09/12/2009 | Yazar: Cihan Dağ

“Başka da bir şey demedi. Öylece denize baktı ve sustu. Başka bir şey demesine de gerek yoktu zaten.

“Başka da bir şey demedi. Öylece denize baktı ve sustu. Başka bir şey demesine de gerek yoktu zaten. Gözlerimize kara sürüp, birbirimize birçok şey için saldırabilirdik. Ama şimdi nefretimizden sıyrılıp kendimizi yakamozlarla taçlandırma vaktiydi…”
 
Köpekler havlıyor kapıda. Pencereden göründüğü kadarıyla hava epey soğuk… Damien Rice söylüyor, ben soğan doğruyorum. O gözlerimi senden alamıyorum diyor, ben hüngür hüngür ağlıyorum. Ellerimi yıkamaya gidiyorum banyonun ışığı yanmıyor, sanırım ampul patlamış. Karanlıkta ellerimi yıkarken aynaya yansıyan gözlerimdeki parıltı buruk bir sevinçten kalma. Kahve yapıyorum bir yandan kendime. Yemek pişerken kahve içmek iştahımı kesecek belki ama canım sıcak bir kahve çekti. Kahvemi hazırladım ve bardağımı alıp masamın başına geçtim. Yağmur damlaları birer ikişer düşmeye başladı camlara. Saate baktım, bakmam ile telaşlanmam bir oldu. Birazdan gelecekti ve yemek hâlâ hazır değildi. Mutfağa gidip ateşi iyice açtım. Öğrenci evi burası, acele pişmiş yemeklere o da bende alışığız.
 
Damien Rice hala söylüyor kanımı kaynatan bir sesle, “cant take my eyes of is you…” diye…
 
Kapı çaldı, otomatiğe bastım ve yemek kokusu içeri girmesin diye mutfağın kapısını iyice kapadım. Merdivenden ayak sesleri geliyor, ortalıkta bir şey var mı diye bakıyorum, yatak dağınık ama boş ver. İşte geldi; deri ceketi, parlak taşlı bir küpesi ve keskin koyu bakışlarıyla karşımda dikiliyordu. Kalbim yerinden fırlayacak gibi atıyordu. İlk kez evime geldiği için heyecanlıydım. Hoş geldin diyerek içeri buyur ettim. Ceketini aldım elinden asmak için, fark ettirmeden parfümünü kokladım, iyi bir kokuydu. Yüzüne baktım, resimlerdeki gibiydi. Defalarca düştüğüm yanılgıdan biri değildi.
 
Yemekten önce bir şeyler içip içmeyeceğini sordum. “Ne var?” diye sordu. Vişne suyu ve kola olduğunu söyledim. Tereddüt etmeden vişne suyu istediğini söyledi. Kararsız değildi, diğer konuklarım gibi “fark etmez”, “sen ne içersen bana da ondan koy” gibi pısırıkça sözler etmiyordu.
 
Ben ufak tefek birkaç işle uğraşırken bana bakıyordu. Birden “gözlerimi senden alamıyorum” dedi. Şaşırdım, kıpkırmızı olmuştum. “Nasıl yani?” deyiverdim birden. Gülümseyerek, “şarkının sözleri, ‘gözlerimi senden alamıyorum’, çok güzel bir parça” dedi. Birden derin bir nefes aldım, aptal gibi hissettim kendimi. “O parça hâlâ çalıyor mu” diye söylenerek masayı hazırladım. Lavaboya gitmek istedi, lambanın yanmadığını hatırlatarak ona lavaboyu gösterdim. On dakikaya yakın içerde kaldığı için ne yaptığını merak ettim. Bir sorun mu var diye seslenerek lavaboya doğru yürürken, birden lavabonun ışığı yandı. Tebessümlü bir sesle “Evet, bir sorun vardı ama giderildi. Şimdi geliyorum” diye cevap verdi. Şaşırdım, küçük şeylerin beni etkilediğini, ayrıntılara önem verdiğimi bilir gibi hareket ediyordu.
 
