13/02/2012 | Yazar: Emre Özcan

Eğer bedeni cinsiyetli yapan şey onu denetimi ve tahakkümü altın alan iktidar/ iktidar teknolojileri ve bilgi ise kapitalizmdeki en temel iktidar tekniği kuşkusuz ki onun arzu ve tüketim nesnesi haline dönüştürülmesidir.

Steve McQueen’in 2008 yılında bir başyapıt niteliğinde olan ilk uzun metrajlı filmi Hunger, İrlanda Kurtuluş Ordusu’nun liderlerinden Boby Sand’ın yoldaşı bir rahiple ‘bedenin kime ait olduğu’ üzerine yaptığı uzun tartışmanın yer aldığı bölüm ile sonlanıyordu. Rahip Moran, ‘bedenin tanrıya ait’ olduğunda ısrar ederken Sand ise kendisine ait olduğunu ve gerekirse bedenin bir silaha dönüşebileceğini öne sürüyordu. McQueen’in ikinci filmi ‘Shame’ ise aynı tartışmayı üç yıl sonra yeniden bambaşka bir dünyada gündeme taşımış gibi görünüyor ki yine Hunger’da olduğu gibi Shame’de de başrolde Michael Fassbender’ı görmemiz bu tasarımın bir kompartımanı gibi duruyor. Şenay Aydemir’in söylediği gibi, sanki konuşmanın bir yerinde Boby Sand, rahibe dönerek “Peki diyelim ki burada değiliz. Bedenlerimiz tutsak değil. Kapitalizmin başkentinde New York’ta tüketimin hazzının dehlizlerinde kaybolmuş, seks bağımlısı bir adamız. O beden kime aittir?” diye sormuş da filmde yeni bir pencere açılmış gibi. 
Evet film; satın alamadığı ve karşılığını ödeyemediği hiçbir şeyden haz alamayan, manzaralı-yüksek camlı-perdesiz evinin onda sadece seksi çağrıştıran, üst düzey yöneticisi olduğu şirketteki bilgisayarı porno siteler yüzünden bloke olan, kimseyi bulamadığı zamanlarda mastürbasyon yapan ve hayatında hiçbir zaman kalıcı ilişki kuramamış ‘seks bağımlısı’ Brandon’un açtığı pencereden ilerliyor ve Brandon’un ansızın evine yerleşen kız kardeşi Sissy ile film tam anlamıyla kaotik bir yapıya bürünüyor diyebiliriz. Brandon’un iktidar ve statü gücü olmaksızın herhangi bir ilişki kurma yeteneğini yitirmiş olan günlük hayatı, bir tür ‘kaybeden’ olarak gördüğü kız kardeşinin varlığını kaldıramıyor ve utanç, sorgulama,  (kaybettikleriyle) yüzleşme Brandon için işte o zaman başlıyor. Brandon tüketim toplumunun bir parçası olabilmiş bir karakter iken, Foucault literatürüyle söyleyecek olursak içeride var olan, kız kardeşi ise dışarıda var olan bir karakteri canlandırıyor. Son kertede, iki kardeş arasındaki çatışmanın ve uyuşmazlığın eksenini “içeride” ve “dışarıda” olma durumunun oluşturduğunu görmekteyiz.
 
Steve McQueen’in, Hunger ve Shame’de derin Foucault okumalarıyla boğulduğunu öngörebilmekteyiz. Fakat McQueen’in bu okumalarda eksik ve muğlak bıraktığı bazı yerleri aydınlatmakta yarar var. Öncelikli olarak, Hunger ve Shame arasında bir davam niteliği taşıyan geçişin olduğunu, Hunger’ın bittiği yerden Shame’in başladığını tahayyül ederek düşünebiliriz.
Foucault episteme meselesinden yola çıkarak tarihi kronolojik olarak üç aşamada inceler: Orta Çağ / Rönesans Dönem, Klasik Dönem ve Modern Dönem…
 
Rönesans Dönemi Anoloji, Klasik Dönemi Temsil Epistemesi, Modern Dönemi ise Antropoloji ile çözümlemeye çalışan Foucault, bir tarihsel dönemden bir başka tarihsel döneme geçişte “şeylerin” artık aynı tarzda algılanmaması, betimlenmemesi, ifade edilmemesi, sınıflandırılmaması ve bilinmemesi gerektiğini “süreksizlik” kavramıyla açıklar. Buradan yola çıkarsak bilimler, bilgi kuramsal biçimler ve söylemsel pratikler arasındaki ilişkilerin toplamı olan epistemenin de bir süreksizlik arz ettiğin vurgulayan Foucault, bedenin de iktidar teknolojileri doğrultusunda her dönemde farklı şekillerde denetim ve tahakküm alına alındığını belirtir. Örneğin; Klasik Dönem boyunca beden, iktidarın nesnesi ve hedefi olarak manipüle edilen, biçimlendirilen, terbiye edilen bir yapıda kapatma kurumlarına eklemlenirken Modern Dönem’de ise beden kabaca, kitle olarak ele alınmaktan ziyade ayrıntıda işlenen, onun üzerinde ince baskılar uygulanan, mekanik düzeyde hareketler, jestler ve tavırlar düzleminde zapt edilen bir görünüme bürünmüştür. İşte McQueen de bedeni ele alırken veya beden kime ait tartışmasını yaparken, Hunger’da olduğu gibi en temel kapatma kurumlarından biri olan hapishanedeki cezalandırma ve itiraf ettirme aracı olarak bedene uygulanan şiddeti betimliyor, ( yani Klasik Dönem) Shame’de ise kapitalizmdeki tüketim ve arzu nesnesi haline gelen bir bedeni imgeleştiriyor ( yani Modern Dönem).
 
