23/07/2008 | Yazar: Kaos GL
‘İlk zamanlarda, lezbiyen kadınlar ararken, şimdi de çocuk sahibi lezbiyenlere ulaşmak istiyorum. Yurt dışında çocuklu lezbiyenlerin örgütlendiklerini biliyorum. Burada da, biz birbirimizi bulsak, deneyimlerimizi paylaşsak, bir dayanışma içine girsek istiyorum.’ ‘Türkiye’de Eşcinsel Olmak’ söyleşi dizisi lezbiyen bir anne olan Canan’la devam ediyor.
Söyleşi: Yeşim T. Başaran
NOT: ‘Çarşamba Söyleşileri’ başlığı altında her hafta kaosgl.org’da yayınlayacağımız bu bölüme deneyimlerinizi bekliyoruz. Yazılarınızı editor@kaosgl.org adresine gönderebilirsiniz.
Seninle sohbet etmek istediğim konu hem lezbiyen hem de anne olduğun için, çocuksuz lezbiyenlerden farklı olarak yaşadığın zorluklar. Çocuğunu başından geçen bir evlilik sırasında dünyaya getirdiğini biliyorum. İstersen önce evlendiğin günlere dönelim, neden evlendin, neler yaşadın?
88’de evlendim, 21 yaşındaydım. 21 yaşında biri olarak, yaşadığım çevrede evden ayrılmanın tek yolu evlenmekti. O adam veya evlilik için öldüğüm için evlenmedim. Ayrıca, 21 yaşına kadar aile içinde göremediğim ilgi, şefkat bana çekici geldi. Birinin beni sevmesi güzeldi. Bir de annemle çok inatlaşıyordum. Annem istemişti sözlenmiştik, yine annem istemişti söz bozulmuştu. Sırf annem benim adıma karar verdi diye inat edip, 2 hafta içinde annemin ‘pişman olursun’ laflarına rağmen, aileden ve evden kaçmak için evlendim. Evlendikten birkaç ay sonra, hiçbir yerden kaçamayacağımı anladım. Çünkü kendimden kaçamazdım. Yaklaşık bir buçuk yıl sürdü bu evlilik. O kadar sürmeyebilirdi de ama evliliğin devam edemeyeceğini anlayıp kabul ettiğimde beş aylık hamileydim ve bu herifin ailesiyle oturuyordum.
Hiçbir yerin yok muydu, gidebileceğin?
Yoktu tabii. Kaçmam ailemi reddetmem demekti. Bizim ailede kaçan olur ama hemen barışılır. Böyle bir karar vermiştim, kendi kendime ayakta duracağım diye, eve dönmem annemin ‘pişman olursun’ sözlerini doğrulamam anlamına gelirdi. Evlendikten 6 ay sonra, o adamla birlikte korkarak annemlerin evine gittik. Çünkü nasıl karşılayacaklarını bilmiyorduk. Annemin elini öptük, oturduk. Annem önce surat asıyordu, sonra bağırmaya başladı. Biz de iki saat kadar oturduktan sonra kalktık, annem elini vermek istemedi ama sonra öptürdü. Bu da bir çeşit kabul edişti. Sonraları bir iki kere daha ziyaret ettik, ardından doğum yaptım. Sancılar başlayınca onlara telefonla haber verildi. Gelen cevap ise ‘biz pikniğe gidiyoruz’ idi. Bu beni çok incitmişti, kırmıştı. Doğumumdan sonra gelirler diye bekledim, ama ne annem ne de abim gelmediler. Bunun üzerine ben de yedi ay onlara gitmedim. Çünkü telefon bile açmadılar bana. O herif bir kere gitti, ona da ters davranmışlar. Ama sonra, biz küçüğüz bir nevi hatalıyız diyerek, telefon açıp çocukla birlikte gittik. Annem telefonda ‘bizde böyle durumlarda adet bir iki gün yatıya kalmaktır, ona göre hazırlan gel’ demişti. Ben de birkaç gün kalmak üzere gittim. İlk karşılama daha sıcaktı, ilgi çocuk üzerineydi, hediyeler verdiler, sevdiler. İkinci akşam artık o herif mi desem, o adam mı, eşim mi, neyse işte o herif sohbet ederken havayı gerginleştirdi ve annemle ağız dalaşına girdi. Tartışma adamın ailesiyle ilgiliydi. Bu arada anlatmam gereken bir şey var. Evliliğin yaklaşık ikinci ayından sonra evlendiğim adamın bir sorunu olduğunu anladım. Ruhsal bir sorundu. Onun lise dönemlerinde başlayan bir şey. Aklına olumsuz bir düşünce geldiğinde, işte ölüm, kaza, yangın, eroin gibi, karşısındaki kişi konuşuyorsa, yürüyorsa, yani ne yapıyorsa yapsın durduruyor ve bekletiyor, olumlu şeyler düşünmeye çalışıyor, doğum, deniz, çiçek, mutluluk, filan. Düşüncelere yoğunlaştığında işaret veriyor ve karşısındakinin aynen biraz önce yaptığı şeye devam etmesini istiyor, tüm detaylara dikkat ederek. İlk zamanlar bunun bir oyun, şaka olduğunu düşünmüştüm ama zaman geçtikçe bunun bir rahatsızlık olduğunu anladım.