Geldiğinde masa neredeyse hazırdı. Hafif bir tebessümle bana baktı ve beğendiğini belirtmek için dudaklarını yanağına doğru naifçe çekti. Gömleğinin kollarını hafif geri kıvırarak kaşığı eline aldı. Domates çorbası yapmıştım, bir tasa koyup ikram ettim. Yüzüme baktı ve iki iri koyu gözle, “Domates çorbasını çok severim, güzel bir tesadüf olmuş” dedi. Onore edilmenin şevkiyle “kaşar rendelememi ister misin üzerine?” diye teklifte bulundum. “Evet, bunu çok isterim, tadını her zaman katladığını düşünmüşümdür” diyerek tasını geri uzattı. Dolaptan kaşar peyniri çıkarıp, çorbanın üstüne ince ince rendeledim.
 
Karşılıklı çorbalarımızı içerken birbirimize sorular soruyorduk. Sonrasında odama geçtik ve sohbete devam ettik. İyi yemek yaptığımdan konu yemek kültürüne, evin düzeninden konu yaşam tarzına, televizyonun yanındaki DVD’lerden konu sinemanın en görkemli sahnelerine, dudaklarımın güzelliğinden, eylem gözleri kapalı, elleri saçlarımda ve dudakları dudağımda bir cinselliğe geldi. Dili, eli, yüzü göğsümde savaşırcasına yer değiştiriyordu. Parmak uçlarımı öpüyor, ellerimi elleriyle sıkıca kavrıyor ve şefkatin, hazzın ve heyecanın birbirine karıştığı bir gelgit yaşıyordu. Gözlerinde birbirini kovalayan çocuklar gibi şefkatin, hazzın ve heyecanın gölgeleri geziniyordu. Ve birden omzumu ısırarak orgazm naraları atmaya başladı. Başını omzuma koyup bir saate yakın o şekilde kaldı. Bir yandan terliyor, bir yandan üşüyor, bir yandan da kıpırdamak bile istemiyordum.
 
Sonra kendi elleriyle battaniyeyi üzerimize çekti ve olağanca gücüyle sardı beni. Tanrım, bu nasıl bir teslimiyet… Gözlerimi alamıyorum yüzünden, ellerimi alamıyorum teninden, kokusunu içime çekiyorum o uyurken. O kadar insan bu oyuna dâhil oldu. Peki, neden o bu kadar etkiledi beni? Bu satranç oyununda sadece bir piyon olduğunu bilseydi ne düşünürdü acaba? Belki de umursamazdı bile. Bir orgazmın eşiğinde omzunu ısırdığı bir insandım sadece. Kim bilir bedeninde kimlerin izi var? Saçlarını kim okşamıştır böyle sabaha kadar? Müzik ne de hoş çalıyor hala (Bird York- In I Deep).Gözlerim ağırlaşıyor, tanrım ne güzel bir duygu, sırtını okşayarak ona şarkı mırıldanıyorum. Dipteyim… Sabah kalktığımda ilk kez bu oyunu yapmak bu kadar etkileyecek beni. Göz kapaklarımı gözlerimin üstüne örtüp endişelerimi bir kenara atmaya çalıştım. Birkaç dakika sonra ise uykuya dalmıştım.
 
“Türküm, doğruyum, çalışkanım. İlkem, küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak…” diye bağırarak ant içen yüzlerce çocuğun sesiyle birden uyandım. Yine mi ya, kaldırılsın artık şu saçma uygulama diyerek pencereyi kapattım. Yatağa geri dönecekken birden şaşkınlıkla yatağa baktım. Yoktu… Korkmuştum, kalbim hızlı hızlı atmaya başladı. Koşar adımlarla ayakkabılığın yanına gidip ayakkabılarına baktım. Ne ayakkabısı yerindeydi ne de ceketi. İçimi daha da büyük bir korku kapladı. Bilgisayarıma, cüzdanıma ve sağa sola baktım ama hiçbir şey çalınmamıştı. Nereye gitti? Ya da daha önemli soru, neden gitti?
 
