24/07/2007 | Yazar: Kaos GL



Berlin’den okuyucumuz Hülya Gürler ‘Haremde Dört Kadın’dan ‘Düş Gezginleri’ne, ‘Gramofon Avrat’tan ‘İki Genç Kız’a Türkiye sinemasında lezbiyen görünürlüğünü inceliyor.

Türkiye sinema tarihinde lezbiyen ilişkileri araştırmacı yazar Agah Özgüç’ün bir deyimiyle özellikle Yeşilçam sinema sanayisinin tarihi boyunca ’göndermelikli’ de olsa daima işlenmiştir. Göndermelik derken imalar söz konusu, hele ki eski, mesela 50, 60, 70, 80’lilerin filmlerinde lezbiyen aşk veya erotik sahneleri açık bir şekilde sergilenmeseler de duyarlı seyirci kaş ile göz arasındaki iki kadının erotik/duygusal ilişkilerini sezebiliyor.

Bu filmlerden birisi 1965 senesinde gösterime giren bir siyah beyaz çekimi olan Halit Refiğ'in yönetmenliğini yaptığı, senaryosu dönemin meşhur yazarı Kemal Tahir’e ağıt olan ‘Haremde Dört Kadın’. Osmanlı paşası Sadık beyin konağındaki haremde entrikalar yaşanır ve bu arada afet-i devran cariye Şevkidil ile Mihrengiz arasındaki sevgi gitgide bir lezbiyen ilişkisine dönüşür.

Başka çarpıcı örneklerden birisi ise Türkan Şoray’ın rol aldığı ‘Gramofon Avrat’ adlı film. 1987’de Yusuf Kurçenli’nin rejisörlüğünü yaptığı bu filmde 1930’un Konya’sında dansözlük ile parasını kazanan Türkan Şoray’ı bir terzi kadın Soray’da ilgisi olan bir efendi ile tanıştırmak için evine davet ediyor. Fakat terzi kadının Şoray’a manalı bakışlarını dikkate çekmemek elde değil, hatta Şoray kadının evinde geceliyor ve kadın ona açıkça hayranlığını dile getirirken yanına yatıyor, Şoray ise kolunun birisini kadının üstüne atıyor. Bu sahne daha ileri gitmiyor maalesef.

1991’de Atıf Yılmaz’ın ‘Düş Gezginleri’nin ana konusu bir lezbiyen ilişkisidir. Bu filmi Kaos GL dergisinde Gülsüm isminde bir yazar ‘Türk Sinemasında Eşcinsel Sunumu Üzerine’ adlı yazısında eleştirmen bir gözle aşağıdaki satırlarda söyle anlatır:

“Film, zorunlu hizmetini yapmak üzere bir taşra kasabasına doktor olarak giden Nilgün (Meral Oğuz) ve kasabanın genelevinde Anjelik takma ismiyle çalışan Havva'nın (Lale Mansur) ilişkisini konu alır. Filmin esas karakterleri olan iki kadınla tanıdık türden bir yerde, bir kasaba ortamında ve atmosferinde tanışırız. Nilgün ile Havva'nın birbirlerinin çocukluk arkadaşı olduklarını anlamalarıyla başlayan ve gelişen sıcak ve dayanışmacı ilişki, hiç zaman kaybetmeden kasabada dedikodu nedeni olur. Kasaba gibi dar yerleşimlerin, birbirleri içinde evrilen, kapalı, özel ve kamusal yaşantıları ve dedikodu mekanizmaları da zaten tema olarak eşcinselliğe aşinadır. Nilgün'ün ev sahibinin karısının, Nilgün'den etkilendiği film içinde ifade edilmektedir. Kasabada yayılan söylentilerden dolayı çareyi kendini İstanbul'a atmakta bulan öykünün seyri İstanbul'da birdenbire değişiverir. Büyük şehirde yaşamaya başlamalarıyla birlikte iki kadının ilişkisi duygusal platformdan iyice sıyrılır, ilişkinin cinsellik boyutunu da yıpratan ve kabalaştıran yeni bir boyut ön plana çıkar. Kişilerin karakter özellikleri, aralarındaki hayat tarzı, yaşam standartı ve kültür ortamlarından doğan zevkleri, beğenilerindeki farklılıklar ve cinsiyet rolleri, filmin kente taşındığı yerde çatılır ve anlatı yeni bir yol ayrımında, ani bir kararla iktidar temasına yönelir. Kadınlardan birine erkek diğerine de kadın rolünün giydirildiği filmde Nilgün artık evin erkeğidir; parayı o kazanır, dışarıda bir sosyal ortamı olan odur, ayrıca içine doğduğu yaşam standartı açısından da Havva'dan daha şanslı olmuştur. Evin kadını Havva'nın ise dış dünyayla iletişimi son derece sınırlıdır. Sürekli evin dekorasyonu ile uğraşır, arabesk müzik dinler, evden alt komşuya gitme konusunda bile çekingen davranır çünkü akşam yemeği hazırlaması gerekmektedir. Nilgün'ün sert çıkış ve eleştirilerini suskunlukla karşılar. Dolayısıyla, filmde, toplumsal hayatın cinsiyetçi ve heteroseksist örgütlenişi içinde, iki kadının birbiriyle ilişkisinin de yeni bir iletişim biçimine neden olamadığı ifade edilir. Filmin sonunda Havva Nilgün'le karşılaşmadan önceki, eski yaşantısına geri dönmek zorunda kalır ve mesleğini büyük kent koşullarında sürdürmeye yönelir. Nilgün de doktor olarak olağan yaşantısına devam eder. Buradan hareketle ‘Düş Gezginlerinin, toplumsal hayatımızın cinsiyetçi ve heteroseksist örgütlenişini bir değişmez olarak kabul ettiğini söyleyebiliriz. Karakterler değişir, karakterlerin cinsel yönelimleri değişir, kültürel alt yapıları değişir vb. fakat ‘biri erkek biri dişi’ formu, içerdiği iktidar ile birlikte sabit kalır. ‘Böylece ortaya estetikten uzak, inandırıcılığı olmayan, sıradan kadın erkek ilişkisine benzeyen bir lezbiyen ilişki çıkar”. (1)

