19/01/2010 | Yazar: Tanıl Bora

"Türkiye’nin Linç Rejimi" kitabının yazarı Tanıl Bora ile BirGün Gazetesinden Aysel Kılıç görüştü.


"Türkiye’nin Linç Rejimi" kitabının yazarı Tanıl Bora ile BirGün Gazetesinden Aysel Kılıç görüştü.

Bora, "Linçleri meşrulaştıran politikalara bakmak gerek" diyor ve ekliyor: “Tahrik” motifinin bir meşrulaştırma silahı olmaktan çıkarılması için çok cepheli ve inatçı bir mücadele gerek.
Tarihimizde pek çok örneği bulunan, bugün de gayet olağan bir şekilde sürüp giden linçler silsilesi, Türkiye’de sürekli bir linç “rejimi”nin var olduğunu düşündürüyor.

Linç politikalarını, “Türkiye’nin Linç Rejimi’’ kitabının yazarı Tanıl Bora anlatıyor...

Geçtiğimiz aylar Kürtlere yönelik sıkça yaşanan linç girişimleri, son haftalarda hemen hemen bütün muhalif kesimlere yöneldi. Linçin bu kadar yaygınlaşmasının nedenleri ne olabilir?
Sadece son haftalar diye düşünmeyin. Türkiye’nin Linç Rejimi kitabımda, Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın 2002’den beri yaptığı dökümü bulabilirsiniz. Yaklaşık on yıldır linçin neredeyse olağanlaştığını söyleyebiliriz. Sadece politik muhalifleri de hedef almıyor. Toplumsal olarak dışlananlar çok daha kolaylıkla linç saldırılarına uğrayabiliyorlar. Travestiler, transseksüeller, son yıllarda çok sayıda linç saldırısına uğradılar, bir kısmı basında gündeme bile gelmedi.

Peki neden bu yaygınlaşma? Sosyo-ekonomik nedenlerden de söz edilmiyor, özellikle Ege bölgesinde, Akdeniz’de, göçmenlerin zaten küçülen pastaya ortak olmasından endişe duyanların, bilhassa “kaybedecek bir şeyleri olan” orta sınıfların tepkilerini linç saldırılarında seferber olarak gösterdiğine ilişkin işaretler var. 
Ama tek etken bu değil. Bence en önemlisi, linçleri meşrulaştıran bir zemin oluşturan milliyetçi ve ırkçı zihniyettir. Irkçılık ve milliyetçilik, Türkiye’de özellikle 1990’lardan beri Kürt meselesi bağlamında körüklendiği biçimiyle, düşman, hain olarak gördüklerini insandan saymayan bir bakışı yerleştirdi. Çok şiddetli bir tehdit algısının ajitasyonu eşliğinde, “vatan millet düşmanları” denenleri insanlık dışı mahlûklar olarak gören bir bakış. Görüyorsunuz, sokakta “PKK’lılar!” diye bir vaveyla kopardığınız anda, bir linç güruhunu toparlayabilir ve herkesin üzerine salabilirsiniz.

Tahriklerin, tahrikçilerin etkisi nedir?
Her linç güruhu, “vurun” diyen bir lidere bakar, kendi sürü dinamiği içinde o lideri çıkarır da. Gerek Selendi’deki Romanlar’ın sürülmesinde gerek Edirne’de günlerce bir planlı tatbikat gibi süren linç kampanyasında da tahrik edenler, “haydin!” diyenler, kitlesel çığı harekete geçiren ilk kartopunu yuvarlayanlar var. Anlaşılan, âdet olduğu üzere, bunlar ülkücü gruplar.
Bazı olaylarda kimi “görevliler”in de bu işlerde elebaşılık yaptığına ilişkin işaretler alınıyor. Örneğin Muş-Bulanık’ta kaleşnikofla kalabalığı tarayıp iki insanı öldüren “esnaf”, aynı zamanda korucuydu.
Ama tahrikçilerin tahrik edebileceği bir ortamın, bir ruh halinin varlığını göz ardı etmemek gerek. Lincin büyük bir ayıp, bir skandal olarak görüldüğü, insanlarda “yahu ayıptır, kim olursa olsun, ne olursa olsun, bir insana bu yapılır mı?” duyarlılığının olduğu bir toplumsal vasatta, linç girişimleri bu kadar kolay gerçekleştirilemez.
Bu noktada, linçleri açıkça veya zımnen meşrulaştıran politikalara bakmak lazımdır.