Konuştuğumda bunu kabul ediyordu ama elinde olmadığını söylüyordu. Yaptıklarının farkında olduğu için bunun bir delilik olmadığını ama yakın çevresine rahatsızlık verdiğini, tedavi edilmesi gerektiğini söylediğimde, annesin ‘benim oğlum deli değil, sen kendi anneni doktora götür’ laflarıyla vazgeçiyordum. Bunun üzerine, ben de istediklerine uymaya başladım. Bu da bir çözüm değildi. Çünkü garip davranıyordu. Balkondan atlamak, soğuk duşun altına girmek, giysilerini yakmak, yani böyle abuk sabuk şeyler. Çocuğun doğumuna kadar olan süre ve sonrasında bunlarla da uğraşıyordum. Annemlere gittiğimizde evliliği bitirmeye karar vermiştim; olumsuzlukları düzeltmeye çalışıyordum ama annemlerdeyken artık düzelmeyeceğini anladım. Anneme bir şey anlatmamıştım ama annem olanları başkalarından duyuyordu. ‘Burası babanın evi, gelebilirsin’ deyince güç aldım. Ve akşam da adamla annem kavga etmeye başlayınca teyzemin oğlu adama ‘bu iki aileyi bir araya getirmeye çalışma, onlar kendileri hallederler’ dedi. Ama bu onun için bir şey ifade etmedi, inatla kabul ettirmeye çalıştı ve tartışma bitecek gibi değildi. Bir ara bana ki bu arada kıştayız ve saat gecenin biri, ‘kalk gidiyoruz’ dedi. Ben de gitmek istemediğimi, ayrılmak istediğimi söyledim. Şok oldu. Mücadele edecek gücümün kalmadığını, onun değişmek istemediğini, dönersem iyi şeyler olmayacağını söyledim. Bu kararı vermemde asıl neden, bir ay önce o hareketleri Can’a da yaptırmaya başlamasıydı. Çocuk ağlıyorken, olumsuz bir şey düşünmüşse ve çocuğu susturmuşsa, ardından onu yeniden ağlatmaya çalışıyordu. Böyle yapıp düşünce bazında rahatlıyordu. Bu da sabrımın tükenmesine yetti. Can’ı her zaman kolladım, biz yetişkinler bile adama katlanamıyoruz. Bu nedenle çok kavgalarımız olmuştu. İşte, eve dönelim; ayrılma konuşmamızda annem bayıldı, abim bana ‘sen burda kalmak istiyor musun, eğer istiyorsan, annemi hastaneye götüreceğiz, bizle gel, yoksa seni götürmeye çalışır’ dedi. Can uyuyordu, kardeşimi evde çocukla beraber bırakıp, abimlerle hastaneye gittik. Bunu fırsat bilen herif çocuğu alıp teyzesine götürmüş. Ertesi gün eve döndük, annem geçici felç geçiriyordu. Bir süre sonra adam geldi, beni eve götürmek istedi. Gitmeyeceğimi söyledim. Çocuğun teyzesinde olduğunu bakıma ihtiyacı olduğunu söyledi. Çocuğumu istediğimi, bakamıyorlarsa, burada bakabileceğimi, getirmezse bile dava yoluyla alacağımı söyledim. Akşam teyze geldi, ikna etmeye çalıştı. ‘Orada nelere katlandığını biliyorum, senin de beş kızın var, beni kızın gibi sevdiğini söylersin, sen kızının bunları yaşamasına nasıl izin verirsin, eğer dönersem, ya ben onu, ya o beni öldürür.’ Ertesi gün boşanma ve velayet davası açtım. Çocuk onlarda kaldı bir ay, sonra bir komşusuyla gönderdi. Bir ay boyunca Can’ı hiç yıkamamışlar, perişan haldeydi. O bir ay çocuğu alacağıma inandığım için dayanmak zorundaydım, dönseydim Can’ın ve benim hayatımızı riske atmış olurdum. İlk celse üç ay sonra oldu. Teyzeyle konuşup boşanmaya razı etmeye çalıştım, çünkü onun hastalığını kullanmak istemiyordum. İlk davada ayrılmak istemediğini, beni sevdiğini, birlikte olmak için gerekli koşulları sağlayacağını söyledi. Dava ertelendi, ama ben ‘ev açsın, tedavi olsun gideceğim’ dedim. Çok kızgındım çünkü. İkinci davada tanık olarak teyzemin oğlu ve abimi tanık olarak yazdırdım. Hakim tanıkları dinledi, boşanmaya ve Can’ın velayetinin bana verilmesine karar verdi. Kendime nafaka istemedim ama Can’a istedim. Nafaka 1990’da 50 bin liraydı, ayrıca Can iki haftada bir ve bayramları babasını görebilecekti.
Boşanıp ailenin yanına dönmek tek çözüm müydü?
İzmir’de bir kadın misafirhanesi açıldığını duymuştum. Ya eve dönecektim, ya da İzmir’e gidip orayı arayacaktım. Ayrıca kendimin dışında düşünmem gereken bir çocuk vardı, onu bırakmayı hiç düşünmedim. Evliliğimde yaşadığım yerde kontrol altındaydım, orada yaşananları annemlere, arkadaşlarıma haber vereceğimden korkuyorlardı. Arkadaşlarımla görüşemiyordum bile. Eve hapsedilmiştim, hiç yalnız bırakılmıyordum. Dolayısıyla misafirhanenin yerini, koşullarını araştıracak fırsatım yoktu. Gidebileceğim tek yer ailemin eviydi. Zorunluluktan bir dönüştü, gidebileceğim başka güvenli bir yer olsa, orayı tercih ederdim.
Artık yeter, deyip ailenin yanına döndün, peki orada umduğunu buldun mu?
Hayır, çünkü tam bunları yaşarken, ailemin tutumunda değişiklik yoktu, evlenmeden önce neyse, gene aynıydı. İlk birkaç ay fena değildi. Ama annem söylenmeye başladı. İstemediğimiz bir evlilik yaptın, bir de çocukla eve döndün, falan. Ben annemlerle oturmak istemiyordum. Can’la birlikte kalabileceğim bir ev istiyordum, bu koşulları yaratabilmek için de iş aramaya başladım. Bilgisayar, muhasebe kursuna gittim. Kursta tanıştığım bir kadınla iş bulmak üzere konuşurken, bana Mor Çatı’nın bir bültenini verdi. Bültendeki adrese gittim. Oradaki kadınlarla niçin oraya gittiğim üzerine konuştuk, iş aradığımı söyledim, daha önce neler yaptığımı anlattım. Bu görüşmeden bir hafta sonra, bana bir kitap pazarlama şirketinde iş buldular. Bu işe başladım, işin yakın civarında bir yuva buldum. Sabah Can’ı yuvaya bırakıyordum, akşam da eve dönüyorduk. Bu 1991 yılında oluyordu, maaşım bir milyon, yuva ücreti altıyüz bin. Mor Çatı yuvayla görüştü, ücret ikiyüz bine indi. Bu koşullarda Can ve kendim için istediğim yaşantıyı kuramayacağımın farkındaydım. Adamın teyzesini aradım, Can 89 doğumlu, 7 ay birlikte olduğumuzu düşün, çocuk bir buçuk yaşında, 7 ayı düş, boşandıktan sonra babası