Gülsüm’e üç cümleyle söyle bir yanıt vereyim: İktidar ilişkileri sadece erkek-kadın ilişkilerine has değil, elbette kadın-kadın ilişkilerinde de bulmak mümkün. Özellikle yukarda sözü gecen filmde ki gibi iki kadının sınıfsal konumları birbirlerinden farklı ise (birisi doktor, diğeri seks işçisi). Her sevgili ilişkisine erkek-kadın çerçevesinden bakmak mümkün ve yaşanan ilişki çeşitliği yelpazesini basitleştirir, eşcinselliği de heteroseksüelliğin basit bir kopyası gibi gösterir.

Gelelim 2000’li yıllara. Yazar Perihan Maden’in romanı ‘İki Genç Kız’ı beyaz perdeye aktaran rejisör Kutluğ Ataman (Lola ve Billidikid’in de yönetmeni) filmdeki lezbiyenlik konusundaki ‘çekimserlik’ hakkında kendisine bir soru sorulduğunda su cevabı veriyor:

“Hiç kimse sütten çıkmış ak kaşık değil. Handan ile Behiye gibi son derece yakınlaşmış ama bu yakınlık hiç cinselliğe dönüşmemiş iki genç kızda hayatta pekala var. O yüzden, onlar kendilerine lezbiyen demiyorlarsa, ben de onlara demem. Bunu demek ihtiyacını da duymuyorum. ‘80lerin ortasında yapıyor olsaydım bu filmi, o zamanki keskinliğim içerisinde diyebilirdim. Ama şimdi artık demiyorum. Dünya değişti. Gençler de zaten kendileri için bu tür altı çizilmiş reçeteler istemiyorlar diye düşünüyorum. Herkes her şeyi deneyebilir. Esas özgürlük budur.” (2)

İyi güzel hoş Kutluğ Bey. Bence de sıfatsız ve pervasız istediğimizi yaşayalım, kendimizi özgür hissedelim. Fakat 2007’nin İran’ı, Türkiye’si ve Avrupa’sında geyler ve lezbiyenler hala gizlenmeye mecbur kalıyorlarsa, transeksüel arkadaşlarımız günümüz Türkiye’sinde linç ediliyorlarsa, sözünü ettiğiniz özgürlük, ne demek istediğini anlayıp, ne kadar hedeflenmesinin güzel ve şart olduğunu düşünsem de, bizler için biraz erken maalesef. Yapacak çok şey, verilecek daha çok mücadele var diye düşünüyorum. Umarım hiç olmazsa bizden sonra gelen gençler ve nesiller sözünü ettiğiniz rahatlığa erişip kendilerini lezbiyen veya gey gibi kategorilere sokmaya mecbur hissetmezler, buna ihtiyaç duymazlar.

Ama elbette ‘beyazperde’ gerçekleri yansıtmayı bir kenara bırakalım, daima bir düşler, ütopyalar ve insanları düşünmeye, hayal etmeye davet eden, yeniliğe açık bir kurgular dünyasıdır. Düşler özgür ne de olsa, hayatımıza da öyle ya da böyle akın ederler. Bunun için bu sözlerinden dolayı size teşekkür ederim Kutluğ Bey.

Yukarda belirttiğim gibi kadın kadına aşk ve erotizm iki satır arası, imalı bile olsa daima popüler kültürümüzün bir parçasıydı (ve hala da öyle). Göndermelikler bile biz seyircilerin bilinçaltına işler ve tekrar görünce de çağrışım yaparlar. Hem neden olmasın ki? Kadın kadına aşk ve erotizm insanlığın tarihi boyunca her toplumda, her zaman vardı. Bu Türkiye ve Anadolu için de geçerli. Kadın kadına aşkı ve erotizmi yok saymak insanlığın önemli bir parçasını bilinçlerden yok etmek istememek anlamına gelir.

Yani arkadaşlar, sinema ve film kültürümüzün bir parçası olan lezbiyenlik ile ilgili imajlar toplumumuzun kolektif bilincine ya da bilinçaltına oturmuş ve böylece bizlerin de bir parçası olmuştur.

Dolayısıyla lezbiyenlik Türkiye kültürüne has değil, bizlere yabancıdır; olsa olsa özellikle 90’lı yılların başından, Türkiye’de, Avrupa’da büyük kentlerde Türkiyeli lezbiyenler görünür olduklarından beri Batıdan (sözde bireysel kültürü temsil eden Avrupa’dan, Amerika’dan) gelen bir gaflet diyenlere tersini söylemek mümkün.


Kaynakça:

(1) http://www.kaosgl.com/dergi/index.html

(2) http://beyazperde.mynet.com/print-sinemasal.asp?id=3984

Hülya Gürler - Berlin, Almanya



Etiketler: kültür sanat
nefret