Tarihimizde pek çok örneği bulunan, bugün de ‘gayet olağan’ bir şekilde sürüp giden linçlerin bu kadar meşrulaştırılmasının anlamı nedir? Yasa boşluğu mu?
Son olaylarda hukukçular Türkiye’de ceza kanunlarında linçin müstakil bir suç olarak düzenlenmemiş olmasının eksikliğine değindiler. Beri yandan, bu saldırıların pekâlâ cezai takibat konusu yapılabileceğine de dikkat çektiler. 
Önemli olan, linç girişiminde bulunanların sistemli olarak hoşgörülmesi, tersine, linçe uğrayanların kovuşturulması hatta bazen cezalandırılmasıdır.
Bakın, Hürriyet gazetesi yazarı Yılmaz Özdil, (ki bence Beyaz Türk faşizminin şu aralar en popüler sözcüsüdür), Selendi olayının büyütülmemesi gerektiğini, Hulusi Kentmen misali babacan bir komiser Romanlar’la ikna edici gönül alıcı bir konuşma yapsaydı işin büyümemiş olacağını yazdı. “Olay” dönüp dolaşıp yine Romanlar’ın sosyal tabiatları icabı hadise çıkarmış olmasına geliyor bu mantıkla! Hulusi Kentmen’le Darbukatör Bayram arasında bir hadiseymiş meğer, linççi Selendililerden hiç bahis yok!
Bam teli işte burası: Lince uğrayanların esas müsebbip sayılması, “ayıptır, zillettir” demeden önce lince uğrayanın “acaba ne yaptığına?” bakılması. Linç güruhunun harekete geçmesinin bir doğal afetmişçesine kaçınılmaz, buna sebebiyet vermenin bir hainlik veya en hafifinden bir basiretsizlik olarak görülmesi.
Türkiye’de hukuk sisteminde neredeyse bir evrensel norm mertebesine yükseltilmiş olan bu “tahrik hakkı”yla sistemli bir mücadelenin gerektiğini düşünüyorum. Biliyorsunuz, kadınlara karşı şiddette de saldırganların en büyük kozu budur:
Kıyafetiyle, lafıyla, şusuyla busuyla tahrik etti... Bireysel şiddet vakalarında da aynı şey… Linç vakalarında da,  “Vatandaşlarımız, milletimiz tahrik olmuş, hassasiyetlerine dokunmuşlar” deyince, akan sular duruyor, “Tahrik” motifinin bir meşrulaştırma silahı olmaktan çıkarılması için çok cepheli ve inatçı bir mücadele gerek.

Edirne, Erzincan ve Kars’ta yaşanan linç girişimlerinde polis saldırganları engellemektense, yaşananlara seyirci kaldı. Kolluk kuvvetleri bu gücü nereden alıyor?
Güvenlik kuvvetlerinin yerleşik politikası, mesleki refleksi, az evvel söylediğim gibi, birincisi linçe uğrayanlara zaten musibet olarak bakması, ikincisi, linçi bu musibetin yol açtığı bir doğal afet gibi görmesi.
Dikkat edin, birçok olayda linççiler polisten “siz halledemiyorsunuz, bırakın biz cezalarını verelim” diye adeta ruhsat istiyorlar. Linç girişimcilerinin hiçbir biçimde takibata uğramaması, onların cesaretini pekiştirdiği gibi, polisin pasif desteğini de yerleşikleştiriyor.
Elbette, çığırından çıkmış bir kalabalığı bir polisin veya bir başka görevlinin “tepkinizi anlıyorum” filan diyerek yatıştırmaya çalışmasını anlamalıyız.
Ama saldırganların sırtını sıvazlamanın süreğen bir pohpohlamaya dönüşmesi, olayın sıcağı geçtikten sonra verilen demeçlerde de tekrarlanması, başka bir şeydir. Bu, açıkça cesaretlendirmektir. “Milli hassasiyet” üzerinden, “vatandaş tepkisi” diyerek, linç güruhlarına kredi açmaktır. 

