24/01/2021 | Yazar: Tankut Atuk

HIV’in yayılmasını kolaylaştıran şartların ortaya çıkması dini ve kültürel sebeplere dayandırılabilecekken, Corona virüsünün hızlı yayılım şartlarının oluşması daha çok siyasi ve ekonomik çıkarlara bağlanabilir.

Türkiye’de Corona ve HIV politikaları: Muhafazakâr değerler ve siyasi çıkarlar halk sağlığından önce gelirse Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

Doktora çalışması kapsamında Türkiye’de HIV’in (biyo) politik kontrolünü ve Sağlık Bakanlığı’nın muhafazakâr sağlık politikalarını çalışan biri olarak, bakanlığın Corona’ya nasıl cevap verdiği benim için pandeminin ilk günlerinden itibaren çok dikkat çekici bir nokta oldu. Açık konuşmak gerekirse, ilk başlarda neredeyse etkilendim tanık olduğum performanstan. Sağlık Bakanı’nın Twitter’dan yaptığı anlık paylaşımlar görülmemiş bir başarıydı benim için. Görüşmecilerimden birinin “Sağlık Bakanlığı’ndan yüksek mevkili biri HIV hakkında kamusal bir açıklama yapmadığı müddetçe, ne HIV’i kontrol altına alabiliriz ne de stigma ve ayrımcılığı önleyebiliriz’’ dediği geldi aklıma sık sık. Corona’ya verilen cevap gösteriyordu ki Bakanlık isterse çok da aktif bir biçimde önleyici önlemler alabiliyordu. Konu HIV’e geldiğinde elini taşın altına koymaktan çekinen ve önleyici hiçbir önlem almayan Bakanlık, Corona’ya karşı bambaşka bir strateji izlemekteydi. Tabii ki stratejilerin farklılığının bir sebebi Corona’nın global bir pandemi olması ise, diğer sebebi de birazdan açıklayacağım gibi HIV yayılımının Türkiye’de özellikle cinsel yolla gerçekleşmesi. Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın Twitter paylaşımlarını ve Bakanlık’ın aldığı önlemleri gün be gün takip ederken şaşkınlığım da gitgide artıyordu. Aklıma takılan soru şuydu: bunca önleme rağmen, nasıl oluyor da Corona yayılım istatistikleri İtalya’yla paralel seyrediyordu? İlk başlarda cevabın halkın umursamazlığı ve tedbirsizliği olabileceğini düşünürken, zaman içinde bunun denklemin sadece küçük bir değişkeni olduğunun farkına varmam çok da uzun sürmedi. Asıl sorun alınan önlemlerin aslında hiç de yeterli olmadığıydı. Benim hatam Corona’ya karşı alınan tedbirleri HIV’e karşı alınan tedbirlerle karşılaştırmak oldu. Haliyle, HIV konusunda hiçbir önlem almayan bakanlığın Corona’ya gelince gösterdiği yetersiz performanstan bile etkilenmemek mümkün değildi. Ancak, yanlış anlaşılmasın, bu demek değil ki bakanlığın HIV ve Corona politikalarını karşılaştırarak bir şey elde edemeyiz. Zira, bu karşılaştırma tam olarak da bu yazının devamında yapacağım şey. İnanıyorum ki HIV ve Corona vakalarındaki benzerliklerden ve farklılıklardan öğrenebileceğimiz çok şey var. Mesela muhafazakâr değerlerin ve ekonomik ve politik çıkarların daima halk sağlığından daha ağır basması gibi. Aşağıda öncelikle HIV politikalarının muhafazakâr doğasını ve daha sonra da Corona’ya karşı alınan önlemlerin neden yetersiz olduğunu tartışacağım. Yazının amacı, HIV’in inkârının ve görünmez kılınmasının ardındaki kültürel ve dini sebeplerin, Corona’ya gelince yerini ekonomik ve politik çıkarlara bıraktığını, ancak her iki durumda da halk sağlığının ikinci plana atıldığını göstermek olacak. Birazdan göreceğimiz gibi, Corona ve HIV’i Türkiye’de politik olarak birbirinden farklı kılan en önemli etken virüslerin yayılım yollarının farklılığı ve Corona’nın mutlak inkârının Bakanlık için bir olasılık olmaması. Devamında, sosyal, politik ve medikal açıdan birbirinden son derece farklı olan HIV epidemisi ve Corona pandemisinin hatalı bir biçimde yaygın olarak birbirine benzetilmesi yönelimine karşın bu yazı karşılaştırmalı bir analiz için başka bir çerçeve önerecek.

