22/10/2009 | Yazar: Hande Öğüt

‘Capote sinemanın da sevdiği bir karakter oldu. Bunun son iki örneği ‘Infamous’(2006) ve ‘Capote’ydi (2005). Capotelerimiz ise Toby Jones ve bu rolle Oscar alan Philip Seymour Hoffman...’ 

‘Capote sinemanın da sevdiği bir karakter oldu. Bunun son iki örneği ‘Infamous’(2006) ve ‘Capote’ydi (2005). Capotelerimiz ise Toby Jones ve bu rolle Oscar alan Philip Seymour Hoffman...’ 

‘‘Tiffany’de Kahvaltı’nın eşcinsel kahramanı Fred’in bu yönü, romanın ününü gölgede bırakan Blake Edwards imzalı aynı adlı filmde, görünmezden gelinerek yok sayılmıştır.’
 
‘İki kez beyazperdeye uyarlanan ‘Soğukkanlılıkla’nın sinema versiyonlarında yazarın Perry’ye duyduğu cinsel ve duygusal çekim göz ardı edilir.’

kendi kamçısıyla kendini kırbaçladı
 
‘Yaşamım -en azından bir sanatçı olarak- tıpkı bir vücut ısısı gibi- kaydedilebilir: Yükselme ve düşüşler, son derece kesin evreler.’
 
Çağdaş Amerikan edebiyatının ve Güney geleneğinin en önemli yazarlarından Truman Capote, en sevdiğim kitaplarından biri olan ‘Bukalemunlar İçin Müzik’e bu cümlelerle başlar. Kimseden örnek almadan, esinlenmeden, ansızın 8 yaşında yazmaya başladığında, soylu ve acımasız bir efendiye bir ömürlüğüne zincirlendiğinin farkında değildir. Ama şunu bilir: Tanrı size bir yetenek verdiğinde, yanında bir de kamçı verir; ve bu kamçı yalnızca kendi kendinizi kırbaçlamak içindir. Kamçısını yanından hiç ayırmadan yazar, yazar Truman; gece öyküleri, gündüz öyküleri, gerçeğe yakın romanlar, kurmaca romanlar, kendi kendisiyle yapılmış röportajlar, makaleler...

Gerçek adı Truman Streckfus Persons olan yazar, 1924’te New Orleans’ta doğar. Annesi tarafından Alabama’daki teyzelerinin himayesine bırakılarak pek çok büyük yazarın alamet-i farikası olan mutsuz bir çocuklukla taltif edilir.
 
Vodoo ayinlerinden şamanik büyülere dek her türlü inisiasyon törenini yaşar küçük Capote ki, bunların yansımalarını edebiyatında görmemek mümkün değildir.
 
1933 yılında, yeniden evlenen annesinin yanına New York’a ve okula gönderilir. Uyumsuzluğuyla kendini okuldan attırmayı başarır ve ömrü boyunca içinden çıkmayacağı eğlence hayatına girer. 17 yaşındayken Amerika’nın önemli gazetelerinden The New Yorker’da işe başlar. Birkaç yıla kalmadan gazetenin daimi yazarlarından olacaktır. O’Henry Ödülü alan ve ne denli soğukkanlı bir yazar olduğunun ilk işareti sayılan ‘Miriam’ adlı hikâyesiyle yayıncıların dikkatini çeker. 24 yaşındayken yazdığı ‘Başka Sesler, Başka Odalar’ ile edebiyat çevrelerine düşer bir bomba gibi. ‘Çimen Türküsü’, ‘Gece Ağacı’, ‘Tiffany’de Kahvaltı’nın ardından ‘Soğukkanlılıkla’ adlı romanı ile dünya literatürüne ‘kült yazar’ olarak geçer.