Başbakan Erdoğan, Trabzon’da hapishanelerdeki tecridi protesto eden gruba ilişkin saldırıyı mahkûm edeceğine “Halkımızın hassasiyeti” değerlendirmesinde bulundu. “Halkımızın milli hassasiyetlerine dokunulduğu zaman, şüphesiz ki bunun tepkisi farklı olacaktır’” dedi. AKP hükümeti ne yapmaya çalışıyor?
Demin linçten doğal afet gibi bahsetmekten söz ettim ya… Böyle yaparsanız, işte “milletin hassasiyetini dikkate almazsanız”, “halkı tutamayız, milleti tutamayız” tehdidi… MHP lideri Devlet Bahçeli Kürt Açılımı gündeme girdiğinden beri sürekli bu tehdidi kullanıyor.
Başbakan da birkaç kez buna başvurdu, 2008 Kasımında Dolapdere’de Kürt göstericilere silah çekenleri “vatandaş tepkisi” diye haklı görmüştü mesela. Bu Türkiye’de muhalefettekilerin de (sözde muhalefet) başvurmaktan geri kalmadığı, devlet dilinin faşizan lehçesi: “Milli refleks”i yardıma çağırmak, linç güruhlarını resmi koruma altında bir paramiliter güç olarak işe koşma tehdidi…

Bu konuyu ‘’Türkiye’nin Linç Rejimi’’ kitabınızla ele aldınız. Türkiye tarihi linçler tarihidir, diye bilir miyiz?
Şöyle desek daha doğru olur: Türkiye’nin tarihinde, linçlerin, bir olağanüstü hal yöntemi olarak, bir idare tekniği olarak kullanıldığını görüyoruz. Türkiye’ye özgü değil bu. O küçük kitapta Nazi Almanyası’nın linç rejimiyle Türkiye deneyimi arasındaki benzerliklere dikkat çekiyorum.
Birikim’in son sayısındaki “Linç Açılımı” yazımda da Guatemala ve İsrail’in linç deneyimleri ile mukayeseler öneriyorum.

Medyanın yaklaşımın nasıl değerlendiriyorsunuz?
Selendi olayında medyanın, -genel, “merkez” denen medyayı kastediyorum- tutumu çok kötü değil aslında. Olayı skandalize edenler, “yuh”diyenler, en azından nispeten, az değildi. En azından olayın ayrıntısına inen röportajlar görebildik.
Ama tabii “en büyük” gazeteler yine halı altına süpürmeyi yeğlediler. Edirne’deki olayın ise, dediğim gibi bir planlı tatbikat misali günlerce sürmesine rağmen skandalize edilmemesi, bir skandal!
Bora’nın kaleminden Türkiye’nin ‘linç rejimi’
Tanıl Bora, Türkiye’nin Linç Rejimi adlı kitabında, bahanesi ve meşrulaştırma mekanizmaları hep hazır tutulan linç eylemlerinin analizini sunuyor. Nazi Almanyası ile halimizi karşılaştırarak... TV dizilerinin bu işteki rolüne işaret ederek... Son yıllardaki linç girişimlerinin inanılması zor dökümünü sunarak... “Linç, en aşikâr medeniyet kaybıdır. Lincin sıradanlaştığı, kolektif bir utanç yaratmadığı, infiâl uyandırmadığı bir toplum, toplum olma vasfını yitirir” sözlerinin altını çizerek... 


Etiketler: insan hakları, nefret suçları
nefret