30/01/2014 | Yazar: Bahanur Alişoğlu

Bugün, Gezi Parkı’ndan 17 Aralık Operasyonu’na kadar geçen sürede medyanın nasıl sansürlendiğini, sansürlenmeyenlerin de kendilerine oto-sansür uygulayarak hükümetten ne kadar korktuklarına şahit olduk.

"Herkesin görüş ve anlatım özgürlüğüne hakkı vardır. Bu hak, görüş edinme ve hangi yoldan hangi ülkede olursa olsun bilgi ve düşünceleri arama, alma ve yayma özgürlüğünü içerir."
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Madde 19
 
Bundan tam 69 yıl önce San Francisco’da 51 ülke tarafından imzalanan Birleşmiş Milletler Anlaşması, yeni bir uluslararası düzenin kurulması, insanlık ailesinin bütün üyelerinin dil, din, ırk, cinsiyet ayrımı gözetmeksizin insana ait bütün haklardan özgürce yararlanması amacıyla yürürlüğe girmiş ancak bundan 69 yıl sonra bile Türkiye’de tam olarak anlaşılmamış ve kendine yer bulamamıştır. Aksine basın, dolayısıyla ifade özgürlüğü ülkemizde henüz oturmamış ve uygulamada zayıf kalmış bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. İfade ve basın özgürlüğü, birçok gelişmiş ülkede yasalarla korunma altına alınırken, Türkiye için aynı şeyi söylemek ne yazık ki mümkün değildir. Basın, her daim -hiçbir parti ya da ideoloji gözetmeksizin- baskı altında tutulmuş, susturulmuş ve sindirilmiştir. Nitekim Sınır Tanımayan Gazeteciler ve Human Rights Watch 2013 Endeksleri’ne göre Türkiye dünyada en çok tutuklu gazetecinin bulunduğu ülke seçilmiştir. Bu endeksteki diğer kötü şöhretli ülkelere baktığımızda ise bu ülkelerin gelişmiş bir demokrasisinin olmadığını ve rejimlerinin gelişmiş ülkelerden oldukça farklı olduğunu görmekteyiz. Örneklere baktığımızda listede askeri bir rejimin hüküm sürdüğü Burma, dünyanın en kapalı ülkesi Kuzey Kore ve İslami rejimle yönetilen İran gibi baskıcı rejimlerin yer aldığı ülkeler bulunmaktadır.
 
İfade özgürlüğü anlamında listelere bakıldığında başı Kuzey Avrupa ülkeleri ve ABD ile İngiltere gibi basın özgürlüğünün doğduğu ülkeler çekmektedir. Özellikle Amerika Birleşik Devletleri, ifade özgürlüğünün kanunla sınırlanamayacağını 1791 Anayasası’nda belirterek basın özgürlüğünü açıkça garanti altına almıştır. İngiltere ise basının devleti tehlikeye sokma, genel ahlaka aykırı davranma ve hukuki bir neden olmaksızın kişileri zarara uğratma gibi nedenler olmaksızın kontrol edilemeyeceğini vurgulayarak liberal bir çerçeve çizmiştir. Peki, batılılaşma, demokrasi, Avrupa Birliği konularında bu kadar "hassas" davranan Türkiye’nin ifade özgürlüğü konusundaki anti-demokratik tavrının nedenleri nelerdir? İfade yani basın özgürlüğü, gelişmiş ülkelerde 4. güç olan basının en büyük kazançlarından biriyken ülkemizde bu kazanım henüz gelişmemiş, aksine anti-demokratik uygulamalarla basın üzerindeki baskı daha da artmış ve çoğu zaman şiddete dönüşerek korkunç sonuçlar doğurmuştur. Basının özgür olabilmesi için gereken şartlardan bir tanesi öncelikle basının politik enstrüman olarak kullanılmasının engellenmesidir ki bu ülkemiz için neredeyse olanaksızdır. Bugüne kadar gelen her iktidar ya da muhalefet partisi, kendi basın çevresini oluşturmuş, medyada gündemi belirlemeye yönelik adımlar atmış ve Basın Kanunu’nu kendi amaçlarına uygun bir şekilde değiştirmek için ellerinden geleni yapmışlardır.
 