50’lerde, Brooklyn’de bir apartmanın bodrum katında otururken yazdığı, sonradan tüm eşyalarıyla birlikte kapıcısına, yakması isteğiyle terk ettiği terekeden çıkan, bir kararsızlığın, müphemliğin; hem bulunuş serüveni, hem de kahramanları, kurgusu ve temasıyla bir muammanın romanı olan ‘Yaz Çılgınlığı’ gibi dilimize yine Sel Yayınları tarafından ilk kez kazandırılan ‘Kabul Edilmiş Dualar’, artık muammanın değil, kamçının, hem yazarını hem çevresini kırbaçlamasının nihayetidir. 

‘Nedensiz’ işlenmiş en vahşi cinayetler olarak tarihe geçen Kansas’taki Clutter Cinayeti’nin, bir ailenin katledilmesinin izini adım adım ve yıllarca sürdüğü tanıklıklar ve gözlemlere dayalı romanı ‘Soğukkanlılıkla’ ile sadece Amerikan toplumunu değil, sistemin kastre ettiği tüm toplumları vicdanıyla hesaplaşmaya davet eden Capote, özenin varoluşu içindeki suçluluğun, suçun toplumsallığını sorgulamaya iter okurunu da kendini de. Dönemin yaramaz çocuğu ve ayrıksı ‘çiçeği’ Capote’nin, bu romanıyla birlikte Yeni Gazetecilik de ortaya çıkar. Bu teknik, ciltler dolusu kurgu olmayan, gazete kupürü tekniklerini birleştiren veya çoğu kez gerçeklerle oynayarak ve yeniden kurarak verilen haber dramasını ve güncelliğini artıran bir üslup olarak pek çok yazarın eserine esin verir. Endüstrileşme yeni bir yazın türü arz eder derken; kalabalıkların sesinin ve toplumsalın her deliğinde bulunabilecek görüntülerin kaydı: Röntgencilik!

Herkes birbirini gözlemlemekte, ötekinin suçu ve hatası üzerinden kendini haklılaştırıp ne denli iyi ve saf olduğunu gerekçelendirmektedir. Müthiş bir gözaltıdır mahrem hayatlara yöneltilen binlerce gözün seyri... İşte böyle bir dönemin eseridir ‘Soğukkanlılıkla’.

1950’lerin sonunda yazdığı yazıların yaratıcılık anlamında en ilgincinin, önce New Yorker’da bir dizi makale halinde daha sonra ‘Esin Perileri Duyuldu’ adıyla kitap olarak yayımlanan çalışması olduğunu söyler Capote. Kısa komik ‘gerçeğe dayalı’ bir roman biçiminde tasarlanan bu serüven; ABD ile SSCB arasındaki ilk kültürel alışverişle, 1955’te Siyah Amerikalılar adlı grubun, Porgy ile Bess ile Rusya’ya yaptığı turneyle ilgilidir. Pek duyulup başarı kazanmasa da kitap Capote’nin indinde çok önemlidir: ‘Yazarken her zaman en büyük yaratma sorunum olan şeye bir çözüm bulabileceğimi fark ettim.’

