17/07/2023 | Yazar: Kerem Selçuk

Hikayelerle süslenen ölümler, yaşamla kurulan ayrımcı ilişkiye de işaret ediyor. Zira, ötekinin alanında gerçekleşen ölümlerde geri plandaki hikâye yok sayılıyor. Ötekinin bir ailesi, hobileri, yaşam sloganları yokmuşçasına bir hiçlik kurgusu yaratılıyor.

Yasın politikleşmesi: ACT-UP üzerine bir inceleme Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

Bu yazıda, bir bellek pratiği olarak, 1980’lerde başlayıp, sebep olduğu ölümler uzun süre iktidar tarafından kayıtsızlıkla karşılanmış olan AIDS epidemisi kaynaklı kayıplara yönelik hüznün kamusallaştırılması ve politikleştirmesi adına aktivizm yürüten ACT-UP’ın birkaç çalışmasını inceleyeceğim. “Bu dönemde AIDS’in toplumda algılanışına, diğerlerinin hastalığı olarak marjinalleştirilmesine karşı mücadele eden sanatçılar, aktivizmden beslenen ve yirminci yüzyılın ikinci yarısı sonrasındaki radikal akımların etkisinin de görülebileceği bir alanda üretimlerini vermişlerdi.” (Yıldız, 2011: 398) Öncelikle, bahsi geçen üretimlerin, yasın politize edici gücünü, melankolinin mobilize edici halini anlamak bağlamında masaya yatıracağım. İkinci olarak da kayıp ve yasların alternatif toplumsallığın kuruculuğunda oynadıkları rol bağlamında, yaratıcı bir bellek inşası potansiyeli barındırıp barındırmadıkları sorgusuna girişeceğim. Metin içerisinde tartışılacak ürünler, ACT-UP içerisindeki sanatçı ve aktivistlere ait. 

Butler’a göre “…eşcinsel melankoli, politik dışavuruma çevrilebilecek nitelikte bir öfke içerir. Tam da eşcinsel melankolinin yol açtığı yaygın kültürel riske (gazetelerin “depresyon” olarak genelleştirdikleri şeye) karşı koyabilmek için AIDS’ten ölenlere yönelik hüznün politikleştirilmesi ve kamusallaştırılması söz konusudur.” Butler’ın melankoliye atfettiği bu politik dışavurum potansiyelini ilk olarak adından da anlaşılacağı üzere öfkeli bir topluluk olan Gran Fury üzerinden okuyabiliriz. Öfkeli grup, Nazi Almanya’sında sürgün edilen eşcinselleri damgalamak için kullanılan ters pembe üçgeni düz bir biçimde siyah bir fonun içine yerleştirmiş ve üçgenin altına da silence = death (sessizlik = ölüm) yazmışlardır. 

Sonrasında ACT- UP’ın birçok eyleminde kullanılacak olan bu logo üzerine spekülasyon yapmayı birkaç husustan dolayı kıymetli buluyorum. Birincisi, üçgenin ilk baştaki kullanım amacını tersyüz ediyor ve o anlamın altını boşaltıyor olması. Tıpkı “velev ki ibneyiz” sloganında olduğu gibi. LGBTİ+ları aşağılamak için kullanılan “ibne” kelimesini bir nevi ele geçirmek, bağlamından söküp çıkarmak, kelimenin içini boşaltıyor, gücünü azaltıyor. Gran Fury’nin tasarımında dikkati çeken ikinci konu ise kullandıkları sloganda sessizliğe atfedilen tehlike, bir başka deyişle konuşabilmenin yaşamsallığı. Sessizliğin kırılmasının ne denli elzem olduğunu Butler şu sözlerle anlatıyor: 

“Hüzün konuşulamaz kaldığı sürece, kayıp nedeniyle duyulan hiddet kabul edilemez kalmak suretiyle katmerlenir. Eğer şiddet kamusal olarak yasaklanmışsa, böylesi bir yasaklanmanın melankolik etkileri intihar düzeyine ulaşabilir. Hüzünlenme amaçlı kolektif kurumların doğuşu bu anlamda var kalmak, topluluğu yeniden toparlamak, akrabalıkları yeniden eklemlemek ve sürekli olacak ilişkileri yeniden kurmak konusunda yaşamsaldır.” (2015: 149) 

Butler’ın bu sözleri bir yandan da ACT-UP’ın bir yas topluluğu olarak varlığının ne kadar elzem olduğuna da dikkat çeker nitelikte. 