İlk kez böyle bir şey başıma geliyordu. Telefon aklıma geldi ve hemen telefon açmak için telefonumu aramaya başladım. Ranzanın altına düşmüş, hemen aldım ve son arayanlar listesinden numarasını bulup aradım. Telefon çalıyordu, bekliyorum açması için, uzun uzun çalıyor ama hâlâ açan yok. Tam telefonu kapatırken bir ses geldi, ama geç kalmıştı telefonu kapatmıştım artık. Tekrar aradım, bu sefer ilk çalışında açtı. “Alo. Nerdesin, neden gittin?” diyerek seri bir konuşmaya başladım, ama fark ettim ki karşımdaki nefes almaktan başka bir şey yapmıyordu. Sonra konuşmaya başladı, sesi, bu ses…
 
“Merhaba!” dedi, ama cevap veremedim. Bu sesi dünden, değil daha önceden tanıyordum. Telefon’daki sevgilimdi.
 
“Merhaba Serkan,  kim olduğumu söylememe gerek yok. Tanıdığın, sesinin kesilmesinden belli… Söyleyeceğim birçok şey var ama senin gibi benim de nutkum tutuldu. Keşke dilime kilit vurabilsem… Hayat ne tuhaf,  melek olmak gibi bir derdim yok, benim derdim şeytan olmamak demiştin. Hayat insanı öğretiyor insana. Daha kaç kişiyle aldattın beni diye sorasım geliyor, ama gereksiz sorular sormayı sevmem bilirsin. Küfretmek istiyorum sana, ağzımdan tükürükler çıkarcasına bağırmak istiyorum. Muhtemel geçmişte benim de seni aldatmamdan güç alıyorsundur. Yutkunamamak sana özgü değil hayatta. Benim de yutkunamadıklarım var boğazımda. Eğer sen de sıyrılmayı becerirsen nefretinden ve beni defalarca aldatarak intikam alma hırsından vazgeçeceksen seni bekliyorum bizim durakta.  Hava çok soğuk, üstüne kalın bir şeyler al…”
 
Kalbim durmuş gibi hissediyorum. Okkalı bir tokat yedim sanki. Yığılır gibi yatağa oturdum, düşüncelere daldım, her yandan bir ses, eşyalar dile geldi de bana hesap soruyor gibi. Çıldıracak gibiyim, bağırmak istiyorum. Çeşmeye koştum ve yüzüme soğuk su vurdum. Sonrasında üstümü giyip aceleyle dışarı çıktım.
O’na oyun oynamak isterken kendim oyuna gelmiştim. Dün gece hissettiklerim, onun hissettikleri, ya onca konuşma; aman Tanrım, bu nasıl bir oyun. Büyük haksızlık ettim, kendimi çok küçük düşürdüm.
 
Nefes nefese koşuyorum, neler olacağını tahmin bile etmek istemiyorum. Belki yaka paça birbirimize gireceğiz. Belki de bir daha hiç görüşmeyeceğiz bu konuşmadan sonra. İyi ihtimal düşünüp hayal kırıklığına uğramak istemiyorum.
 
İşte orada bekliyor durakta. Bir an cesaretim kırıldı ve durdum. Ama sonrasında silkelenip devam ettim hızlı adımlarla O’na doğru yürümeye. Beni görünce ayağa kalktı ve sahile doğru yürümeye başladı. O’nu takip ettim, sahile varana kadar hiç konuşmadık, birkaç kez nereye gidiyoruz diyecek oldum, dilim dönmedi. Hava gerçekten çok soğuktu, sahile doğru ilerledikçe rüzgâr daha da sertleşiyordu.
 