Muhafazakârlığın Epidemiyolojisi

Türkiye’de ilk resmi HIV teşhisi 1985 yılında konulmuştur. Halk tarafından Murti olarak tanınan ve gay olduğu hakkında dedikodular yapılan Murtaza Elgin, tanısının ardından tecride alınmış ve ağır hakaretlere maruz bırakılmıştır. Rivayete göre, Murti’nin insanlığa karşı suç işlemek nedeniyle cezalandırılmasını talep edenler bile olmuştur. Murti sadece yaşarken değil öldükten sonra da hakarete ve tacize maruz kalmıştır. Öldüğünde bedeni çamaşır suyuyla sterilize edilmiş ve kimsenin katılmadığı cenazesi sırasında beton içerisine gömülmüştür (aynen bugün Corona sebebiyle can verenlerin gömüldüğü gibi). HIV ve AIDS’in Müslüman Türklere bir şey yapmadığı ve sadece Doğu Avrupalı seks işçileri tarafından bulaştırıldığı sanılan bir toplumda, Murti’nin bedeni gibi hikâyesi de derinlere gömülü kalmış ve bir anomali olarak hatırlanmıştır. Ancak güncel rakamlar gösteriyor ki Türkler HIV’e karşı o kadar da bağışık olmayabilir. THSK’nin verilerine göre Türkiye’de HIV yayılım oranları 2007’den itibaren %620 artmış ve artmaya da devam etmektedir. Bu rakamlar ayrıca göstermekte ki HIV insidansının en hızlı arttığı ülke şu anda Türkiye’dir. Bu rakamların göstermediği ise bu tehlikeli artışın arkasındaki sebeplerdir. HIV hakkındaki bilgisizlik, okullarda cinsellik eğitiminin verilmemesi, kilit gruplar için (veya genel olarak) hiçbir önleyici programın olmaması, anonim test merkezlerinin yetersizliği, düşük kondom kullanma oranları, stigma ve ayrımcılık ve tabii ki bütün bunların ardındaki temel faktör olan, cinsellik ve cinsel yolla edinilen hastalıklara ilişkin muhafazakâr değerler Türkiye’de HIV yayılımının günden güne artmasının en önemli sebepleridir.