Slogan üzerinden bellek inşasına dair bir önerme daha getirmeyi deneyeceğim. Sessizliği kırma, yani konuşabilme, beraberliğe, öznelerarasılığa işaret ediyor ve etkileşimci bir kolektif vaat sunuyor. Konuşmayı, duygu paylaşımını, birlikte meşruiyet arayışını içeren bir hali var sessizlik= ölüm sloganının. “Bellek, eylemsellik içerisinde yaratılmalı, inşa edilmeli, üzerine müzakere edilmeli ve yeniden düzenlenmelidir. Kolektif bellek, anlamı inşa eden öznelerin davranışları ve birbirleriyle olan etkileşimleriyle şekillenen canlı bir kavramdır.” (Fine ve Beim, 2007:5) 

Konuya dair ele almak istediğim ikinci örneklem ise topluluğun 1990 senesindeki Venedik Bienali için hazırlamış olduğu The Pope and the Penis (Papa ve Penis) adlı iki ayrı pano. Bu panoları ele alırken tartışmayı öncelikle melankoli ve ahlakçılık ikilisinin nasıl bir arada seyredebileceğine dair bir çerçeve sunarak başlamak niyetindeyim. Psikanalizin temel metinlerindeki melankoli tartışmalarında otoritenin sorgusuz sualsiz özdeşleşme yoluyla nasıl içe alındığını ve kendini mutlak hakikat olarak lanse ederek bene nasıl yapışıp zulmettiğini görürüz. Bu özdeşleşme ve zulüm hali AIDS epidemisi bağlamında düşünüldüğünde, cinsel kimlikler bir hastalık üzerinden yeniden tanımlanıyor ve AIDS, bedenler için kirlilik metaforu üzerinden yansıtılıyor. Kirli olan yani tiksinti yaratan algısının bene eğer varoluşum heteroseksüel olsaydı ve tek eşli, “ahlaklı” bir yaşam sürseydim bunlar başıma gelmezdi gibi bir ahlakçı dayatma yapmış olmasını iddia etmek çok da ihtimal dışı bir çıkarım olmayacaktır. Aynı zamanda bir sanat tarihçisi ve eleştirmen olan dönemin AIDS aktivistlerinden Douglas Crimp’in Mourning and Militancy (1989) adlı çalışmasında bahsettiği bir gözlemi de bu çıkarımı destekler bir nitelikte. Crimp çalışmasında AIDS epidemisi sürecinde bizatihi AIDS’ten etkilenen eşcinsel erkeklerin ahlakçılıktan beslendiği bir melankoli biçimini tartışıyor ve ortaya çıkan melankoliyi dönüştürücü güçten yoksun, psişenin kendine dönük bir ret mekanizması olarak tanımlıyor. Papa ve Penis panosu Crimp’in eleştiri oklarını yönelttiği dönüştürücülükten yoksun melankolinin nasıl politik bir hatta evirilebileceğini örnekler nitelikte. Panoların ilkinde ereksiyon halinde bir penisin üzerinde “Sexism rears its unprotected head” (Cinsiyetçilik korunaksız başını kaldırıyor) ibaresi yer alıyor ki bu noktada grubun dikkat çekmek istedikleri, kondomdan öte, ilaç ve doğru tedavi gibi hususların çok daha elzem olduğu. 

Grubun hazırlamış olduğu ikinci pano, kilisenin AIDS’e karşı geliştirmiş olduğu tutuma bir cevap niteliğinde. Psikanalizin bene hücum edip ele geçirir diye imlediği otorite bu pano bağlamında düşünüldüğünde kilise ve grup bu panodaki metinleriyle otoritenin anlatısında birden fazla gedik açıyor. Grup, metinlerine kilisenin yıllardır insanlara bedenlerinden nefret etmeyi öğrettiği eleştirisi ile başlıyor. Metin aynı zamanda, kilisenin yarattığı iyi ve kötü üzerine kurulan ikili anlatının acıya ve ölüme neden olduğuna işaret ediyor ve kilisenin insanlardan gerçekliği saklayarak onlara acı zerk ettiği vurgusunu yapıyor. Panodaki en çarpıcı nokta grubun ahlak tartışmasına içkin senaryoyu tersine çeviren okumaları. Grubun panolarına bakıldığında ahlakın temiz iğne ve kondomlarda değil, virüsü edinmiş insanlara doğru ilaç ve sağlık politikalarının temin edilmesi olduğu fikrini görüyoruz. Böylesi bir pencereden bakıldığında panolar melankolinin dönüştürücü gücünü sergilemekle kalmayıp, bellek inşasına dair de önemli ipuçları sunuyor. Toplumun büyük bir kesimine hitap eden kilisenin ahlakçılık anlatısı eğilip bükülüyor. İktidarın kurguladığı kapalı anlatının kapıları ifşa edilmek üzere deyim yerindeyse kırılıyor. 