görmek için Can’ı bir kere bile aramadı. Öfkeliydim. Can’a yönelik sorumlulukları olduğunu, bunu için onu zorlamak gerektiğini düşünüyordum. Çocuğu yokmuş gibi davranıyordu. Bunlara kızdığım için, ekonomik koşullardan dolayı teyzesini arayıp, yuva parasını ödemelerini istedim. Teyzesi bana adamın yeniden evlendiğini, iyi bir işi olduğunu, araba aldığını, öteki kadından da bir oğlu olduğunu ve tedavi olduğunu söyledi. Ben de bunların beni ilgilendirmediğini ve niçin tüm bunları birlikteyken denemediğini söyledim. Teyzesi de söylediklerimi ileteceğini söyledi. Daha sonra yine aradım. Teyze bu işlere karışmak istemediğini söyledi. Çünkü adam onun üzerine yürümüş. Ayrıca hiçbir şey vermeyeceklerini söylemiş. Ben çocuğu tek başıma yapmadım, dedim. Bir nafaka davası açtım. 1992 yılında mahkeme sonucunda nafaka 250.000 liraya yükseltildi. Bu parayı da o değil, annesi yatırıyordu. Bu arada işten ayrılmak zorunda kaldım, şirket iflas etmişti. Yeniden Mor Çatı’ya başvurdum. Onbeş gün sonra bana daha üretken olabileceğim, ekonomik olarak daha iyi bir iş buldular. Tüm bu süreçte Mor Çatı’ya gidip geliyordum. Bilinç yükseltme toplantılarına katılıyordum. Benzer sorunları yaşayan kadınlarla tanıştım, söyleştim. Tüm bunlar kendime yönelmemi sağladı, yalnız olmadığımı gördüm, değerli olma hissini, kendimi sevmeyi öğrendim. Kadın kimliğimi, cinselliğimi sorgulama dönemlerimde çok şeyi gördüm. Adını koymadığım ama çok önceden de varolan kendi cinsime yönelik ilgimi keşfettim. Çocukluk dönemime döndüm, kendimi daha farklı bir gözle gözden geçirdim. Ama yine de adını koyamıyordum, bunu konuşabileceğim, tartışabileceğim birileri yoktu çevremde, pek çok şeyde olduğu gibi; bu Mor Çatı’ya gitmeye başlamamdan önceydi. Heteroseksüel kimliğiyle büyütülmüştüm.
Bunları Mor Çatı’da konuşabiliyor muydun?
Tüm bunları konuşabileceğim insanlar, o dönemde sadece oradakilerdi, sadece bu değil başka birçok yönüm. Oradakilerle konuştukça, pek çok konuda kafam netleşti. Kimlerle beraber olmak istiyordum, nasıl mutlu olacağım? Tüm bu sorulara yanıt buluyordum. Artık benim için Can’la bir evde oturabilmek daha anlamlı bir şey haline gelmişti. Kendimi tanıdım. O sıralar 23-24 yaşlarındaydım. Kendimi bu yaşlarda tanıyabilmek hem mutluluk, hem üzüntü veriyordu.
Kendini nasıl tanımlıyordun?
İlk defa bir kadına aşık olmuştum. Ama cinselliğe dair korkularım, utançlarım vardı. Kendimi seviyordum ama kendi bedenime bile uzaktım. Kadınları sevmeyi, sevebileceğimi gördüm, kendimle iyice yakınlaşmıştım. Bu kabullenişle üzerimden büyük bir yük kalkmıştı. Lezbiyenliğimi bir çığlık gibi yaşıyordum. Ailemin dışındaki çevreme büyük bir coşkuyla açılıyordum.
İnsanlara açılmaya başladığın zamanlar tanıdığın lezbiyen kadın var mıydı?