Bir haber romanı yazmaktır yeni ereği. Onu böyle bir şeye iten, düzyazı alanında 1920’lerde o yana yeni hiçbir çalışmanın yapılmadığına inanması ve gazeteciliğin bir sanat olarak bakir bir alan oluşunu düşünmesidir. Gerçeğin güvenilirliğine, düzyazının derinlik ve özgürlüğüne ve şiirin kesinliğine sahip olması arzulanan yeni romanı, Norman Mailer tarafından bir imgelem kaybı olarak nitelense de ‘Soğukkanlılıkla’ büyük başarıya ulaşır; üçüncü evre de tamamlanmıştır böylelikle. Dördüncü evreye geçmeden önce dört yıl okuyup eleyerek, mektuplarını, güncelerini, notlarını tarayarak geçirir. Malzemenin büyük kısmını epeydir yazmayı düşündüğü romanda kullanmaya kararlıdır: Gerçeğe dayalı, kurmaca olmayan roman üzerine bir deneme. Azize Therese’nin ‘Kabul edilen dualar için, geri çevrilenlerden çok daha fazla gözyaşı dökülür’ sözünden hareketle kitaba ‘Kabul Edilmiş Dualar’ adını verir. Sıra gözetmeksizin yazdığı roman, ‘roman a clef’ yani gerçeklerin kurmaca maskesi ardına gizlendiği bir tür değil; tersine, maskelerin indirildiği bir roman olacaktır. Anasız babasız bir piç olan P.B. Jones’un yetimhaneden kaçtıktan sonra fahişelik, masörlük, yazarlık üçgeni arasındaki ‘şeytani’ ve ‘şehevi’ hayatının aktarıldığı bu romanın bir yanıyla da ahlâksız, ‘rezil’ bir kahramanın başıboş avarelik yaşamında başına gelen olayları gevşek ve fütursuz bir üslupla anlattığı ‘pikaresk roman’a yakın durduğunu söyleyebilirim. 

‘Soğukkanlılıkla’nın ardından baş gösteren suskunluğu bozduğu, acı çeken vicdanını aklamaya çalıştığı ve gerçeğin gösteri içinde belirdiğini, yaşadığı sosyetik cemaatin tam içindeki gösterinin iğrençliğine uyandığı ân, kırbacını şaklatmaya başlar Capote. Görünmezi göstermek değil, görünürün görünmezliğinin ne kadar görünmez olduğunu göstermektir yaptığı.
 
Onu her an toplumdışı bırakmakla tehdit eden bir suçun, bastırılmış gey oluşun yükü altında, benlik kaygısına kapılan bir narsisistik özne olarak Capote, hazlarını kullanırken kendisine kayıtsız şartsız keyfalmasını buyuran bilinçdışı süperegonun buyruğunu izler. Ait olduğu cemaatin ‘günahlarını’ ifşa ettiği romanını bitiremeden aforoz edilse de, içinde yuvalanan riyayı dışa vurabilmenin ferahlığını yaşar acıyla birlikte. Bir çocukken bekaretini kaybeden, 15 yaşında Katolik rahibelerden nefret ederek yetimhaneden kaçtıktan sonra fahişelik ve masörlük yapan, yazar olmaya hevesli P.B. Jones’un başından geçenler çerçevesinde bir gerçek hayat anlatısıdır ‘Kabul Edilmiş Dualar’. Anlatıcı (yazar) ile kahramanın (yazarın kopyası, alter egosu) karşı karşıya geldiği bu süreçte, kahramanın kötü doğası, yazarın, toplumun ve toplumsal hafızanın karanlık doğasına işaret eder. Eve Kosofsky Sedwick’in formüle ettiği gibi bu kopya kavramınca insan, kendi içindeki kötülüğün karanlığıyla birleşir, hatta kendisini harekete geçiren bireysel kötülüğü yok eder.

Yazar, röntgenci, ifşaatçı ve istenmeyen adam olarak Capote daima içindedir bu ‘gonzo’nun (yönetmenin veya kameramanın da kurgunun içinde olduğu, cinsel organlara ‘zoom’ yapan bir porno türü). Temsil ettiği dışında sunacak bir şeyi olmayan bir çıplaklık olarak kendini konumlandırdığı yerden gözde müşterilerine Arap oğlanları ve ‘lassie’leri, on dört-on beş yaşında Çingene çocukları, Portorikoluları sunan genelevleri, taşaklı kadınları, aşksız cinselliği, heykelimsi güzellik algısını, kadınlar gibi hayvanların da cinselleştirilişini, yayıncılık endüstrisinden New York sosyetesine, Paris’teki en saygın genelevlerden Tanca'nın pespaye barlarına, La Cote Basque'daki mükellef sofralardan edebiyat aristokrat ve seks sektörünün teknokratlarına dek perde ardındaki yaşamı küstahça hicveder.
 