Dönemin Amerikan başkanı Ronald Reagan, AIDS epidemisine ilişkin kamuya ilk konuşmasını 31 Mayıs 1987’de yaptığında, Amerika’da yirmi binden fazla insan hayatını yitirmişti. Bir başka deyişle gerçeklik kamuyla paylaşıldığında, o ana dek kayıpların ne denli bir kindarlık ve tasasızlıkla karşılandığı gözler önüne serilmişti. Demek ki AIDS ölümleri insan olan mefhumunun ötesinde kurulmuş bir “gerçek dışılık” alanında deneyimleniyordu baskın anlatıda. Butler, yası tutulamayan bu bedenler için “… tuhaf bir biçimde canlı kalırlar ve dolayısıyla tekrar (ve tekrar) yadsınmaları gerekir.” (2018: 48) der. Butler’a göre bu bedenlerin yası tutulamaz “…çünkü zaten hep kayıptırlar, ya da daha ziyade hiç olmamışlardır ve öldürülmelidirler, çünkü ölülük halinde inatla yaşamayı sürdürüyor gibidirler… tükenmeksizin hayaletsi… (48) 

Butler’ın bahsettiği bu inatla varoluş ve tükenmek bilmeyen hal üzerinden bir politik hat çizilebileceğini iddia edeceğim ve iddiayı tartışmak adına bir başka sanatçının AIDS aktivizmi adına sergilediği bir ürünü örnek olarak sunmayı deneyeceğim. Felix Gonzalez Torres AIDS’ten dolayı hayatını kaybeden partneri Ross’un ardından çift kişilik yataklarının boş ve dağınık halini fotoğraflayıp bu fotoğrafı 1991 yılında New York’un reklam panolarında sergilemiştir. 

Fotoğraf, Butler’ın bir iktidar stratejisi olarak belirttiği ötekini “hayaletsi” olarak sunma haline bir karşı çıkış niteliğinde. Baskın anlatının kapalı kapılar ardına gizlenmeye zorladığı ve kamusal alanda gerçekdışılaştırdığı, asla mümkün olmayacak bir aşkın, varlığını gözler önüne sermesi hem eşcinselliği olanak dışı olarak sunan zorunlu heteroseksüellik anlatısına karşı çıkıyor hem de Butler’ın bahsettiği inatçı bir biçimde varoluşa ve sönümlenmeyen hale gönderim yapıyor. Fotoğrafın bu bağlamdaki başarısının AIDS gerçekliğini sadece karamsar bir tabloyla hastane odalarında resmedilemeyeceği, gündelik hayatın tam da içinde olduğunu vurgulamasından geldiğini düşünüyorum. Fotoğrafta meseleyi kamusallaştırmak adına bir “heryerdelik” vurgusu mevcut. AIDS’le yaşayanlar ve yakınları mağdurlar değil hayatın içinden sıradan insanlar mesajı veriyor. “İnsanlar AIDS’i düşündüklerinde, hastane yatakları, ilaçlar, iğneler ve bu tür imajlar geliyor akıllarına. AIDS’i anlamak için hastane yatağında ölen birisinin fotoğrafını görmek gerekmiyor.” (Spector, 1995: 166, akt. Yıldız, 2011: 401) Fotoğraf, yası belirli sınırlar içerisinden çıkarmak suretiyle kamusallığa yaptığı bu çağrısıyla bir siyasal dönüştürücülük potansiyeli barındırıyor. Boş yatak, sadece kayıpları anmakla kalmıyor, geri de kalanlara da bir harekete geçme çağrısında bulunuyor. Bu bağlamda, yasın özelleştirilmiş çehresini değiştiren ve kolektif bir boyut çağrısı yapan bir niteliğe de var. Kederin yalıtılmış bir kıyıya bizleri sürüklediği iddiasına, Butler siyasetten uzaklaşma tehlikesini öne sürerek şu sözleriyle karşı çıkıyor: 

“Bir düzeyde seni kaybettiğimi düşünürken beklenmedik bir şekilde benim de kaybolduğumu keşfederim… yas girift türden bir siyasi cemaat anlayışı temin eder ve bunu her şeyden önce temel bağımlılığı ve etik sorumluluğu kuramsallaştırmak açısından içerimleri olan ilişkisel bağları öne çıkararak yapar. Eğer kaderim başlangıçta ya da nihai olarak seninkinden ayrılamaz durumdaysa, bizi boydan boya kat eden bir ilişkisellik söz konusudur.” (2018: 38) 