Bu açılma döneminde bir sürü kadınla konuştum, lezbiyen olduğumu söyledim ama konuştuğum kadınlardan hiçbiri lezbiyen değildi ve onun arkasından benden başka lezbiyen kadın yok mu diye bir arayış içerisine girdim. Sonuçta konuştuğum kadınlar, yıllardır kadın konusunda çalışan, mücadele veren kadınlardı; onların tanıma ihtimali olduğunu düşünüyordum. Ne yazık ki onlardan beklediğim cevabı alamadım. Daha önceki dönemlerde kadınlarla birlikte olan, o zamanlar biseksüel ve heteroseksüel olan kadınlar vardı. Kadınlarla sohbetlerimde, heteroseksüel olduğunu ama aşık olabileceği bir kadın olsa onunla yaşayabileceğini söyleyen kadınlar da vardı. Bir süre böyle gitti. Kadınlarla konuşuyorum, arıyorum arıyorum kimse yok. Tam da bunun arkasından bir kadın toplantısında iki kadın geldi, kendilerinin lezbiyen olduklarını ve bir grup kurduklarını söylediler, aradığım şey elimin uzanacağı bir yerdeydi. Bu kadınlar lezbiyen kadınların, diğer kadın gruplarıyla neler yapabileceklerini, nasıl bir iletişim kanalı oluşturacaklarını konuşmak istediklerini söylediler. Bir toplantı yapıldı. Bu lezbiyen kadın grubunun ismi Venüs’ün Kızkardeşleri idi. Toplantıda onlarla tanışmış olmama ne kadar sevindiğimi, gruba katılmak istediğimi söyledim. Bir hafta sonra tanışma toplantısı gibi bir şey düzenlediler, ardından da gruba katılmış oldum. İki yıldır bu gruptayım, çalışmalarına katılıyorum. Bu grupla birlikte eşcinsellerin diğer çalışmalarına katıldım, insanlarla tanışma fırsatı buldum.
Feminist kadınlarla olan ilişkilerinde kendinle barışmanda ne denli yararlı olduğundan bahsettin. Peki, lezbiyen kadınların, bir lezbiyen kadın grubunun sana kattıklarından da bahseder misin?
Bu heteroseksist sistemin dayatmalarıyla dört duvar arasında kalmış, kendini tanıyamamış, tanıma fırsatı bulamayan, kendisi gibi başka insanların da olduğundan haberi bile olmayan, heteroseksizmin ve cinsiyetçiliğin dayattıklarından dolayı kendini sapık gibi gören, hissettiklerinin hastalık veya sapıklık olduğunu düşünen, tabu olan cinselliğin konuşulmadığı bir toplumda bu sorularına cevap bulamayan insanlar ailesi ve arkadaşlarıyla cinselliğin c’sinden bile konuşamazken kendi cinsine olan ilgilerini kiminle konuşup, içinde hissettiklerini kiminle paylaşacak ki. Sonuçta Venüs’ün Kızkardeşleri’nin bana bu anlamda kattığı çok şey oldu. Kafamdaki bütün soruları tartışma imkanı buldum, konuştukça ne kadar benzer süreçlerden geçtiğimizi gördüm. Gene de beni onlardan ayıran bir yanım vardı, ben çocuk sahibi bir lezbiyendim. O arkadaşlarla birbirimize çok uzak değiliz, bir şeyleri hep birlikte değiştireceğimizi, birbirimize destek olduğumuzu, bu desteğe ihtiyacı olan başka lezbiyen kadınların olduğunu biliyoruz; onlara ulaşmak istiyoruz. Yalnız olmadığımızı bilmek büyük bir güç veriyor, ondan sonra benzer sorunları konuşmak, tartışmak nispeten kolay. Ama hâlâ çocuk sahibi başka bir lezbiyen kadın tanımıyorum ve bu grubun içinde bu sorunları tartışamıyorum. Bu sorunu -bu arada çocuğum sorun çünkü lezbiyen olduğumu bilmiyor, başka bir sürü şey daha var- o ortama taşıyamıyorum. Çocuğumla kurduğum ortaklık açısından konuşup, bu konudaki sorularıma da yanıt bulabileceğim lezbiyen kadınlar yok. Daha doğrusu ben şu anda tanımıyorum ama tanımayı çok istiyorum.