Bu anlamda medyanın ekonomi politiğine daha yakından bakılmalı, hangi yayın gruplarının hangi iktidarla yakın ilişki içerisinde olduğunu, hangi kanal ya da gazetelerin iktidar lehine haberler yapıp gerçekleri örtbas ettiğini, yayın gruplarının sahiplerinin iktisat dünyasındaki yerleri, gazetelerin yayın politikaları ve çalıştırdıkları gazetecilerin ideolojileri de bilinmelidir. Medyanın ekonomi politiği, ifade özgürlüğünün de sınırlarını belirleyen önemli bir kuramdır ve incelenmesi gerekir. Yine politikayla ilişkili olarak bugüne kadar gelen iktidarların Türkiye’deki azınlıklar konusuna bakışları, özellikle terör ve Kürt sorununa yaklaşımları da Türkiye’de ifade özgürlüğünün ne kadar az geliştiğinin kanıtlarından birisidir. Kürt Açılımı ve Barış Süreci gerçekleşmeden önce –ki bu süreçlerin de samimiyeti, gerçekçiliği tartışılır- Türkiye’deki politik rüzgârlar Kürt hareketi aleyhinedir.
 
Kürtçe yayın yapmak, Kürtçe konuşmak ve "Kürdistan" sözlerini ağzına almak bile suçken, gencecik bir kadın sosyolog bu konuda araştırma yapmaya ve bir kitap yazmaya karar verdiğinde tam da böyle tehlikeli bir siyasi atmosferin yaşandığı bir dönemdir. Örneğimiz elbette Türkiye’nin adeta ifade özgürlüğüyle sınadığı kişi olan Pınar Selek.
 
Bilindiği üzere, Pınar Selek Türkiye’de ifade özgürlüğünün en büyük patlaklarından birini verdiği olayın kahramanıdır. Kendisi bir sosyolog olarak sadece araştırma yapmak, birtakım gerçekleri açığa çıkarmak ve Kürt halkını dinlemek amacıyla yola çıktığında onun yapmak istedikleri bir gazetecinin yapmak istediklerinden çok da farklı değildir. Selek, o dönem birçok gazetecinin susturulduğu, tehdit edildiği ve hükümetin üstünü örttüğü bazı olayları "deşmemesi" gerektiğinin bilincinde olarak yola çıktığında, devlet kendisinin kişisel haklarına saldırmakla kalmamış, üstelik Selek’i ilgisiz bir suçla ilişkilendirerek bu araştırmacıya kumpas kurmuştur. Türkiye’de iktidarın medya üzerindeki baskısı tamamen kendi çıkarlarını korumak adına aldığı önlemlerdir. Bugün, Gezi Parkı’ndan 17 Aralık Operasyonu’na kadar geçen sürede medyanın nasıl sansürlendiğini, sansürlenmeyenlerin de kendilerine oto-sansür uygulayarak hükümetten ne kadar korktuklarına şahit olduk. 17 Aralık Operasyonu’ndan sonra ise akreditasyon alamayan muhalif gazeteler, dünün yandaş bugünün muhalif yayın organları ve üstü örtülmeye çalışılan rüşvet ve yolsuzluk iddiaları yine Türkiye’nin basın ve ifade özgürlüğü ile sınandığı zamanlar olarak tarihe geçti. Türkiye’deki sözde demokrasi rejimine zerre kadar uygun olmayan anti-demokratik uygulamalar kaldırılmadıkça, 5187 sayılı Basın Kanunu yenilenmeyip tam anlamıyla uygulanmadıkça, medya özgürleşmedikçe ve medya patronları iktidarla ilişiğini kesmedikçe daha birçok gazeteci özgürlükle imtihan edilecektir. 

Etiketler: medya
2024