Bahsettiği bu ilişkisellik Butler’a göre “…zaten daha baştan teslim edilmişliğiz, kendimizin ötesinde oluşumuz, bizim olmayan yaşamlara bulaşmışlığımız.” (43) Felix Gonzalez Torres’in yine yaşamını kaybeden partnerine adadığı işlerinden bir tanesi de 1991 yılındaki sergisinde, mekânın bir köşesine yerleştirdiği Portrait of Ross in LA. (Ross’un Los Angeles’taki Portresi) 

Torres’in ortalama bir yetişkinin ağırlığına denk gelen şekerleri bir araya getirerek hazırladığı bu kurgu şu şekilde: İzleyiciler teker teker şekerleri alıp yiyor ve yedikleri her şekerde Ross’u kendi bedenlerine katarak yasa ortak oluyor. Aynı zamanda, alınan her şekerle birlikte, yığın daha da azalıyor ve şekerler bittiğinde yok oluyor. Tıpkı AIDS’le yaşayan bir bedenin zamanla zayıflayıp yok olması gibi. Torres’in bu eseri, yukarıda Butler’ın bahsettiği birbirimizin yaşamına bulaşmışlık haline bir örnek olmasının yanı sıra, bir yandan da iştirakçilere (bystander) bir yüzleşme çağrısı niteliğinde. Seyirciler, yaşanan kayıplar karşısında kayıtsız kalan ve ayrımcı nefret söylemleriyle eşcinselleri ve AIDS’le yaşayanları hedef gösteren fail (perpetrator) konumunda değiller. Fakat yine de bedenlerine katılıp giden şekerler, onların suça zorunlu iştiraklerine işaret ediyor. Bu bağlamda da toplumsallığa bir dikkat çekiş söz konusu. 

Torres’in bu eserini de yaratıcı bir bellek inşası üzerinden okumak mümkün. Alışılmışın dışında, yok olup giden bir eser tasarlayarak hem toplumun ilişkisel bağlarını öne çıkarmış hem de toplumsal hesaplaşmanın temel taşlarından biri olan iştirakçileri sahneye davet etmiş gibi gözüküyor. Portrenin yaratıcılığı bunula da sınırlı değil. Şekerler aynı zamanda hazzı simgeliyor. Sanki haz almak yok olmayla eşdeğermiş gibi tanıdık bir anlatıyı hatırlatıyor portre. Bu özelliğiyle de iktidarın hazla acıyı aynı potada eriterek sunan anlatısına bir eleştiri niteliğinde. 

AIDS epidemisinin dünyadaki en görünür anıtı ise NAMES Project AIDS Memorial Quilt. Fikri ilk geliştiren aktivist Cleve Jones, hayatını AIDS yüzünden kaybeden arkadaşı Marvin Feldman adına 1987’de gerçek mezar boyutlarına yakın bir kumaştan bir panel yorgan olarak üretiyor. Jones’un ürettiği fikir şu: AIDS yüzünden yaşamını yitirmiş her bir kişi için geride kalan sevenleri, ölen kişiye adanan paneli onun ismiyle, fotoğraflarıyla ve notlarla dolduruyor ve böylece ölenin bir hikayesi olmuş olduğu kamuya hatırlatılıyor. Hızla yayılan bu fikir, ilk defa 1920 panel eşliğinde Washington National Mall’da sergileniyor ve günümüzde hayatını AIDS yüzünden kaybetmiş 92000’den fazla insan için üretilmiş dünyadaki en büyük topluluk sanatı projesi. 

Butler’a (2018) göre kimin yası hak ettiğini belirleyen bir hikâye sarmalı vardır ölüm ilanlarında. Bu hikâyeler, kimi kayıpları meşru kılar. Butler ölüm ilanları üzerine yaptığı analizde, meşrulaştırılan hikâyelerde bahsi geçenlerin insanlaştırılarak sunulduğunu söylüyor. Butler’ın insanlaştırmadan kastı ise, bu hikayelerin genellikle evli ya da evlenmek üzere olan, heteroseksüel, mutlu, tekeşli vb. özellikler taşıyan “makbul” vatandaşların hikâyeleri olduğu. Hikayelerle süslenen ölümler, yaşamla kurulan ayrımcı ilişkiye de işaret ediyor. Zira, ötekinin alanında gerçekleşen ölümlerde geri plandaki hikâye yok sayılıyor. Ötekinin bir ailesi, hobileri, yaşam sloganları yokmuşçasına bir hiçlik kurgusu yaratılıyor. The Names Project AIDS Memorial Quilt’in hüznün politikleştirilmesi ve kamusallaştırılması adına yaptığı katkı tam da böyle bir hattan devreye girmiş olabilir. AIDS yüzünden yaşamını yitirmiş insanların sevenleri tarafından fotoğraflarla, isimleriyle, hatıralarıyla hazırlanan yorgan paneller, AIDS yüzünden hayatını kaybedenlerin bir hayat anlatısının, sevdiklerinin ve en önemli bir hikâyesi olduğunun göstergesi. 

