26/04/2011 | Yazar:

Gerçekte heteroseksüel aile üzerine kurulu “müesses nizam”ı tehdit eden her şey, devlet aklınca dışlanmanın, sürgün edilmenin ve cezalandırılıp kapatı

Gerçekte heteroseksüel aile üzerine kurulu “müesses nizam”ı tehdit eden her şey, devlet aklınca dışlanmanın, sürgün edilmenin ve cezalandırılıp kapatılmanın veya ortadan kaldırılmanın nesnesi haline getiriliyor. Heteronormatif düzene itaatsizlik, beraberinde kabul görmeyen alana itilmeyi getiriyor. 

Esogü Haber’de feminizmi, kadın haklarını ve kadına yönelik şiddeti sorunsallaştıran makaleler görmek, üniversitemizde de, dünyanın diğer yerlerinde ve akademik caimada olduğu gibi konuya dair bir dikkatin mevcudiyetine işaret etmesi bakımından kuşkusuz sevindirici. Bu ilginin yalnızca heteronormatif düzlemin ihyası ile sınırlı mı kalacağı; LGBT bireylerin haklarına da sıranın gelip gelmeyeceği merak konusu. Kadın meselesine dair yazıların, alışıldığı üzere yalnızca 8 Mart ve haftasında dikkati çekmesi, bir rutinin gerçekleşmesinden öteye gitmiyor. Bir kadının feminist olmakla yetinmeyip üzerine eşcinselliği savunması herhalde “olacak şey değil”dir; buna rağmen heteroseksüel erkeklerin fantezi listelerinin başlarında, “lezbiyen kadınlar” vardır. Lezbiyenlik toplumun hafızasında, eşcinsel erkeklikten bile daha aşağı ve sapkın bir cinselliği temsil eder. Lezbiyenlik, dışlanmanın iki kez hedefi olur: Kadın olmak zaten dışlanmak için yeterliyken, bir de eşcinsellikle bu durum çifte kavrulmuş hale gelir.
 
Aslında eşcinsellik hakkında yaygın olarak ne düşünüldüğü, marjinal varoluşlar konusunda o toplumdaki duyguları ve şiddet arzularını anlamak bakımından turnusol kağıdı işlevi görüyor. Dışlanmak için eşcinsel olmak gerekmeyebiliyor, çünkü dış görünümüyle mevcut cinsiyet kalıplarını zorlayanlar kolayca şiddete hedef oluyor.
 
Böyle bir ortamda homofobi ve transfobi, çeşitli kanallardan yayılıyor. Yalnızca tutucu devlet kurumları değil, medyanın büyük bir bölümü, hatta en çok da futbol, her fırsatta eşcinselliği alaya alıyor, hiçleştiriyor veya hedef haline getiriyor. Gerçekte heteroseksüel aile üzerine kurulu “müesses nizam”ı tehdit eden her şey, devlet aklınca dışlanmanın, sürgün edilmenin ve cezalandırılıp kapatılmanın veya ortadan kaldırılmanın nesnesi haline getiriliyor. Heteronormatif düzene itaatsizlik, beraberinde kabul görmeyen alana itilmeyi getiriyor. Arzu coğrafyasındaki bu eşitsizliğin arka planında, ikiyüzlü bir cinsellik ekonomisinin yattığını görmek zor değil: Trans bireyleri milliyetçi saiklerle ölümle tehdit edenlerin genellikle onların müşterileri oldukları bile görülebiliyor. Bütün bireysel tercihler, başkalarının hayatına yönelik bir şiddet üretmediği müddetçe anayasal hak olmalı ve anayasa tarafından güvence altına alınmalıdır. Oysa yürürlükteki 12 Eylül rejimi, hâlâ itaat üretimini birincil insani ve ahlaki değer olarak vazediyor. Bu kuşkusuz sivil değerlerle bağdaşır bir şey değil; zaten etikle ve bilimsel kuşkuculukla da örtüşmüyor. ‘Ermeni’, ‘Kürt’, ‘Kadın’, ‘Eşcinsel’, ‘Yahudi’, itaat üreten yaygın söylemin negatif figürleri ve bu söylem, kendi meşruiyetini bu figürleri kullanarak üretmeye devam ediyor.
 
