13/09/2010 | Yazar: Yıldırım Türker

Marx uyarmıştı: 

Marx uyarmıştı: 
“Bütün ölmüş kuşakların geleneği, büyük bir ağırlıkla, yaşayanların beyinleri üzerine çöker. Ve onlar kendilerini ve şeyleri, bir başka biçime dönüştürmekle, tamamıyla yepyeni bir şey yaratmakla uğraşır göründüklerinde bile, özellikle bu devrimci bunalım çağlarında, korku ile geçmişteki ruhları kafalarında canlandırırlar, tarihin yeni sahnesinde o saygıdeğer eğreti kılıkla ve başkasından alınma ağızla ortaya çıkmak üzere, onların adlarını, sloganlarını, kılıklarını alırlar....Yeni bir dil öğrenmeye başlayan kişi, onu hep kendi anadiline çevirir durur. Ama ancak kendi anadilini anımsamadan bu yeni dili kullanmayı başardığı ve hatta kendi dilini tümden unutabildiği zaman o yeni dilin özünü, ruhunu özümseyebilir.”  

Fransız devriminin, kendine bir dil olarak Romalı giysileri içinde Romalı hamaset kalıplarını benimseyişini örnek olarak gösteriyordu. Cromwell ve İngiliz halkının da kendi burjuva devrimlerine gerekli dili, tutkuları ve hayalleri Tevrat’tan ödünç almış olduklarından dem vuruyordu. 

Değişim, dönüşümün şart kıldığı devrimci ruhu bulabilmek için geçmiş hayaletlerin elinden tutmak, gerekli cesareti geçmişin savaş meydanlarından devşirmek insanın en anlaşılır özelliklerinden biri. Toplumların, büyük sıçramaların eşiğinde geçmiş zaferlerin şefkatine sığınması, kolektif belleğine kayıtlı o duyguyu kışkırtması elbette gerçek dönüşüme direnen, sorunlu bir alan da yaratıyor. Eğreti kılık ve başkalarının ağzı ile yeni bir dil öğrenmek gerçekten imkânsız. 

Marx’ın işaret ettiği bu derdin üstüne gidecek olursak şu bayram günü otoritenin, toplumsal örgütlenmenin, toplumca kendimizi kıstırmış olduğumuz açmazın okumasını yapabiliriz gibi geliyor bana.  

Düşmanlık üretmeden, birbirimizin üstüne yumurta, boya, bin bir çeşit hakaret, tehdit, şantaj savurmadan bir adım atmayı beceremiyoruz işte. 
Kan alan, can alan, işgalci dil, kavruk hayatımızın sıvası hâlâ. 
Kahramanlık, cengâver erkeklik, karşı taraftakini zorbalıkla sindirmenin yordamıyla demokrasi peşindeyiz. Demokrasiden anladığımız da kendi dilimize tercüme etmiş olduğumuz bir savaş alanı. 

Tercüme meselesi, hayatımızın her anını işgal etmiş. Karşımızdakini, yanımızdakini, uzağımızdakini, kurdu kuşu, havayı suyu, taşı toprağı, dünyayı kendi dilimize tercüme ederken yitip gidenler üstüne yazıklanmayla geçer hayat. Anladığımızı sandığımızı hazmedememiş; beğendiğimizi sandığımızı sevememiş olduğumuzu fark ettiğimizde. Karşımızdakinin savunmasını tehdit sanmış, uzattığı eli yumruk, getirdiği çiçeği lanet sanmış olduğumuzu. 

Kişisel dramlar yanlış tercümeden doğar. Yaralarımızla okur, yaralarımızla 
dinleriz. Kendimizi ne kadar sağaltmış olduğumuzu sansak da çocukluğumuzdan beri incinmiş her anlam, belki biraz güdük ya da aksine şiş kalacaktır. Diyelim vicdan kelimesi herkesin ufkunda farklı bir hacim kaplar; kimileri adaleti ceza, eşitliği ‘fifti fifticilik’ sanar. Bu yüzden kimi sevgiyi tepinerek ister, kiminin istediği fark edilmez; kiminin sevecek yerleri 
çoktan iğdiş edilmiştir, kimi bir aferine kaç takla atar. Kimi karşısındakinden korktukça korkutur, sonunda en korktuğu şeyi yapar. Kiminin bilmeden yarasını okşarsın, canı yanar, ısırır. 

Hız, tercüme hatalarını besler, nasılsa ‘ah kimsenin vakti yok, durup ince şeyleri anlamaya’... 

Marx, haklıydı. ‘Yeni bir dil öğrenmeye başlayan kişi, onu hep kendi anadiline çevirir durur.’ 
Demokrasi denen o yabancı dili özümseyebilmek için zorbalığın, güce tapmanın, ezik böbürlenmelerin lehçesiyle kirlenmiş anadilimizi unutmak zorundayız. Demokrasinin Türkçe mealinden bize hayır yok.


Etiketler: yaşam, siyaset
İstihdam