08/09/2010 | Yazar: Ahmet Tulgar

Çocukluk yıllarından beri rock dinleyen, kimi zaman elindekini avcundakini sırasıyla bir plağa, bir kasete, bir cd’ye yatıran, bir gün iyi kötü para kazanmaya başlayıp,

Çocukluk yıllarından beri rock dinleyen, kimi zaman elindekini avcundakini sırasıyla bir plağa, bir kasete, bir cd’ye yatıran, bir gün iyi kötü para kazanmaya başlayıp, bir de yeniden pasaportuna kavuştuğunda sevdiği müzisyenin hemen her yıl birkaç turne durağında bulunmak için ülke dışına yolculuklar yapan ama burada, kendi kentinde de elden geldiğince hemen hiçbir rock konserini kaçırmayan ben, pazartesi akşamı U2 konserine gitmedim.Gitmeyişim bir kaç sebepten ötürüydü. Belki biri pek özel, pek kişiseldir. Bu sorunumuzu çözebilsek belki yine de giderdim, giderdim herhalde ama gidemedim diye yanıp yıkılmamamın nedenleri, U2′nun – ki 80′li yılların ikinci yarısında Bruce’un, Bruce Springsteen’in hemen ardından onlar gelirdi benim için – işte bu U2′nun kentimizdeki konserini izlemedim diye hiç de hayıflanmamın nedenleri epey politik, epey sosyolojik.

Bir kere sahiden gına geldi. Yani çevremde, özellikle de gazeteci çevremde, o güne kadar bir kere bile sevdiklerini, dinlediklerini duymadığım kişilerin Türkiye’ye gelen her grubun, her müzisyenin, eğer belli bir medyatiklik düzeyindeyse bu gelen, bir de Türkiye’de bir hipermedyatizsayon sürecinden geçmeye başlamışsa, bir beleş bilet, bir davetiye ya da akreditasyon listesinde bir yer edinip sonra konser gününe kadar onunla yatıp onunla kalkması tahammülfersa oldu benim için bir süredir. Bu durum, bu elbette sadece gazeteci çevrelerinde değil ülkemizdeki hipermedyatizasyonun etkilerine açık, kitle kültürünün öncelikli hedefi bu hayli geniş topluluğun, bu kalabalıkların hızla ve günübirlik bir fan’a dönüşüp konser alanlarını doldurması yani, benim için işin keyfinin kaçmasının en önemli nedenlerinden. Öyle anonim bir kitle oluşuyor ki çoğunca konser yerinde, kıdemli bir rock dinleyicisinin ya da gerçek bir fan’in kendisini bir topluluğun, bir ‘community’nin bir mensubu hissetmesi imkânsızlaşıyor. Oysa biz sevdiklerimizi kıskançlıkla severiz. Bu duygu önemlidir rock kültüründe.
Yani konser, o sevdiğiniz, nicedir yolu bir gün buraya da düşer diye beklediğiniz grubun, müzisyenin konseri medyatik bir ayine, tüketim ayinine dönüşmüş oluyor, katılmayanın handiyse bu modern dinden çıkmış addedileceği.

Hele eğer bir de konser verecek konuklar da katılmışsa konser öncesindeki o sürece, medya sürecine bizzat, hem aktör hem figüran olarak, iş iyice çığrından çıkıyor ve U2 konseri öncesi Türkiye’nin aldığı hali alıyor işte.
U2 bunu başka ülkelerde de yapıyor, yaptı gerçi.
Bu bir zamanların punk’ının biraz çağdaşı biraz da hemen ardılı olarak müziğe başlayan, İrlandalılığın da getirdikleriyle hayli radikal bir siyasi söylem edinen, belki de bu yüzden, ABD’deki İrlandalı diyasporasının desteği ve ilgisiyle kısa sürede Atlantik ötesinde de üne kavuşan U2, siyasi söylemin bu işte kullanışlı bir araç olduğunu farkettiğinden, iyi bir satış önerisi olduğunu gördüğünden beridir ki bir zamanlar bir yerde mutlaka sahip olmuş olduğu, bizim de yetişmiş olduğumuzu sandığım hem müzikal hem siyasi samimiyetini hızla yitirdi.
Bono’nun bugünkü şu hali, ortalıkta Davos gediklisi bir peygamber olarak dolaşması, kendince izan ve iman tebliğ ettiği, yoksul dünya halkları adına şefaat dilediği her politikacı tarafından koluna girilip en yakındaki viski bara ya da otel odasına kapatılıyor olması, evet, dünya politikacıları için iyi zaman geçirilen bir sahte peygamber olması, epeydir bu olması, ciddi bir rockçu için katlanılabilir bir durum değil. Acınası olsa olsa.

Şunları soruyorum şimdi: Acaba U2′nun geldiği şu dönemde Türkiye’de AKP’nin hesaplı fevriliği, ticari demokratlığı değil de başka türlü bir siyasi atmosfer hüküm sürüyor olsaydı aynısı olur muydu? Aynı U2 etkisi olur muydu ülke sathında?

Ya da: Bono’nun sahte peygamberliğinde, yüzeysel ve ticari siyasetinde kendilerine yakın bir imge saptamış olmaları mıdır AKP’lilere Bono’yu böyle sevdiren?
Ha, bir de Berlusconi. Bu üç adamı birbirlerine böylesine yaklaştıran, tam da Erdoğan uğrağında olması gerektiği anlaşılan önemli ortaklıkları ne ola ki?

Böyle zorlama bir hayat adamlığı tavrı, yüzeysellikteki, ancak yüzeysellikte mümkün hızlı ve aşırı samimiyet ve işini bilenlerin birbirlerini de hemen bilmesi.

Ve hepsinden önemlisi şovun gücünü ve affetiriciliğini herkesten iyi farketmiş olmaları.
Ben de bu şova gitmedim işte, iyi ki gitmedim, televizyonlara Bakan İbrahim Yazıcı’nın özetlediği, yorumladığı bir rock konserine gitmemiş oldum böylelikle.
 

Etiketler: kültür sanat
nefret