Aslında, sen de ben de çok iyi biliyoruz ki, evli birçok kadın kapılar ardından, ismini koymadan lezbiyenliği yaşıyor. Bu belki de bizi en çok çıldırtan şey, yani adının konmaması ve toplumsal ikiyüzlülük, öyle değil mi?
Evet, öyle! Şey var, ben bunu gerek kadın hareketindeki kadınlarla tanışmadan önce yaşadığım mahalleden, gerekse kadın toplantılarındaki tanıklıklardan biliyorum. Bunlar hep konuşulur. Kadınlar birbirlerine el şakaları, laf atmalar, falan. Bazı şeylerin tanımlamasını yapıp, adını koyarsan çok ürkütücü oluyor. Onlara, hastalık, sapıklık dedikleri şeyleri kendilerinin yaşadıklarını söylersen, toplumun ikiyüzlülüğünün dengesi bozulur. Öyle insanlara ben, kendime dair tanımlarımı söylersem, istismara bile uğrarım. Çünkü bu yanımı çok az ima ettiğim bir kadının elleri her fırsatta üzerimdeydi. Bu adı konmamış ikiyüzlülüğün kahvelerde, şurda burda, erkek mekanlarında yaşandığını da biliyorum. Bu evli kadınlar kocalarıyla, heteroseksist toplumun öğrettiği ve beklediği gibi, görevmiş gibi yaşıyorlar. Asıl cinselliklerinin, yani kadınlarla olan birlikteliklerinin adı konsa, karşımıza en büyük eşcinsel düşmanı çıkar. Yani çıkıp da, sen busun desen, herhalde taşlarlar.
Sonuç olarak, kendi çevrende, kendine lezbiyen diyen çocuk sahibi hiçbir kadın yok.
İlk zamanlarda, lezbiyen kadınlar ararken, şimdi de çocuk sahibi lezbiyenlere ulaşmak istiyorum. Yurt dışında çocuklu lezbiyenlerin örgütlendiklerini biliyorum. Burada da, biz birbirimizi bulsak, deneyimlerimizi paylaşsak, bir dayanışma içine girsek istiyorum. Mesela bir gün Can’la yüzleşmek zorunda kalacağım. Can’ı her ne kadar olumlu şekilde yetiştirmeye çalışsam da, o da heteroseksist bir toplumda yaşıyor. Reddettiğimiz değerlerle yetişecek, bu noktada toplumu bir ahtapota benzetiyorum. Ahtapotun kollarından biri bense, diğerleri gelenekler, örf, adet, devlet, eğitim sistemi. Benim dışımdaki kolların da etkisi büyük olacak. Ben onunla ne kadar konuşsam da, okulda arkadaşlarıyla konuşurken, kendi yaşamında istese de istemese de etkilenecek, toplumun etkileriyle büyüyecek, kişiliği bu şekilde gelişecek. Ben ahtapotun sadece bir koluyum. Boşandığım zaman, evlen, çocuğunu babasız bırakma, demişlerdi. Ben de, yalnız başına çocuk büyüten tek kadın ben değilim, diyordum. Mücadele etmeliyim, bunun için de benim gibi düşünen kadınlarla dayanışma içine girmem gerekiyor. Zaten benim de o dayanışmaya ihtiyacım var. Birbirimizle dayanışmamız gerekiyor. Bu cendereden başka bir çıkış yolu göremiyorum.
Sevgili ilişkilerinde bu dayanışmayı yaşamıyor musun?
