye ait işlevlerin de nasıl pratik edileceğini belirler. Örneğin, ailenin babasoylu olarak örgütlendiği feodal toplumlarda sadece erkekler mülkiyete sahip olabilmekteydi ve erkeklerin sahip oldukları mülkiyetler doğan ilk erkek çocuğa miras kalmaktaydı. Feodal toplumlarda henüz DNA testi gibi araçlar olmadığı için doğan çocukların babalarının kim olduğunu bilmek ancak bekaretin korunmasına ve aile kurumunun tekeşli olmasına bağlıydı. Yani, tekeşlilik ve namus olguları miras örüntülerini belirlenmesini sağlıyordu. Fakat yine de doğan çocuğun kimden olduğunu kesin olarak bilmek mümkün değildi. Aslında bu da bize aile örgütlenmesinde asıl önemli olanın de facto** biyolojik bağlar değil de jure*** soyun kabulü olduğunu göstermektedir.

Peki neden tüm bu imkansızlıklara rağmen kan bağı kavramı aslında bir yanıyla da toplumsal bir kurgu değilmiş gibi davranılır? Kan bağı (doğa) ve evlilik (kültür) arasındaki ilişki nedir? Aile, (kültürel) yasanın ailenin biyolojik işlevleri ile iç içe geçirilip doğallaştırıldığı ideolojik bir kurumdur. Yasanın heteroseksüel tekeşli evliliği doğal ve meşru eşleşme / üreme biçimi olarak açığa çıkarması ancak onu bir içgüdü veya biyolojik bir olaymış gibi yani doğada kendiliğinden var olan insanın özüymüş gibi sunabiliyor olmasından geçer. Ailenin örgütlenmesi de jure soyun kabülüne dayanmasına rağmen kan bağının aile örgütlenmesinde belirleyici bir öğeymiş gibi yapılmasının sebebi yasayı biyolojikleştirme kapasitesine sahip olmasından gelir. Yani yasa (kültür) toplumsal yaşamı düzenleyen esas kural olsa da aile kurumu içerisinde doğallaştırılmadan pratikte karşılığı olamaz.

*eşleşme biçimleri: eşleşme biçimleri ifadesinden tekeşlilik, çokkarılılık ve çokkocalılık gibi farklı partner kombinasyonlarını anlarız.

**de facto: yasalar tarafından resmi olarak tanınmamış olsa bile gerçekte olan pratikleri ifade eder.

***de jure: gerçekte var olup olmadıklarına bakılmaksızın yasal bir şekilde tanınmış olan pratikleri ifade eder.

*KaosGL.org Gökkuşağı Forumu’nda yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur. Yazının KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.



Etiketler: yaşam, aile, cinsellik
İstihdam