29/04/2009 | Yazar: Lale Düşnar

Beş yıldır sesi çıkmıyordu Ali Özgentürk’ün. Senaryosunu yazıp yönettiği, aynı zamanda da yapımcısı olduğu ‘Yengeç Oyunu’ gösterime girdi.

Beş yıldır sesi çıkmıyordu Ali Özgentürk’ün. Senaryosunu yazıp yönettiği, aynı zamanda da yapımcısı olduğu ‘Yengeç Oyunu’ gösterime girdi. Filmin başrollerinde Ayça İnci, Ayşe Kökçü (Sarıkaya), Özcan Varaylı var. Ve onlara adları duyulmamış genç oyuncular eşlik ediyor; Melda Yılmaz, Ensar Kılıç, Sevgi Onat, Devrim Özder Akın, Burcu Tutkun Oruç, Pelin Acar… Eskişehir Şehir Tiyatrosu ve Anadolu Üniversitesi öğrencileri. Çok sevimliler. Filmin ‘ilk’ olma özelliği de var: Bir internet sitesinde yapılan anket sonucunda belirlenmiş adı. Yengeç Oyunu, bir Eskişehir filmi. Çekimlerin büyük bölümü Anadolu Üniversitesi’nde ve şehrin çeşitli yerlerinde gerçekleştirilmiş. Hatta galası da Eskişehir’de yapılmış. 

Asya (Ayça İnci), İstanbul’u terk edip küçük kızıyla birlikte memleketi Eskişehir’e geliyor; doçentlik yapacağı yeni üniversitesinde, hayatında yeni bir sayfa açmak üzere. İş dışında kalan zamanları, Çin’de çalışan kocasını uzun zamandır göremediği için mutsuz olan ablası, aileyi bir arada tutmaya çalışan tren kondüktörü annesi ve hep gönlü kırık kız kardeşi Songül ile geçiyor. Asya’nın yeni hayatı, öğrencileriyle birlikte başladığı, önceleri sıradan görünen bir araştırma ile bambaşka bir yöne doğru akmaya başlıyor. Tabii öğrencilerinki de...
 
Film, Osmanlı döneminde işlenmiş bir cinayet vakası üzerine kurulu; mahkeme kayıtlarını incelerken çıkıyor öğrencilerin karşısına. Bir zamanlar Eskişehir’de, kabadayı Yengeç Salih, Nuriye adında yalnız yaşayan bir ebeyi, gece geç vakitte evine döndüğü sırada fahişe olduğu gerekçesiyle öldürüyor. Ama beraat ediyor, çünkü ‘cinayeti, mahallenin namusunu kurtarmak için işliyor!’. Bu mantığa ve haksızlığa karşı çıkan öğrenciler, gerçeği aramaya karar veriyorlar.
 
Ama işler hiç de umdukları gibi gitmiyor. Araştırma, bazı ‘önemli şahsiyetleri’ rahatsız ediyor. Arşivlere ulaşmak bile ciddi bir soruna dönüşüyor. Belgeler gizleniyor, çalınıyor, Asya tehdit telefonları almaya başlıyor, hatta takip ediliyor. Öğrencilerden Zeynep bu araştırma nedeniyle babası ile çatışmak zorunda kalıyor ama vazgeçmiyor, okuldan alınma ve istemediği biriyle evlendirilme tehditlerine rağmen. Sadece gerçeğin ve adaletin peşinde olan bu insanlar, hiç beklemedikleri sıkıntılar içinde ama azimle yollarına devam ediyorlar.
 
Bu çaba Asya için de kendi gerçeğinden, geçmişinden kaçışa dönüşüyor. Uzaklardaki kocasına her gün e-mail yazarak hiç kimseyle paylaşamadığı acılarını, özlemini, yalnızlığını anlatıyor. Asistanı Hasan ise Asya’ya âşık, etrafında pervane. Ama Asya’nın kocasından başkasını gözü görmüyor, hayatında yeni bir erkeğe de yer yok. Kayınvalidesinin tek derdi ise torununu görebilmek. Asya’nın neden babaannesini torunundan uzak tutmaya çalıştığını, ona beslediği düşmanlığı ve kocası ile ilgili gizemi çok sonra öğreniyoruz. 
 
Birbirlerine sımsıkı sarılan dört kadının sıcak ilişkileri ne yazık ki bozuluyor; Songül son sevgilisinden hamile kalınca. Annesinin bütün baskılarına ve ‘gayrı meşru’ bir çocuğa karşı çıkmasına rağmen Songül, bebeğinin babası çekip gitse de doğurmaktan kesinlikle vazgeçmiyor. Annesine muhalefet eden Asya ise kardeşinin yanında tavır alıyor. 
 