Yoğun yaşadığım bazı ilişkilerde, çocuğum sorun oldu, birlikte olduğum kadın açısından. İlki şeydi, kendi çocuğu olmadığı için kıskanıyordu, bu kıskançlıkta öfke vardı, çocuktan uzak durmaya çalışıyordu, yokmuş gibi davranıyordu, onu hep tersliyordu. Ben Can’la birlikte bir yaşam istiyordum. O kadın için Can yokmuş gibi yapamazdım. Neden paylaşmak istemiyorsun diye sorduğumda, hem Can’ı hem beni kırıyordu, incitiyordu. Can ona ne kadar yaklaşmaya çalışsa, sevgilim onu itiyordu. Bu konuşmalardan sonraki süreçte, Can’la arkadaş olmayı denediğini gördüm, bir süre sonra gayet iyi anlaşır gibi oldular, birbirlerini sevmeye başladılar. Sevgilimin içinde her zaman kendi çocuğuna sahip olma isteği vardı, bundan dolayı benim doğurduğum çocuğa olan aksi davranışlarını anlamak güçtü benim için. Daha sonra bu ilişki başka nedenlerle bitti. Bir süre sonra, tanıştığım, birlikte olduğum başka bir kadın, İstanbul’da yaşamamasına rağmen, onun özellikle erkek çocuklarına olan soğukluğu -bana göre cinsiyetçiliği, çünkü bu politik bir red idi- önyargısı dolayısıyla, görüştüğümüz çok az zamanlarda Can’ın varlığı onu agresifleştiriyor ve sinirli davranışlar içerisine sokuyordu. Benim bir tercih yapmamı istiyordu, ya ben ya Can, gibi. Ama benim böyle bir tercih yapmam söz konusu değildi. Bu ilişkide, sigara içmem de sorun olmuştu, ilişkimiz bir çıkmaza girmişti. Bunu İstanbul’a son gelişinde oturup, konuştuğumuzda o çocuğu anneme ya da babasına bırakmamın benim için uygun olacağını savunuyordu. Böyle bir şeyin mümkün olamayacağını söyledim. O da beni Can’la birlikte kabul edecek bir sevgili dileğinde bulundu ve ayrıldık. Ben o ilişkinin ilerisini göremiyordum, çünkü sigara biri için vazgeçilebilecek bir şey ama Can değil. Zaten benden Can’dan ayrılmamı isteyen birisinin samimiyetine de inanmıyorum. Ama bu kadınla hâlâ görüşüyoruz, birbirimizden haberdarız. Yani şu ana kadar sevgililerimle yaşadığım ilişkilerde bir dayanışma görmedim. Can da her ne kadar benim lezbiyen olduğumu bilmese de, ya da yanımdaki kadının sevgilim olduğunu anlamasa da, o bir şekilde o kadınla yakınlığımı anlıyor ve kıskanıyor.
Diğer kadınlarla olan konuşmalarımdan bildiğim kadarıyla lezbiyen anneler, lezbiyenliklerini yaşarlarken vicdani olarak rahatsızlık duyuyorlar. Yani istediğin anlamda üçlü bir ilişki oluşturamamanın dışında, çocuğuna karşı neler hissediyorsun?
Bu noktada şey var, Can’a nasıl baktığım. Bir kere tüm bu konuşmaların içerisinde çocuğum, oğlum gibi laflar ağzımdan çıkmış olsa da, Can’ı kendi malım gibi görmüyorum. Ben onu dünyaya getirmede bir aracım sadece. O ayrı bir birey, düşünceleri, kaygıları olan, kendi sorularını soran, tartışan, gerekirse benimle kavga eden ki etsin, hayatı paylaştığım bir insan. Ne ben onun malıyım, ne de o benim. Ben onu belirlemek istemiyorum. Aynı şekilde onun da beni belirlemesini istemiyorum. Birlikte yaşadığımız, birlikte yaptığımız şeylerde mümkün olduğunca ortak davranmaya çalışıyoruz. Belki bunları yetişkinlerden bile beklemek biraz şey ama onun kendi ayakları üzerinde durması, özgüveni olan bir birey olması için bir yerden başlamak gerekiyor. Bütün bunları bir katılık, bir soğukluk içerisinde değil, birbirimizi severek, sevdiğimizi göstererek, söyleyerek yaşamaya çalışıyoruz. Bu benim Can’a bakışım. Bunca zaman böyle yaşadık. Benim kendimi çok geç tanıdığım, kendim için çok geç bir şeyler yapmaya başladığım, bunu başkalarının yapmayacağını bildiğim için vicdan azabı çekmiyorum. Ben buyum. Zamanı geldiğinde -bu zaman ne zaman gelir, bilmiyorum- oturup konuştuğumuzda, onun anlayabileceği şekilde kendimi anlattığımda umuyorum beni anlar, iyimser bir bekleyiş bu tabi. Ne kendimi ne de onu aldatmak istemiyorum, hissetmediğim bir şeyi yaşamak istemiyorum, hissetmediğim bir şeyi ona mazeret gösterip yalan söylemek istemiyorum. Çünkü aramızda yalana dayalı bir ilişki yok. Ama o şimdiden küçük bir heteroseksüel, beş yaşındayken ciddi ciddi, anne benim ne zaman sevgilim olacak, diye sordu, cinsiyet tanımlamasının olmaması hoştu. Ben sabırlı olmasını istedim. Zaten birinci sınıfta bir kız arkadaşını beğendiğini anlatmaya başladı. Onun cinselliği üzerinde belirleyici değilim, kendini ne şekilde tanımlarsa tanımlasın, onun yanında olacağım.