Cinsel muhafazakârlık ve HIV epidemisi arasındaki ilişkileri çalışmak için geliştirdiğim ve muhafazakârlığın epidemiyolojisi olarak adlandırdığım çerçeve tıp antropolojisi, sosyokültürel epidemiyoloji ve sosyal kamu sağlığı alanlarından beslenmektedir. Bütün bu akademik disiplinler inanmaktadır ki hastalıklar, epidemiler ve pandemiler asla ve asla sadece medikal olaylar değil, aynı zamanda sosyal, kültürel, politik, ekonomik ve tarihsel olaylardır. Bu kapsamda, muhafazakârlığın epidemiyolojisi HIV epidemisinin ortaya çıkmasını ve epideminin queer ötekilerinin yaratılmasını biomedikal açıdan değil, muhafazakâr değerlerin ve politikaların bir sonucu olarak ele almaktadır. Günümüzde önleyici toplum sağlığı tedbirlerinin mutlak yokluğu nedeniyle, HIV bulaş riski altında olan kişiler göz ardı edilmekte ve umursanmamakta, aynı zamanda HIV+ kişiler de stigma ve bilgi yoksunluğu sebebiyle gerekli tıbbi ve sosyal yardımı alamamaktadır. Rakamlar her ne kadar korkutucu bir tabloya işaret etse de, Sağlık Bakanlığı ne durumun ciddiyetini anladığını belirten bir açıklama yapmış ne de gerekli önlemleri almıştır. Göstermelik olarak ortaya konulan stratejik eylem planları Dr. Deniz Gökengin’in de belirttiği gibi hiçbir materyal sonuç doğurmamıştır. HIV yayılımının neredeyse tamamen cinsel yolla olması, Bakanlık’ın HIV epidemisini tanımayı ve önlemeyi reddine dair önemli sorular ortaya koymaktadır. En basit tabiriyle, cinsel yolla edinilen bir virüsün yol açtığı bir epideminin varlığını tanımak, Türkiye’de insanların evlilik öncesi ve/veya evlilik dışı cinsel ilişkiye girdiğini de istemsiz olarak tanımayı gerektir. Meşruiyetini ve otoritesini seküler bir rejimin enkazından muhafazakâr bir ulus yaratmak üstüne kuran ve Müslüman toplumların liderliğine soyunan AKP için, dünyada HIV salgınının en hızlı yayıldığı ülkenin Türkiye olduğu gerçeği zor durumlar teşkil etmektedir. Daha da korkutucusu şu olabilir; HIV epidemi istatistikleri açıkça göstermektedir ki Türkiye’de eşcinseller vardır. Ancak istatistikler heteroseksüel bulaşın daha yaygın olduğunu göstermektedir (her ne kadar bu rakamlar yanıltıcı olsa da). Yani epidemiyi tanımak ve önlemeye çalışmak, aynı zamanda eşcinsellerin varlığını kabul etmeyi de gerektirmektedir. Ve resmi rakamların da gösterdiği gibi, politikacıların epideminin suçunu eşcinsellere yükleme şansı bulunmamaktadır. Bu ve birazdan bahsedeceğim öteki noktalar ayrıca işaret etmektedir ki inkâr Bakanlık’ın ‘sosyal bulaş’ olarak adlandırabileceğimiz bir tehlikeden kaçınma stratejisidir. Deyim yerindeyse, bakanlık kendini HIV’e ve HIV’in gerçeklerine karşın immünize etmektedir. Mesela HIV alanında çalışan yerel sivil toplum örgütlerine küçük yardımlar yapmayı kabul ettiği durumlarda bile, Bakanlık kendi logosunun asla kullanılmamasını talep etmektedir. Halkı korumanın gerekliliği düşünülmese de, Türkiye Devleti’ni HIV enfeksiyonundan korumak için devletin resmi logosu bile HIV’le yan yana gelmemelidir. 