İçlerinde Colette, Samuel Beckett, Raymond Chandler, Jane Bowles, Simone de Beauvoir, Sartre gibi yazarlardan da bulunduğu bir çevrenin özel yaşamlarındaki en gizli sırlardan cinsel yönelimlerine, cinselliği nasıl yaşadıklarından sado-mazo pratiklere dek edebiyat entelijansiyasının sodomist yönünü acımasızca, son derece seksist ve müstehcen bir dille anlatarak, gencecik güzel bir ‘oğlan’ iken acımasız bir ‘müsibet’e dönüşmesinin de öcünü alır adeta. 
 
‘Lazımlıkları dilimle temizlemek’, ‘bir alay sevici karı’, ‘damızlık işi’, ‘dikilmiş yarakların ve kıllı yarıkların poster resimleriyle sıvanmış o boktan dükkânlar’, ‘yumurtalarını çırpmak’, ‘taşaklı’, ‘yarık yalayıcı kaltak’, ‘orospu çocuğu’, Tele-Sik ve Tele-Am servislerinin baş rahibesi’, ‘kalkık sik’ gibi cinsiyet körü ve argo benzetme, sıfat ve sözcüklerle işlenen, Jones üzerinden yazarının bizzat yaşadıklarını yer yer grotesk taklitlere başvurarak aktardığı ve ilk olarak son bölümü yazılan bu roman böylece o noktada kalır. Geriye dönüp baktığında anlar ki yazarlık gücünün yalnızca yarısını kullanmıştır. Çünkü çözülememesi durumunda yazmanın tümüyle bırakılmasını gerektirecek bir sorun vardır: ‘Bir yazar, yazının diğer formlarına ilişkin bildiği şeyleri, tek bir türde, -diyelim ki kısa öyküde- nasıl başarıyla birleştirebilirdi? Bir yazar elindeki tüm melekeleri, aynı palet üzerinde karıştırabilmeli ve uygun anlarda, eşzamanlı uygulamalarla kullanabilmeliydi.’ Ve sonunda kendini merkeze yerleştirerek sıradan insanlarla yapılmış basmakalıp konuşmaları yeniden inşa eder ve bir üslup geliştirir. Sonra da bu tekniğin daha gelişmiş bir biçimini kullanarak kısa, gerçeğe dayalı bir roman (El Oyması Tabutlar) ve birkaç kısa öykü yazar:

‘Bukalemunlar İçin Müzik’ böyle doğar. Oysa Capote bu çalışmasında kendi kendini taklit eder. Bir bukalemun gibi renk değiştirdiği sanısı bir yanılgıdan öte gidemez. Yeni olanın her yerden fışkırdığı dünyada, insan biraz da bilinçdışı kaynaklara yönelme cesareti göstermelidir. Sömürücü güce hakim gerçek tanrılarla dövüşmek hiç kolay değildir. Hele ki Capote gibi narsisist bir kişilik için...

Sosyete ve sanat camiasına yakın duran, Elizabeth Taylor'dan Marilyn Monroe'ya dek pek çok ünlüyle ahbap olan Capote, yıllar önce genç erkeklerle birlikte olmaya giderken kendisini otel odasında kilitli bırakan annesinin sevgisini bekleyen bir çocuk olarak kalır hep.

Bir sınır yazarı olan Capote’nin kahramanları da bir türlü yetişkinliğe erişememiş, ‘erişkinlik’ törenlerinde kalakalmıştır sıklıkla; her tür baştan çıkarıcı etkinin söz konusu olduğu bu törensel atmosferde, kimliksizleşmek isterler ama toplumsal rol ve görevler maske olup yapışmıştır benliklerine. Hep bir müphemlik, ikiaradalık muradı yedekte tutulur. Roman ve öykülerinin handiyse tüm kahramanları ‘queer’dir, Capote’nin. Queer ihlalcidir, eşcinsel ya da heteroseksüel olsun norma ve normalliğe karşıdır. Giyimi, tavırları ve skandallarıyla alışılageldik cinsel rol ve kimlikleri sarsar; sürekli bir oluş hali içinde, ütopik bir negatifliği ve imkânsızın cinsel politikasını arar. İhlalin, karnavalın, parodinin içinden davranır.
 
