24/02/2009 | Yazar: Elif Gazioğlu

Billy Tipton, 1914 yılında Oklahoma’da doğup 1989’da yaşama veda edene kadar geçirdiği 74 yılı, birlikte çalıştığı ünlü müzisyenlerle, aralarından biri seks işçisi, diğeri striptizci beş kadınla ya

Billy Tipton, 1914 yılında Oklahoma’da doğup 1989’da yaşama veda edene kadar geçirdiği 74 yılı, birlikte çalıştığı ünlü müzisyenlerle, aralarından biri seks işçisi, diğeri striptizci beş kadınla yaptığı ‘resmi olmayan evlilik’lerle ve evlat edindiği beş oğluyla birlikte dolu dolu yaşamış, hayatını saksafon çalarak kazanan bir jazcıydı. Sevgililerinin, kendisini ‘hayatımın aşkı’ diye anlattığı, çocuklarının ‘muhteşem bir baba’ diye bahsettiği Billy’nin aslında bir erkek değil kadın olduğu, ölmeden bir yıl önce yakalandığı ülser hastalığının tedavisi vesilesiyle ortaya çıktı. Billy, göğüsleri belirmeye başladığından beridir onları bantlarla vücuduna sıkıca yapıştırıp dökümlü erkek giysileri giyiyor, saçlarını erkek gibi kestiriyor, erkek gibi yürüyor, konuşuyor, gülüyordu. Billy’nin yaşam öyküsü medyaya yansıdığında, Amerika’da transseksüellik konusu hararetle tartışılmaya başlandı. Neydi transseksüellik? Hastalık mı? Doğal mı? Bireysel bir seçim mi yoksa travmatik anıların cinselliğe yansıması mı? 

Bu soruların kat’i yanıtları olmasa da, 2007’de ABC’de yayımlanan bir belgesel, konuya bakış açımızın hangi yönde hareket etmesi gerektiğine işaret ediyordu. Belgeselin konusu, belgesel çekildiğinde 6, 10 ve 16 yaşlarında olan üç çocuk. Bu çocuklar, Amerikalı, hali vakti yerinde, orta sınıf, beyaz, Hristiyan, heteroseksüel, yani ‘normal’ ailelerin çocukları. Hayatlarında herhangi travmatik bir olay olmadığı gibi, birçok çocuğun sahip olmadığı bir lükse, birbirini seven anne babalara ve birbirine bağlı kardeşlere sahipler. Ve bu çocuklar transseksüeller.
Annesi, bir erkek çocuğunun organlarına sahip olan 6 yaşındaki Jazz’in, henüz iki yaşındayken ‘benim pipim ne zaman düşecek, ben ne zaman kız olacağım?’ diye sorduğunu, üç yaşındayken, kendisinden oğlan diye bahseden doktoru, ‘ben kızım’ diye düzelttiğini, babası kendisine ‘aferin oğluma’ dediğinde ‘ben senin oğlun değil, kızınım’ dediğini anlatıyor. 10 yaşındaki Riley’in annesi ise, kendisine alınan araba ve silah gibi oyuncakları reddedip, kız kardeşinin bebekleriyle oynayan, kız kardeşinin elbiselerini giymesine izin verilmezse dışarı çıkmayan oğlunu, ‘onlar kız giysileri, sen onları değil, bunları giyeceksin’ deyip, önüne koyduğu pantolonlarla, Riley’i erkek olduğuna ikna etmeye çalışmış. Ancak Riley iki yaşındayken pipisini makasla kesmeye kalkışınca, annesi duruma farklı bakmaya, bunun, henüz iki yaşındaki Riley için bir hayat memat meselesi olduğunu idrak etmeye başlamış. Rebecca ise, 14 yaşındayken ailesine, bir kadının vücudunda yaşamaya dayanamadığını ve kendisini kadın vücuduna hapsedilmiş bir erkek olarak gördüğünü söylediği bir mektup yazmış. Ailesi, onun yeniden bir kız gibi davranmaya başlaması için ellerinden geleni yaptıklarını söylüyor ama bu, Rebecca’nın depresyona girip intiharı düşünmeye başlamasına neden olmaktan başka bir işe yaramamış. Kabullenme süreci sonunda ailesi sadece Rebecca’yı bir erkek adı olan Jeremy diye çağırmaya başlamamış, aynı zamanda sesini kalınlaştırıp, sakallarının çıkmasını sağlayacak testosteron tedavisine başlamasını da onaylamışlar. 
 
Bu belgesel transseksüelliğin bir sapkınlık, anormalite, travmatik bir çocukluk ya da para için seçilen bir meslek olmadığının en önemli kanıtlarından biri gibi görünüyor. Belgeselin gösterdiği bir başka şey ise, çocukların kendilerinden memnuniyetlerinin, mutluluklarının, hayatlarını huzurlu bir şekilde geçirebilmelerinin, sosyal alanda kendilerine güvenebilmelerinin ve hatta eğitim ve meslek alanlarındaki başarılarının, ailelerinin onları oldukları gibi kabul etmesiyle doğrudan bağlantılı olduğu. Durumunu anlatırken ağlayan tek çocuk olan Riley’in, başlarda babası tarafından zor kabul edilmiş olması rastlantı değil.
 
Başta da söylediğim gibi, tıpkı heteroseksüelliğin nedenlerinin bilinmemesi gibi, transseksüelliğin de nedenleri henüz bilinmiyor. Konu üzerine çeşitli teoriler var; hormonlardan kromozomlara, taciz ve tecavüzün neden olduğu psikolojik bozukluklara kadar, önyargılarla dolu, bilimselliği kendinden menkul bir sürü teori, anlamaya değil, dışlamaya yönelik bir sürü safsata… Bu belgeselin en önemli çıktısı ise, her farklılığın özel olduğu, herkesin farklı olduğu ve farklılıkların nedeni ne olursa olsun, insanları farklılıkları ile kabul etmek gerekliliği. Billy, Riley, Jazz, Jeremy, sen, ben. Hepimiz farklıyız, hepimiz özeliz. Hepimizin aynı olduğu nokta bu.  
 
*Söz konusu belgeselin tamamına, youtube’a ‘My Secret Self’ yazarak ulaşılabilir. 


Etiketler: insan hakları, aile
nefret