Araştırmalar göstermektedir ki HIV insidans oranları kamusal önlem kampanyalarıyla, kamusal alanda kondomun yaygınlaştırılmasıyla ve cinsellik eğitimiyle doğrudan orantılıdır. Yani, HIV epidemisine verilen cevabın başarısı sadece tedavi olanaklarıyla değil, önleyici mekanizmaların varlığıyla da ölçülmektedir. Ve haliyle, önleyici mekanizmalar ne kadar yetersiz ise bir epideminin ortaya çıkması o kadar kolaylaşmakta ve kontrol altına alınması bir o kadar zorlaşmaktadır. Peki, bütün bu bilimsel verilere rağmen, Türkiye’nin HIV’e karşı tepkisi ne olmuştur sizce? Buyurun hep beraber bakalım: Sağlık Bakanlığı sadece 1 Aralık Dünya AIDS Günü kapsamında HIV’e dair açıklama yapmakta ve bu açıklamanın amacı HIV’e karşı ‘’tek çarenin tek eşlilik’’ olduğunu vurgulamaktır. Bu yanlış ve tehlikeli önerinin haricinde, HIV veya genel olarak cinsel yolla edinilen hastalıklara dair hiçbir bilinçlendirme ve bilgilendirme çalışması yapılmamaktadır. Eşcinsellerin varlığını resmi olarak tanıyan HIV epidemiyoloji verileri oldukça eksik ve yanlış bilgiler içermekte ve ayrıca yaygın bir biçimde paylaşılmamaktadır. Bu verilere rağmen, eşcinsellik hala inkâr edildiği için (bir hastalık olarak tanındığı durumlar haricinde) LGBTI+ gruplar sadece evli ve heteroseksüel çiftlere yönelik tasarlanmış olan güncel toplum sağlığı modelinden yararlanamamakta ve güvenli cinselliğe dair bilgilendirilmemektedir. Evrimin de müfredattan çıkarıldığı bir eğitim sisteminde tabii ki cinsellik eğitimine katiyen yer verilmemekte ve bu, korunma yöntemlerine dair ülke genelindeki bilgisizliğin temel sebebi olarak kabul edilmektedir. Kamusal alanda kondom dağıtımına izin verilmemekte ve bu kuralın ihlali durumunda kişiler fuhuşa teşvik sebebiyle tutuklanabilmektedir. Ayrıca, kondom reklamları çocukların ve gençlerin televizyon izlemesi beklenen ‘’korunmalı saatlerde’’ yayınlanamamaktadır. 2013’de RTÜK gece 12’den önce kondom reklamı yayınlayan bir kanala ‘’cinsel içerikli ürün tanıtımlarının çocuklarda merak uyandırdığı, gençler için özendirici nitelikte olduğu’’ sebebiyle para cezası vermiştir. Son olarak, HIV enfeksiyonundan korunmada %90’dan daha etkili olduğu kanıtlanan hap Türkiye’de henüz geri ödeme çerçevesine girmemiştir. Araştırmam sırasında ilacın üreticisi olan firma, ilacı Türkiye’ye getirme konusunda bile sıkıntı yaşadığını ve özellikle devletin tepkisinden korktuğunu belirtmiştir. 

HIV konusunda topyekûn inkârı, sessizliği ve önlemsizliği tercih eden Türkiye, Corona’ya gelince bambaşka bir yol izlemekte, zira pandeminin inkârı için en başından beri geç kalınmıştı. Bunun yerine, devlet bir pandemi tiyatrosu ortaya koymayı daha uygun bulmuş görünüyor. Global bir tehdit karşısında bir şey yapmama olasılığı olmayan Türkiye, başarılı bir medya stratejisi izleyerek örnek bir toplumsal sağlık modeli yanılgısını yaratıyor. Nasıl mı? Buyurun bakalım:

Corona’yı İtalya’dan Öğrenecek Değiliz, Onu da En İyi Biz Yayarız

“Corona’dan korunmanın en etkili yolu virüse yakalanmamaktır’’ totolojisi Corona’nın Türkiye’de tespit edildiği ilk andan itibaren Sağlık Bakanlığının ve bazı politikacıların ağzından düşmüyor. Aşikârlığı sebebiyle neredeyse absürd olan bu ifade Bakanlığın HIV’e karşı kullandığı ve aynı derecede manasız olan ve toplum sağlığı açısından hiçbir yardımı veya yaptırımı olmayan “Virüse yakalanmamanın en iyi yolu, ondan korunmaktır’’ sloganını hatırlatmakta. Pandemiyle savaşmanın yükünü bireysel tedbirlere indiren bu tip neoliberal söylemlerin apaçık yanlışlığına rağmen, şu ana kadar Türkiye 3 alanda son derece gururlu bir tablo çizmekte: yapılan test sayısının yüksekliği, Corona tanısının ve ölümlerinin düşüklüğü ve son olarak alınan önemlerin kapasitesinin fazlalığı. Hatta, Bakan Koca 14 Nisan’da Twitter üzerinden Türkiye’nin en büyük iki gücünün tedavi ve tedbir olduğunu savundu. Ancak, gerçekler bütün bu tabloları çürüten cinsten. Türkiye ilk Corona vakasını 11 Mart’ta bildirdi ve bu komşu ülkelere ve Avrupa’ya nazaran çok geç kalınmış bir tanı tarihiydi. 16 Nisan itibariyle Bakan Koca yaklaşık olarak 69.392 pozitif tanı konulduğunu paylaştı. Ölüm sayısı ise 1.518 olarak gözükmekte. Bakanlığın aldığı önlemler arasında okulları ve eğlence alanlarını kapatmak, yurtdışından gelenleri karantinaya almak ve 14 milyar Euro’luk bir ekonomi destek planı sunmak oldu (bu rakam Batı Avrupa ülkelerinin sunduğu ekonomi kalkınma paketlerine nazaran oldukça yetersiz kalmaktadır). Her ne kadar bütün bu önlemler kulağa güzel gelse de, birazdan bahsedeceğim sebepler nedeniyle Türkiye’yi dünyada Covid19 enfeksiyonunun en hızlı yayıldığı ülke olmaktan kurtaramadı. Akademisyen Altındiş’in de dediği gibi durum kontrol altından çıkalı çok oldu. İlk olarak test sayıları aslında olması gerekenden çok ama çok daha düşük başladı. Pandemiye verdiği cevabın başarısıyla tanınan Güney Kore günde ortalama bin kişiyi test etmekteydi. Bakan Koca 2 Nisan’da Twitter üzerinden yaptığı açıklamalarda test sayısının günde 15 bine ulaştığını ve giderek arttığını belirtmiş olmasına rağmen bunun için geç kalınmıştı. Aynı gün Bakan Koca pandeminin ilk gününden itibaren bilinmiyormuşçasına tarama çalışmalarının virüsün çok kolay yayıldığını tespit ettiğini paylaştı ve virüsün 81 ile de yayıldığı haberini verdi. Öte yandan, okulların, camilerin ve barların kapatılması her ne kadar gerekli olsa da yeterli değil. Özellikle büyük şehirlerde ilk günden itibaren daha kapsamlı karantina mekanizmalarının yerleştirilmemesi ve emekçilerin ücretli izine ayrılabilmesi için bir girişimde bulunulmaması büyük sorunlar teşkil etmekte. Herkesi kendi OHAL’ini ilan etmeye davet eden ve şu ana kadar yaklaşık 11 bin kişinin karantinaya alınmasıyla övünen Türkiye, ilk teşhisin konulduğu günden itibaren ülkeye yurtdışından (İran da dahil olmak üzere) 370 binden fazla kişinin girmesiyle ilgili herhangi bir önlem almamış, Umre’den gelenlerin önemli bir bölümünü (milletvekilleri ve bürokratlar da dahil olmak üzere) karantinaya almamış, ve askere alımları ve terhisleri durdurmamıştır.Uzmanlar diğer ülkelerdeki gibi kapsamlı sokağa çıkma yasağının tek çare olduğunu belirtmekte, ancak bütün bu uyarılar Bakanlık tarafından göz ardı edilmektedir. Bu bağlamda, salgının ilk günlerinde halkın durumun ciddiyetinin farkında olmaması ve halen kamusal alanlarda bir araya gelmeye devam etmesinin sorumlusu, vatandaştan ziyade devletin durumun ciddiyetini küçümsemesi ve/veya gizlemesidir. Salgının hangi boyutlara ulaşabileceğini anlamak için gereğinden fazla zamanı olan Türkiye daha sıkı karantina önlemleri almak için 30 Mart tarihine kadar beklemiş ve salgını kontrol altına alma şansını tamamen kaybetmiştir. 10 Nisan tarihinde uygulamaya konmasına iki saat kala açıklanan ve halkı panik içinde sokaklara hücum ettiren sokağa çıkma yasağı ise bu pandemi tiyatrosunun en trajikomik perdesidir. 