Klasik bir soru; son olarak neler söylemek istersin?
Toplumda insan yetiştirilmiyor, kadın veya erkek yetiştiriliyor. Bir takım roller dayatılıyor. Hepimiz öyle büyüdük. Belki biz biraz kabuğunu kıranlardanız. Cinsiyetçiliğin, erkek çocuğu oyuncaklarla falan şiddete, egemen olmaya yöneltmenin, kız çocuğunu eve kapatıp gelecekte ki heteroseksüel kadın rolüne, kimliğine hazırlamanın karşısındaki bir kişi de olsak, bir kişiyiz işte. Bu rollerden bağımsız yetiştireceğimiz bir çocuğun da önemli olduğunu düşünüyorum. Onu baskıcı toplumsal rollerden uzak tutmak görevi bizim üzerimize düşüyor. Kadınlık kadını, erkeklik de erkeği boğan bir şey. Bu rollerden hiç kimse memnun değil. Adamlar ağlayamıyor bile, be, böyle salakça bir şey olur mu? Ağlayamayan erkeklere acıyorum, adam duygularını yaşayamıyor düşünsene. O da aşık oluyor, acı çekiyor ama üzerine yüklenen değerlerden dolayı bunu gösteremiyor. Kadın da bunun karşısında, kendisine yüklenen görevlerle, yuvayı dişi kuş yapar söylemiyle, habire yuva yapıyor ama o yuvanın içinde ne kadar mutlu, ne kadar kendini yaşıyor, bu da bir soru. Kadının mutlu olacağı, erkeğin de ağlayacağı bir gün gelecek! Yalnız başına lezbiyen bir anne olarak yaşamak çok ağır ama burada seninle söyleşirken bahsedemediğimiz, değinemediğimiz o kadar çok konu var ki, söyleyecek o kadar çok sözümüz var ki, ama buna KAOS GL’nin sayfaları yetmeyecek, diğer insanlar isyan edecek. Üstelik KAOS GL’nin sayfa sorunu varken, ben artık susayım, başka sayılarda devam ederiz diyelim.
''‘Sarılıp gövdesine sımsıkı bir kadın kendini doğurabilir isterse’ Edip Cansever''
''Kendinize sarılmaktan korkmayın.''
*Konuyla ilgili haberler:
[[TEO 8: Evli ve Gey Olmak]]
[[TEO 7: Sivil Anayasa’da Eşcinsel Olmak]]
[[TEO 6: Eşcinsellik ve Yoksunluk Hali]]
[[TEO 5: Eşcinsel ve Gazeteci Olmak]]
[[TEO 4: Eşcinsel ve İşçi Olmak!]]
[[TEO 3: Eşcinsel ve Öğrenci Olmak!]]
[[TEO 2: Türkiye’de Eşcinsel ve Sanatçı Olmak!]]
[[TEO 1: Türkiye’de Kadın ve Eşcinsel Olmak]]
[[22 Mart’ta ‘Türkiye’de Eşcinsel ve Sanatçı Olmak’]]
[[9 Mart’ta ‘Türkiye’de Kadın ve Eşcinsel Olmak’]]
[[Türkiye'de Eşcinsel Olmak!]]
Etiketler: insan hakları, aile