Çevresinde hep tekinsiz olarak algılanan bir çocuk, ergen ve nihayet bir ‘gey’ olarak Capote, elinden gelse babasını öldürecek denli ondan nefret eder, hatta ‘babanın yasasını’ cinsel kimliğiyle de ihlal ederek öfkeye dair anılarını eserlerindeki ritüel betimlemelerine masseder. Ritüellerdeki kimi imgeler, türün içindeki yabancıyı dışarı atma, bedenine uydurulmuş özellikleri soyutlama, onları şeytani şeyler olarak gösterme çabasının ürünüdür. Baba, Capote’nin içindeki düşmandır adeta; ondan soyutlanmak, o iblisin genlerinden kurtulmak ister. Öyle ki ‘El Oyması Tabutlar’da, kimliği belirsiz seri katile, bir isim verme gereği hisseder Capote soruşturmalar sırasında: ‘Noel Baba!’

Capote kendisi ile yaptığı röportajlardan birinde, ‘Bir dileğinin yerine geleceğini bilseydin ne dilerdin?’ sorusuna şu cevabı verir:
 
‘Bir sabah uyanmak ve nihayet büyüdüğümü, gücenikliklerden, kindar düşüncelerden ve diğer yararsız, çocukça duygulardan arındığımı görmek isterdim. Bir başka deyişle kendimi bir yetişkin olarak bulmak isterdim.’
 
Yetişkin topluma geçişte ‘kendilik imgesi’ni bir türlü seçemeyip geçmişe bağımlı yaşayan bu ‘çocuk’ ve kahramanları, çaresizlik içinde ‘bir döneme’ takılıp kalmıştır. Ve o ân içlerinde bulundukları bu geçirgen durumu muhafaza etmeye çalışırlar. ‘Penceredeki Lamba’ adlı öyküdeki Bayan Kelly’nin, dondurulmuş kedileri gibidirler; bozulmaya karşı çocukça oyunlarla silahlanırlar ki ritüeller de bu amaca hizmet eder.  

Bir eşcinsel olmasına rağmen, maskelerini tümüyle atamayan, özellikle de ‘Soğukkanlılıkla’yı yazış aşamasında bir ‘erkek’ gibi davranmak zorunda kalan Capote, hermafroditlerin, tam ve gerçek insan olacağını düşünür içten içe sanki, Virginia Woolf gibi... Nihayetinde Capote, penise sahip bir ‘kadın’dır. İki cins birden olma itkisi, erkeğin ve kadının bilinçsizce, kendi cinsini karşı cinse eklemeye ya da kendi cinsini karşı cinsle tamamlamaya çalıştığı bir süreci betimler. Bu itki ne kadar bilinçdışı olursa, kişinin kendine verdiği zarar da o denli artar. Cinsel yönelimini, çevresinde yüreklice vitrine çıkaran Capote, oysa yapıtlarında (‘Başka Sesler, Başka Odalar’ haricinde) bunu asla bilinç yüzeyine çıkarmamış, eşcinsel kimliği dahil, her tür cinselliğini de yazısından uzak tutmuştur.