Türk Tabipler Birliği de hükümeti pandemi konusunda daha iyi önlemler almaya ve daha transparan olmaya davet etti. Vakaların görüldüğü şehirlerin gizli tutulması ve enfekte olmuş kişilerin demografik verilerinin paylaşılmaması TTB’nin en büyük kaygıları arasında yer almakta. Bakanlığın salgının merkezlerini açıklamak için neredeyse dört hafta beklemiş olmasının hiçbir mantıklı açıklaması olamaz (tabii asıl mantıksız olan siyasi çekişmeler sebebiyle Tabipler Birliği’nden hiçbir hekimin Covid19’la mücadele amaçlı kurulmuş Bilim Kurulu’na dahil edilmediği bir gerçeklikte mantıklı açıklama aramak olsa gerek). Her ne kadar vakaların açıklanması durumunda ortaya çıkabilecek sosyal stigma ve hızlı göç gibi durumlar halk arasında dile getirilmiş olsa da, TTB’nin de açıklamasında yer verdiği epidemiyolojik veriler göstermektedir ki salgın ancak katı izolasyon ve aktif sürveyans ile kontrol altına alınabilir. TTB’nin Koca’ya yazdığı açık mektubun en can alıcı (kelimenin gerçek anlamıyla cana mal olabilecek) noktalarından biri ise hekimlerin bile hastalarının test sonuçlarına hızlı bir şekilde (bazen hiç) ulaşamaması ve bu durumun birçok hekimi, hastayı ve aile yakınlarını tehlikeye sokmasıdır. Ölülerin yasının bile tutulamadığını eleştiren Koptaş’ın da yazdığı gibi, “iktidar, devletimiz, neyi bilmemiz, neyi bilmememiz gerektiğine karar veriyor.” Hangi ölümlere daha az üzülmemiz gerektiğini dikte edercesine de Koca’nın sosyal medya paylaşımları ölenlerin büyük çoğunluğunun yaşlı ve kronik rahatsızlıkları olduğunun altını çiziyor. Ne de olsa bazı canların daha ‘değersiz’ olduğu ve bazı ölümlerin yasının tutulmaya vakit veya gerek olmadığı bir sır değil bu topraklarda. 

Tanı alan kişi sayısı konusuna geldiğimizde ise tablo daha da iç karartıcı bir hal almakta. Harvard Tıp Fakültesi’nde ve Boston College Biyoloji Departmanı’nda ders veren Altındiş’in ve birçok uzmanın açıklamalarına göre tanı sayısının paylaşılanın en az 3 katı olduğu tahmin edilmekte. Altındiş bir pandeminin ne kadar ciddi ekonomik ve politik sorunlar yaratabileceğinin farkında olan devletin durumu kontrol altında göstermek için rakamlarla oynadığını iddia etmekte. Öyle görünüyor ki Sağlık Bakanlığı, Ankara Üniversitesi’nde ders veren ve pozitif hasta sayısının binlere vardığını iddia eden Uz. Dr. Çınar hakkında hiç geç kalmadan soruşturma başlatmış ve bunun ardından Üniversite Başhekimliği Çınar’ın özür metnini yine Twitter üzerinden yayınlamıştır. Benzer şekilde salgına karşı alınan önlemlerin yetersizliğini vurgulayan Mardin Tabip Odası Eşbaşkanı Osman Sağlam hakkında İl Sağlık Müdürlüğü “halkı korku ve paniğe sevk etme’’ iddiasıyla şikayetçi olmuştur. İsmini açıklamak istemeyen bir doktorun yaptığı açıklamalar ise hastanelerdeki koruyucu ekipman eksikliğine dikkat çekmektedir. Aynı doktor şimdiden üç meslektaşının Corona’yla enfekte olduğunu ancak üzerlerindeki politik baskı yüzünden hiçbir açıklama yapamadıklarını paylaşmıştır. Ankara Üniversitesi İbni Sina Hastanesi önünde açıklama yapmak için toplanan bir grup sağlık emekçisi ise polis müdahalesi ile karşı karşıya kalmıştır.