Fikrin sahibi Jones (2016) When We Rise: My Life in the Movement adlı kitabında, zihninde bu proje ilk oluştuğunda ailelerin kumaşları dikip biçerken kayıplarına dair hikayeleri birbirlerine anlatmalarının, günden güne travmatize olan bir topluluğa sağaltıcı bir etki yapacağını umduğunu söylüyor. Dahası bu anlatılan ve panellere aktarılan hikâyelerin, medya tarafından sunulmasının istatistiklerin ardına gizlenmiş insaniyeti yeniden ortaya çıkarabilmek için bir araç olduğundan bahsediyor. Medya aracılığıyla yayılan bu hikâyeler eşliğinde, AIDS yüzünden yaşamını yitirenler bir nebze de olsa gerçeklik alanına dönmüş oluyor. 

ACT-UP’ın yaptığı faaliyetler ve üretimleri tabii ki de bu metinde tartışılan beş ürünle sınırlı değil. Ancak bu beş ürün bile yası ve melankoliyi kırmanın, onların devrimci potansiyellerini yoklamanın nasıl yaratıcı bir bellek inşasına denk düştüğünü gösterir nitelikte. Yıldız (2011) dönemin sanatını “devlet eliyle oluşturulmuş resmi tarihin karşısına imaj, metin ve nesnelerden oluşan kendi otantik tarihini kurma ve sunma girişimi” (406) olarak nitelendiriyor. Bu tanım da bizlere belleğin iktidarların yazdığı monolitik tarih anlatısı karşısında kendi yaratıcı yöntemleriyle direnme ve tekçil anlatıyı dağıtma potansiyelini hatırlatıyor. 

Son olarak, bu yazıdaki niyetimin ardı arkası kesilmeyen AIDS ölümlerini ve yarattıkları tahribatı, travmaları azımsamak olmadığını hatırlatmakta fayda görüyorum. Ancak yas, melankoli ve bellek meselelerini böylesi bir hattan kurcalamak bizlere günümüze dair ipuçları sunabilir diye umut ediyorum. İhtiyacımız olan, tüm bu kaosa ve karanlığına rağmen sanat ve aktivizmle iç içe geçip filizlenen, yasın ve melankolinin ötesinde daha yaratıcı bir bellek inşasıdır belki de.

Kaynakça:

Butler, J. (2015). İktidarın psişik yaşamı: tabiyet üzerine teoriler. (F. Tütüncü, Çev.) İstanbul:

Ayrıntı Yayınları.

Butler, J. (2018). Kırılgan Hayat. (B. Ertürk, Çev.) İstanbul: Metis Yayınları.

Douglas, C. (1989). Mourning and Militancy. The MIT Press, 51, 3-18

Fine, G. A. and Beim, A. (2007). “Introduction: Interactionist Approaches to Collective Memory”. Symbolic Interaction, 30(1), 1-5.

Jones, C. (2016) When We Rise: My Life in the Movement. New York: Hachette Books

Misztal, B. Theories of Social Remembering. Berkshire: Open University Press, 2003. 50-74.

Yıldız, E. (2011) “Queer ve Sessizliğin Reddi”. Cogito, 65-66. 395-408

Kaos GL Dergisine ulaşın

Bu yazı ilk olarak Kaos GL Dergisinin Tahayyül dosya konulu 188. sayısında yayınlanmıştır. Dergiye kitapçılardan veya Notebene Yayınları’nın sitesinden ulaşabilirsiniz. Online aboneler dergi sitesinden dergiyi okuyabilir.

*KaosGL.org Gökkuşağı Forumu’nda yayınlanan yazı ve çizimlerden yazarları ve çizerleri sorumludur. Yazının ya da çizginin KaosGL.org’ta yayınlanmış olması köşe yazılarındaki veya çizimlerdeki görüşlerin KaosGL.org’un görüşlerini yansıttığı anlamına gelmemektedir.


Etiketler: kültür sanat, sağlık, tarihimizden, hiv
İstihdam