Yengeç Oyunu, feminist bir film. Erkek egemen düzenin bütün ‘numaraları’ sırayla geçiyor önümüzden; yüzyıllardır ‘Namus’ diye diye işlenen cinayetler, kadın öldürülmüşse ‘fingirdektir, hak etmiştir’ zihniyeti, kızının hayatı konusunda tek söz sahibinin kendisi olduğunu sanan bir baba, her genç kızın rüyasının bir an önce evlenmek olduğunu düşünen kafalar, kadınlara kendi bebeklerini doğurma özgürlüğü bile tanımayanlar, kadın cinselliğini sömürmekte hiçbir sakınca görmeyenler... Kadının toplumun değişik kesimlerindeki yerini-sorumluluklarını, uğradığı haksızlıkları, her şeye rağmen ayaklarının üstünde durma çabasını ve adalet sistemini sorgulayışını dillendiren bir filmin kadın kahramanlar etrafında örülmesi elbette kaçınılmaz. Ama Yengeç Oyunu sadece kadın sorunlarından bahseden bir film değil; toplumsal çifte standart/ikiyüzlülük ve politik yengeç oyunlarından iktidara, hatta içkili araç kullanmanın sakıncalarına dek pek çok aktüel sorunu ele alıyor.
 
Filme yönelik eleştiriler arasında, içerik boşluğu, teknik yönden yetersizlik, diyalogların naif ya da didaktik oluşu, öğrencilerin çektiği amatör filmlerden farksızlığı ve Ali Özgentürk ismine yakışmadığı için hayal kırıklığı yarattığı gibi unsurlar var.  

Evet, Yengeç Oyunu gösterişsiz bir film. Çok ‘normal’, hatta sıradan, basit. Görsel hiçbir çarpıcılığı da yok. Toplumsal sorunlara dair temel vurguların, ‘hap bilgiler’ şeklinde verildiği de doğru. Niyeyse filmlerin ille de bir avuç entelektüele hitap etmesi gerektiği noktasından bakanlar var. Ya da her filmin çok ayrıksı bir sanat eseri olması gerektiğine inananlar... Derdimizi anlatmak ve mesajımızı iletmek için mutlaka cafcaflı cümleler ya da yüksek algıyı tetikleyen yapılar kurulması gerekmiyor bana göre. Önemli olan hangi yaraya parmak bastığımız. Hatta kitlelere ulaşmak için olabildiğince sade olmalı belki de dil.
 
Zaten Özgentürk’ün sinema anlayışı gerçeklerin gözler önüne serilmesi üzerine kurulu hep. Dolayısıyla filmin ‘normal’ oluşunda yadırganacak bir şey yok.
 
Mesajı görsel zenginliğe tercih eden, sanatı daha ziyade araç olarak görenler açısından filmin sıradan teknik özellikleri ve şekli üzerinde durmak için de bir neden yok... Hele de feminizmi önemseyenlerin ilgiyle izleyeceği bir film Yengeç Oyunu. Üstelik hiç yormadan, bekletmeden; eski filmlerde olduğu gibi. Özgentürk artık köşesine çekilsin diyenler olabilir, ama bencileyin iddiasız filmleri sevenler de var. Üstelik gençliğin gerçeği bulma çırpınışı ve dik duruşunu görmek iyi geliyor insana. Elbette görkemli sanatsal ürünlerin bambaşka bir keyfi var, ancak Ali Özgentürk, bu tür filmleri özlediğimi de hatırlattı bana, yani ferahlığı, ağlamadan direnmeyi... Zaten kendisi de söylüyor açıkça: ‘Türkiye'de herkes büyüklük peşinde ama ben küçük bir film yaptım".
 
***
 
Ali Özgentürk, İstanbul Üniversitesi felsefe ve sosyoloji mezunu. Çocukken Adana Devlet tiyatrosunda başlayan oyunculuğu İstanbul'da profesyonel tiyatrolarda 1971’e kadar devam etmiş. Türkiye'nin ilk sokak tiyatrosunu 1968 yılında kurmuş. Sinemaya kamera asistanı olarak başlamış, Yılmaz Güney ve Atıf Yılmaz gibi yönetmenlerle çalışmış. İlk belgeseli "Ankara Yürüyüşü", üniversite öğrencilerinin eğitim yasasını protesto için İstanbul'dan Ankara'ya yaptığı yürüyüşün belgeseli. 80'li yıllarda sosyal sorunları irdelediği filmlerle adını duyuran ve Türk sinema tarihinin bol ödüllü, unutulmaz filmlerine imza atan biri Ali Özgentürk: Hazal (1979, ilk uzun metrajlı filmi), At (1981), Bekçi (1985, Venedik Film festivaline kabul edilen ilk Türk filmi), Su da Yanar (1987), Çıplak (1993), Mektup (1997) gibi... Son dönem filmleri ise, Balalayka (2000) ve Kalbin Zamanı (2004). Efsaneye dönüşen ‘Selvi Boylum Al Yazmalım’ın senaristi de Özgentürk. 


Etiketler: kültür sanat
İstihdam