Son olarak, ekonomik destek planı kapsamında sunular 14 milyar Euro’luk paket beklentilerin çok uzağında kaldığı için eleştirilmekte. Özellikle özel sektöre ve bankalara yardım amaçlı tasarlanmış gibi duran paket, işçinin, çiftçinin, esnafın, zanaatkârın ve aynı şekilde finansal güvencesi bulunmayan daha birçok meslek kolunun kendi OHAL’ini ilan etmesini olanaksız kılmakta ve halka evde kalma şansı bırakmamaktadır. Salgını gerçekten kontrol altına almak isteyen bir iktidar işten çıkarmaları yasaklar, ücretli izni yaygınlaştırır, kredileri ve faturaları erteler ve özel sağlık kuruluşlarını kamu yönetimine geçirirdi. Her ne kadar özel bir hastaneler zincirinin sahibi olan Bakan Koca bireysel Twitter hesabı üzerinden “evde kal’’ kampanyasını ünlülerin de yardımıyla yaygınlaştırmaya çalışıyormuş gibi dursa da, devlet evde kalmanın vatandaşlar için ne gibi maddi sonuçlar doğurabileceğinden bihaber görünmekte. Sadece halkın sorunlarına göz yummakla kalmayan AKP yönetimi, yine siyasi ve ekonomik çıkarlar uğruna yardımların da önünü kapatmakta. Toplum Sağlığını ve toplumsal dayanışmayı göz göre göre tehlikeye atmasına rağmen, İstanbul ve Ankara Belediyelerinin banka yardım hesapları dondurulmuş ve siyasetin bir kez daha halk sağlığından önce geldiği gözler önüne serilmiştir. Sonuç Yerine

Bakan Koca Twitter’da pandeminin bilime ve bilim insanlarına bırakıldığına dair açıklamalar yapadursun, Türkiye’nin Corona’ya ve HIV’e verdiği cevapların aşikâr yetersizliği göstermektedir ki halk sağlığı politikaları olması gerekenin aksine medikal ve epidemiyolojik temellere değil, ideolojik, politik ve ekonomik temellere dayanmaktadır. Bu çıkarım Fransız filozof Michel Foucault’nun biyopolitika ve biyoiktidar üzerine olan görüşlerinden doğrudan etkilenmiştir.20 Bu konseptler aracılığıyla Foucault halk sağlığının düzenleyici bir iktidar mekanizması olarak 19. ve 20. yüzyıllarda verem, kolera ve veba gibi salgınları kontrol altına almak adına nasıl ortaya çıktığını tartışmıştır. Foucault’nun amacı biyoiktidar altında nüfus kavramının kazandığı önemi ve halk sağlığı yönetiminin sadece biyolojik ve bilimsel değil, aynı zamanda politik bir tarafı olduğunu vurgulamaktır. Haliyle konu nüfus yönetimine gelince, Foucault inanmaktadır ki seks ve cinselliğin regülasyonu biyoiktidarın en önemli araçlarıdır. Çünkü seks ve cinsellik üzerinden kurulan iktidar mekanizmaları, hem vatandaşların bireysel olarak disipline edilmesini hem de nüfusun genel olarak kontrol edilmesini sağlamaktadır. Bu nokta özellikle HİV’e gelindiğinde oldukça aydınlatıcıdır. Öte yandan, burada biyopolitikalardan bahsetmemin asıl sebebi Foucault’nun meşhur sözü ‘yaşat veya ölmeye bırak’ı hatırlatmaktır. Foucault iddia etmektedir ki modern devletlerin en yaygın nüfus kontrol aracı istenmeyen vatandaşları öldürmek değil, makbul vatandaşların yaşaması için ekstra çaba harcarken ötekileri de kendi kendine ölüme terk etmektir. Türkiye’ye gelindiğindeyse ‘yaşat veya ölmeye bırak’ formülü yerini daha ziyade ‘enfekte et ve edil’ formülüne bırakmaktadır. Her ne kadar halk ölüme terk edilmese de, insanların enfekte etmemesi ve olmaması için ya gerekli hiçbir koruyucu önlem alınmamakta ya da alınan önlemler oldukça yetersiz kalmaktadır. En başta da belirttiğim gibi HIV’in yayılmasını kolaylaştıran şartların ortaya çıkması dini ve kültürel sebeplere dayandırılabilecekken, Corona virüsünün hızlı yayılım şartlarının oluşması daha çok siyasi ve ekonomik çıkarlara bağlanabilir. Mahkumlara affın gündeme geldiği bu kritik zamanlarda siyasi hükümlülerin af kapsamı dışında tutulması ve ‘beni bu virüs değil sisteminiz’ öldürür dediği için göz altına alınan tır şoförü belki de bu pandemi tiyatrosunun politik doğasını ayyuka çıkaran en can alıcı örneklerdir. Corona pandemisinin dünyada ne gibi finansal ve siyasi krizlere yol açtığını izleme şansı bulan AKP yönetimi, aynı sorunların Türkiye’de de yaşanmaması için durumun ciddiyetini gizlemiş ve erken ve yeterli önlem almamıştır. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da canlı yayında açıkça belirtmekten çekinmediği gibi Türkiye her şart altında üretmeye devam etmeli ve çarklar dönmelidir. Çarkları döndürebilecek yaş aralığında olanlara evden çıkma yasağı getirilmemesi de bu bağlamda değerlendirilmelidir. Gözden kaçırılan şey ise çarkların şu günlerde ölü bedenlerle döndüğü ve bütün bu pandemi tiyatrosunun sadece kaçınılmazı geciktirdiğidir. Ünlü antropolog Povinelli’nin de dediği gibi neoliberal ekonomilerde geleceğin piyasa refahı uğruna bugünün acıları meşru kılınır. Tabii acıyı kim çeker, refahı kim sürer başka bir tartışma konusu.