Mimarlık bölümü, geçtiğimiz güz döneminden beri hemen her hafta bir konferans düzenleyerek, birçok netameli konuyu öğrencilerin tartışmasına açacak konuklar ağırlıyor. Toplumsal cinsiyet, insan hakları, eşcinsellik kadar deneysel edebiyat, mimarlık tarihi, modernizm gibi birçok konuyla ilgili bugüne kadar 11 tane “Mimarlık Konuşmaları” konferansı düzenledik. Konferanslar, mimarlık bölümü atriumunda Mayıs 2011 boyunca devam edecek. Bahar döneminin ilk konferansında Kaos GL’yi ağırladık. Kaos GL’nin gelişi, bölümümüzün tarihi açısından sessiz sedasız gerçekleşen bir ilk sayılabilir. Kaos GL, on beş yıldır eşcinsel hareket için mücadele vermekte. Toplumda eşcinsellerin de bulunduğunu, şiddetle görmezden gelindiklerini, oysa eşcinsel hareketin heteroseksüelleri de özgürleştireceğini savunan Kaos GL, bu alanda Türkiye’nin en uzun soluklu ve kaliteli yayını olmaya devam ediyor. Derginin kurucu ve editörlerinden sosyolog Ali Erol, bu zorlu ve acı dolu tarihi, Cogito dergisinin “Cinsel Yönelimler ve Queer Kuram” başlıklı son sayısında 35 sayfalık bir makaleyle anlatıyor. (“Eşcinsel Kurtuluş Hareketinin Türkiye Seyri”, S. 65-66, ss. 430-465, YKY, 2011, İstanbul.) Erol, “Kentsel Mekânların Kurulumunda Heteroseksist Politikalar” başlıklı konuşmasında, Türkiye’de sıradan bir eşcinsel olarak varolma hakkıyla ilgili sorunlardan söz etti. Toplumsal olarak bir dizi önyargıya dayanan eşcinsel varoluşun kent hayatında nasıl bloke edildiğini ve kurumlar tarafından kamusallığın dışına itildiğini anlattı. Devletin kent mekânı ile ev mekânını neden ikiye böldüğünün yanıtını arayan Erol, kamusal özel ayrımını, dışlamaya dayalı bir kent mekânını devamlı yürürlükte tutan bir mekanizma olarak tanımladı. “Genelev” sözcüğünün bile etimolojik olarak kamusalla özel arasındaki ahlaki bariyeri ve ideolojik kalıbı eni iyi şekilde ele verdiğini ifade eden Erol, evin özelleşmesinin namusla bir tutulduğunu, bu yüzden “genelev” ifadesinin, kadının eve kapatılmışlığının en somut kanıtı olduğunu gösterdi. Çünkü kadın bedeni her şekilde eve kapatılmıştır: Bedeninin baba, ağabey veya koca gibi belli sahipleri varsa, evdedir; bedeni bunların dışındaki erkeklere kiralanıyorsa genelevdedir... Kadın bedeni üzerindeki eril tahakkümü ele veren genelev, cinsel nesne olarak kadın bedenini ifade eder ama asla tersi işlemez bu topraklarda. Erol özel mekânın, “devletin karışmadığı yer” olarak, denetimin dışında tutuluyor gibi görünmesine karşın, gerçekte eşcinselleri olduğu kadar kadınları da kent sahnesinden kovmak için tasarlandığını ifade etti. Karşı cinsin kıyafetlerini giymek anlamına gelen cross-dressing’den türeyen trans-gender’ın temsilcilerinin eşcinsellerden farkını oraya koyan Erol, kent mekânında eşcinsellikle transbireylerin görünürlüğünün zamansallığına vurgu yaptı. Eşcinseller, gizlenme ve açığa çıkmama tavizi karşısında olağan kentsel mekâna ve zamana (yani kent yaşamına) dâhil olabilirken, transbireyler görünümleriyle varoluşlarını gizleyemediklerinden geceye ve seks işçiliğine itilir.
 
İç mimar Atalay Göçer, “Mekân ve Cinsellik” konulu konuşmasına, spatium/stadium ayrımıyla başlayarak, birinin sınırlayan ve bölen, ötekinin sonsuzca yayılabilen iki mekân kavramına denk geldiğini ifade etti. Biri kamusal kent mekânına, öteki kapalı yapılara denk gelen bu kavramlar, bugün de yaşamımızı belirliyor mu? Jean Genet’nin bir kült olan Un Chant d’amour filminden bir sahne gösteren Göçer, erkeklik rollerinin ve kadınlık rollerinin güçlüklerine ve sorunlarına değindi. Göçer, mimarlıkta şeffaflığın gözetleme ve gözetlenme gibi cinsiyetli mekânlara yol açtığını örnekledi.
 
Ataerkil toplumun değerlerini ve muhafazakâr, yasaklayıcı, gelenekselci toplumsal normları sorgulamak, çok boyutlu ve uzun soluklu bir çabayı gerektiriyor. Bu anlamda toplumda kadınlara yönelik ayrımcılığı konu edinmek kadar, etnik kimlikleri, bedensel yetmezlikleri, cinsel yönelimi ve benzeri başkalıkları hedef alan nefret söylemini gözler önüne sermek ve bütüncül bir karşı duruş üretmek gerekli. Kadınlara yönelik ayrımcılığın çoğunlukla ırkçı motivasyonlarla ortak paydaları bulunuyor. Homofobi ve transfobi konusunda da aynı şey söylenebilir. Toplumumuzda hâlâ yaygın olarak eşcinsel aşk kimi dinsel ve geleneksel tabu alanları tarafından dışlanıp lanetlenmeye devam ediyor. Sözgelimi eşcinselliğin büyük bir günah, tanrıtanımazlık, sapkınlık olduğu kolayca dile getiriliyor. Eşcinselliğin, bunun da ötesinde, tıbbi bir bozukluk, giderilmesi gereken bir rahatsızlık, tedavi edilmesi gereken bir hastalık olduğu da ilk elde dile getirilen asılsız ifadeler arasında. Kuşkusuz eşcinsel olmak ne suç, ne de hastalık; daha çok bireysel hak ve özgürlük alanındaki bir durumdan başka bir şey değil.
 
Son olarak, Türkiye’de cinsel hayatın veya aşk yaşantılarının heteroseksüel çerçevede bile nasıl kapalı ve çekingen bir biçimde yaşandığını herkesin kendi deneyiminden bildiğini varsayıyorum. Devasa bir flört mekânı, Türkiye’de neredeyse tamamen kent yaşımının dışına itilmiştir. Devlet, öğrenciyi kutucuklar dolduran ve her dönem harç ödeyen bir makine gibi tahayyül etmekten vazgeçtiğinde, üniversite de, genç insanların bireysel alanlarını özgürce, sevgi ve aşkla inşa edebilecekleri bir yer haline gelecektir, diye ummaya devam edelim.
 
Yrd. Doç. Dr. Levent Şentürk, Mimarlık Bölümü, Mimarlık Tarihi Anabilim Dalı.
 

Etiketler: insan hakları, eğitim
İstihdam