1948’de yazdığı ‘Başka Sesler, Başka Odalar’, salt edebi yetkinliğinden dolayı değil, eşcinsel öğeleri barındırması hasebiyle de oldukça ses getirir. Ancak toplumun çoğu tarafından ‘kötü çocuk’ ilan edilir. O bebek yüzlü, masum çocuk, böyle ‘kötü’ şeyler yapmamalıdır. Hoş bundan dolayıdır ki ‘Tiffany’de Kahvaltı’nın eşcinsel kahramanı Fred’in bu yönü, romanın ününü gölgede bırakan Blake Edwards imzalı aynı adlı filmde, görünmezden gelinerek yok sayılmıştır. Aynı şekilde iki kez beyazperdeye uyarlanan ‘Soğukkanlılıkla’nın sinema versiyonlarında da, yazarın Perry’ye duyduğu cinsel ve duygusal çekim göz ardı edilir. Nitekim eşcinsellerin o dönemdeki encamları ve konumları, tıpkı zencilerde olduğu gibi politik alana dek uzanan huzursuzluğun nedenidir. Geyler, eğlence, moda gibi sektörlere hareket ve yeni bir soluk getirmelerine rağmen patriyarkal otoriteye yönelmiş birer tehdittirler. Toplumsal cinsiyet sınırlarını alt üst eden, dini akitleri sarsan günahkâr, ahlâksız, aile hayatını bozan, yoz bir hayvanî tehdit... Evet tehdittir çünkü eşcinsellik, babanın yasasını reddeder; iyinin kendisine tabi kılındığı yasayı...

Judith Butler, ilksel ve kurucu men etmeyi eşcinselliğe bağlar: Öznenin sosyo-simgesel düzene ait alana girmesi ve onun bünyesinde bir kimlik kazanması için, aynılık’a (aynı cinsten olan ebeveyne) beslenen tutkulu bağlılığın menedilişini kurban olarak vermesi gerekir. Bu da özne için kurucu bir niteliği olan ve de beraberinde öznelliği tanımlayan düşünümsel dönüşü getiren melankoliyi yaratır: Kişi, ilksel bağlılığını bastırarak –aynı cinsiyetten olan ebeveynini sevmekten nefret etmeye başlar; daha sonra bu sevmekten nefret etme düşünümsel bir tersyüz etme jestiyle nefret etmeyi sevmeye dönüşür. Kendisine o ilksel olarak yitirmiş olduğu aşk nesnelerini hatırlatan her şeyden (eşcinsellerden) nefret etmeyi sevmeye başlar.
 
Bu minvalde aynı cinse yönelik tutkulu bağlılık, yalnızca bastırılmış bir şey olarak değil, pozitif anlamda hiçbir zaman varolmamış, zira daha en baştan sahnenin dışında bırakılmış bir şey olarak koyutlanır. Yine Butler’ın tezine göre, en hakiki eşcinsel erkek, hiçbir zaman sevmemiş ve yasını tutmamış olduğu erkeğe dönüşür, onu hareketleriyle taklit eder, anar, onun konumunu temellük eder ve benimser. Capote soyadını üvey babasından alan yazar, asla yakından tanıyamadığı öz babasının rol modelini, kimi hikâyelerinde sembolize eder. Ama gerçek anlamda baba yoktur ve Capote’ye arzusunun modelini veremez. Bu nedenle de babayı dönüşmekten korktuğu şey olarak imgeler.
 
Her zaman yalnız ve sevgiye muhtaçtır. 1979’da Interview dergisinde ‘Capote ile Söyleşiler’ adı altında kendi kendine sorular sorup yanıtladığı köşesindeki röportajlarından birinden, onu en çok korkutanın terk edilmeler olduğunu öğreniriz. Bunca kalabalık bir cemaatin içinde, kendini beğenmiş, nüktedan bir alkolik, ama çok da başarılı bir yazar olan Capote’nin nihilist yanı hiçbir şey olmamayı dikte edip durur kendisine. 

İyi yazmakla kötü yazmak arasındaki farkı keşfettiğinde, daha sonra da iyi yazmakla gerçek sanat arasındaki o ürkütücü keşifte bulunduğunda eğlenceli olmaktan çıkar yazmak ve o an itibariyle kamçı iner!
 

Etiketler: kültür sanat
2024