Öte yandan, AKP yönetimi ‘felaket kapitalizmi’nin çarkları daha da hızlı döndürmenin en iyi yolu olduğunu fark etmiş olsa gerek ki vatandaş can derdindeyken, inşaat, maden ve enerji sektörlerinde çalışmalar hızlanmış, birçok ÇED olumlu kararı verilmiş ve Corona salgınının en temel sebeplerinden kabul edilen doğa tahribinin yolu daha da açılmıştır. Ve buradaki ironi şudur ki gerekli önlemler tam olarak alınmadığından dolayı kaçınılmaz sonun gelmesi hızlandırılmış ve gerekli hazırlıklar yapılmadığı için gelecek felaketin şiddeti de arttırılmıştır. TTB’nin de vurguladığı gibi salgını kontrol altına almak için de çok geç kalınmıştır. Aynen HIV konusundaki uyarılara kulak asılmayıp hiçbir önlem alınmadığı durumda olduğu gibi, Corona’nın doğuracağı felaket de insan eliyle yaratılmıştır. Hatta, tek insan eliyle bile denebilir. HIV ve Corona arasındaki temel benzerlik ise halk sağlığının iki durumda da ikinci plana atılması ve vatandaşların istemsiz olarak enfekte olmasının ve etmesinin engellenebilecek bir olgu olmasına rağmen önünün açılmasıdır. İlerleyen günlerde şartlar ne gösterir bilmek zor, ancak eğer Sağlık Bakanlığı hayati önlemleri almaya başlamazsa Türkiye’nin sadece HIV’e değil, aynı zamanda Corona’ya da yenik düşmesi kaçınılmazdır. Yıllarca bütün verilere ve uyarılara rağmen HIV konusunda ‘bize bi’şey olmaz’ diyen Türkiye’nin konu Corona’ya gelince aynı vurdumduymazlığı sergilememesi ise şu noktada yapılabilecek tek olumlu çıkarımdır. 

Kaos GL dergisine ulaşın

Bu yazı ilk olarak Kaos GL dergisinin Karantina 2 dosya konulu 173. sayısında yayınlanmıştır. Dergiye kitapçılardan veya Notebene Yayınları’nın sitesinden ulaşabilirsiniz. Online aboneler dergi sitesinden dergiyi okuyabilir.

*KaosGL.org Gökkuşağı Forumu’nda yayınlanan yazı ve çizimlerden yazarları ve çizerleri sorumludur. Yazının ya da çizginin KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki veya çizimlerdeki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.


Etiketler: insan hakları, sağlık
nefret