Ayrıca şunu da belirtmekte yarar var: Hunger filmiyle bedene yönelen ceza Shame filmiyle ruha yönelmiştir. Dolayısıyla bu iki film arasındaki geçiş, bedenin Klasik Dönemden, Modern Döneme uzanan yolculuğudur.
 
Son kertede, iki film arasındaki Foucault’cu süreksizliğin McQueen tarafından iyi tahlil edildiğini söylesek de modernizmin beden üstündeki denetimi ve tahakkümü, McQueen’in yaptığı gibi ne salt olarak kapitalizmin satın alınabildiği ölçüde var eden büyülü tüketim ve arzu toplumuyla ne de psikanalizin ana temaları olan ve insana dair bütün bilgilerin koşullarını biçimlendiren ölüm, arzu ve yasa üçgeniyle karakterize edilebilinir. Özetle ve kabaca söylemek gerekirse Foucault’ ya göre beden, ona doğal ve özsel bir cinsiyet fikri yükleyen söylemsel pratikler olmadan cinsiyetli bir varlık değildir ve beden, söylem içinde ve iktidar ilişkileri bağlamında cinsiyetli bir varlık olma anlamını kazanmaktadır. Bu minvalden yola çıkacak olursak, beden üstündeki denetim ve tahakkümün yanı sıra bedenin cinsiyetli olma durumunun sistematiği, mikro-iktidar analizlerinden kapatma kurumlarına kadar uzun bir yelpazenin ürünüdür ki zaten cinsellik bilgi ve iktidarın işleyiş biçimidir.
 
Foucault bio-iktidar aracılığıyla kısıtlanan, baskılanan, denetim ve tahakküm altına alınan cinsel davranışlardan; modernizmin tanımladığı cinsiyet alanlarının dördünün incelenmeye değer olduğunu düşünür: Histerik kadın, mastürbasyon yapan çocuk, Malthusçu çift ve sapkın yetişkin….
 
Brandon, bu dört alandan kuşkusuz ki seks düşkünü ve hayatın her anında seksi kurgulayan bir sapkın yetişkini sembolize ediyor. Fakat şunu göz ardı etmemek gerekir ki Foucault’a göre: “Modern toplumların özgüllüğü, cinselliği gölgede kalmaya zorlamaları değil, onu tek, biricik giz olarak öne çıkarmak yoluyla, kendilerini sürekli cinsellikten söz etmeye zorlamalarıdır.” Çünkü modernizmde, cinsellik üzerindeki kısıtlamalar salt olarak söylemsel pratikler üzerinde kalmaz ve cinsel davranışlar üzerinde daimi bir denetim uygulanır. Örneğin; cinsellik ebeveynlerin yatak odalarına hapsedilir, cinsellik belirli kurallarla zaman ve mekansal denetime tabi tutulur, evliliğin yükümlülüğü haline getirilir. Brandon da seksi; tüm saldırganlığıyla, manzaraları perdesiz evinin camlarına ve sokak köşelerine taşıyarak modernizme ve onun kısıtladığı cinsel davranışlara meydan okurcasına yaşamaktadır. Bu perspektiften bakarsanız Brandon’un tüketim ve arzu toplumunun bir parçası olduğunu gözden kaçırabilir ve kendinizi statükocu bir konuma sokabilirsiniz. Zaten Foucault bile Sartre tarafından sistemi ifşa eden pasif duruşuyla sistem yanlısı ilan edilmiyor muydu?
 
Eğer bedeni cinsiyetli yapan şey onu denetimi ve tahakkümü altın alan iktidar/ iktidar teknolojileri ve bilgi ise kapitalizmdeki en temel iktidar tekniği kuşkusuz ki onun arzu ve tüketim nesnesi haline dönüştürülmesidir. Fakat bu kestirmeci analiz bir anlamda mikro- iktidar tekniklerini, disiplinel toplumu ve kapatma kurumlarını gözden kaçırmak manasını taşımaktadır ki McQueen’in filmi de bu anlamıyla indirgemeci bir anlayışa da hapsolmuştur diyebiliriz. Çünkü beden kime aittir sorunsalı hiçbir tarihsel zaman diliminde ve mekanda kestirmeci bir cevaba olanak tanımamaktadır.
 
Not: Brandon’un metroda karşısında oturan bir evsizden gözlerini, adeta bir korku ve telaşla hızla kaçırarak evli ve mini etekli bir kadına yönelttiği sahne, bir anlamda gerçekliğe kapanan gözlerin arzu ve fanteziye açılışını betimliyordu.  Tıpkı insani ve vicdani değerlerden gözünü kaçırarak yok sayanların / yokmuş gibi davrananların kendi ucuz ve basit dünyalarına yöneldikleri gibi…
 
Arş. Gör. Emre Özcan
Başkent Üniversitesi

Etiketler: kültür sanat
İstihdam