Sahile geçmek için alt geçide girdi. Alt geçidin içi kapkaranlıktı, korkuyordum. Durdum ve O’nu izledim. Arkasına bile bakmadan ilerledi ve karanlığın içinde kayboldu. Sonra cesaret edip ben de devam ettim ardından yürümeye. O elli metrelik alt geçidi geçene kadar kaç tane senaryo kafamdan geçti ben bile sayamadım. Sonunda alt geçidi geçip sahile ulaşmıştık. Aman Tanrım, o ne büyük dalgalar! Altı yıldır bu şehirdeyim ama denizini ilk kez bu kadar hırçın görüyorum.
 
İkimizin de gözleri denize dalmıştı ve birden kafasını bana çevirdi. Yaklaşmam için bana işaret etti. Yanına doğru birkaç adım attım ve kafamı kaldırıp ona baktım. Bana bakıp konuşmaya başladı;
 
“Dün gece O’nun ile yatarken ne hissettin? Sadece intikam için miydi? Yoksa bu durumdan zevk aldın mı? O’ndan hoşlandın değil mi?”
 
Onca soruya cevap vermek çok güçtü. Ama bir çırpıda ne hissettiğimi söyledim; “Evet, her şey intikam içindi ama O’ndan hoşlandım. Yani beni etkilemişti, yeni tanıştığım birine göre beni mutlu etmesini iyi biliyordu. Ama oyunun bir parçasıydı sadece. Başka bir şey değildi, olmamalıydı”.
 
Gülümsedi ve kolunu omzuma atarak, “Hatırlayalım nasıl biriydi; deri ceketli, taş küpeli, koyu bakışları olan, küçük şeylerden hoşlandığını bilen, pısırık olmayan, Damien Rice dinleyen, sinemayla ilgilenen, domates çorbasını üstünde kaşar ile seven, sevişme tarzıyla ve parfümüyle bu insan kime benziyor hiç düşündün mü?”
 
Şaşkınlıkla arada kekeleyerek konuşmaya başladım; “Daha ne kadar şaşıracağım bilmiyorum. Sana benzemesi de mi bir oyundu? Dün geceden beri nasıl bir kurgunun içindeyim ben. Dehşet içindeyim, neye inanacağımı şaşırmış durumdayım.”
 
Tam bir soru soracak iken konuşmaya devam etti.
 
“Sana öyle birini gönderdim ki her şeyiyle ben olsun istedim. Sana adice gelebilir ama onca gelen giden arasında neden bu kişiden etkilendiğini, neden farklı hissettiğini sor bir kendine. Birbirimizi kandırmaya gerek yok. İntikam için yaşayan bir berberin acısı ve haklılığına sahip olman bir şey değiştirmiyor. Elinde olan ustura tarihin intikam yüzünden kana doyan sayfalarını kutsamaktan başka bir işe yaramıyor. İkimiz de birbirimizi hâlâ seviyoruz işte. Seviştiğimiz kişileri tanrısal bir dokunuşla birbirimize çeviriyoruz. Ben senin yaşamına paralel olan yaşamlarda buluyorum kendimi, sen de benim.”
 
Gözlerim doldu da taştı bile. Bana sarıldı ve devam etti; “Nasıl bir derya içim bilemezsin. Nasıl bir rüzgâr nefretin… Sen nefret ettikçe kabarıyor içim, sen nefret ettikçe kayaları tokatlıyor ellerim. Sıyrılsan nefretinden yakamozlarla taçlanırım, sevsen mavi olur rengim, güneşle yıkanırım. Kıyılarım yüzünün kıvrımları, dalgalarım nefretine canhıraş yakarışlarım…”
 
Başka da bir şey demedi. Öylece denize baktı ve sustu. Başka bir şey demesine de gerek yoktu zaten. Gözlerimize kara sürüp, birbirimize birçok şey için saldırabilirdik. Ama şimdi nefretimizden sıyrılıp kendimizi yakamozlarla taçlandırma vaktiydi…


Etiketler: yaşam
nefret