22/08/2009 | Yazar: Yıldırım Türker

İlk gençliğimde hep yanı başımda oldu. Bu dünyayla âşık dalaşına girmiş bir yabancıydı.

İlk gençliğimde hep yanı başımda oldu. Bu dünyayla âşık dalaşına girmiş bir yabancıydı. Bana duygularımı adlandırabileceğim, onlarla birlikte yaşamanın yordamını oluşturabileceğim bir dil hediye etti.

Sonsuz şefkati, derin merhameti, vicdanın dinmeyen sızısını en iz bırakacak halleriyle onun kitaplarında okudum.

James Baldwin, yazdığı her satırıyla çok yakınım, kıymetlim, ailemden biri oldu.
Kimlik meselesinin en dolambaçlı yollarında bana ışık tuttu.

‘Amerika’yı terk ettim; oradaki ‘renk’ sorununun şiddetine dayanabilme gücümden emin değildim. (Hâlâ da tam olarak değilim) sadece bir zenci, hatta dahası, sadece bir zenci yazar olmaktan kaçınmak istiyordum. Yaşam deneyimimin ‘hususiyeti’ beni diğer insanlardan koparacağına nasıl onlarla birleştirir, kaynaştırır diye düşünüyor, bunun yollarını araştırıyordum. (Zencilerden de beyazlardan olduğum kadar kopuktum. Bir zencinin beyazların kendi hakkında dediklerine inceden inanmaya başladığında başına gelen de budur zaten).

Kendi deneyimimi, diğer insanlarınkiyle; zencilerin, beyazların, yazarların ve yazar olmayanların deneyimleriyle bağdaştırma, bir ilişki kurma ihtiyacındayken, şaşkınlık içinde herhangi bir Teksaslı er kadar Amerikalı olduğumu fark ettim. Yaşam deneyimimin Paris’te tanıdığım bütün Amerikalı yazarlar tarafından paylaşıldığının farkına vardım. Onlar da benim gibi köklerinden kopmuşlardı ve artık onların köklerinin Avrupa’da, benimkilerinse Afrika’da olması çok şey fark ettirmiyordu. Onlar da Avrupa’da, kendilerini ancak benim kadar yuvalarında hissediyorlardı. Avrupa topraklarında karşı karşıya geldiğimizde, benim bir kölenin oğlu, onlarınsa birer özgür adamın oğlu olmaları, her birimizin, kendi müstakil kimliği peşinde olduğu gerçeğinden daha az anlam taşımaya başlamıştı. Bunu kavradığımızda birbirimize, bizi bunca zamandır ayrı yeden utancımıza ve acılarımıza hâlâ niye tutunalım diye sorar gibiydik.

Avrupa’da birbirimizi hiçbir Avrupalının tanıyamayacağı kadar iyi tanıdığımız müthiş bir açıklık kazandı. Babalarımız nerede doğmuş ve ne acılardan geçmiş olursa olsun, bizleri biçimleyen, kimliğimizin ve mirasımızın bir parçası olan Avrupa’ydı.
Bunları anladığımda iki yıldır Paris’te yaşıyordum. Bütün dayanaklarının ayaklarının altından çekiliverdiğini hisseden birçok yazar gibi bir tür yıkıma sürüklendim ve kendimi İsviçre’nin dağlarında buldum. Orada, o su mermeri berraklığındaki gökyüzünün altında iki Bessie Smith plağı ve bir daktiloyla silahlanmış olarak oturup ilk olarak bir çocukken
tanıştığım ve yıllarımı ondan kaçarak geçirdiğim hayatımı yeniden yaratma uğraşına bilendim.’

Baldwin’in tüm yazısını biçimlendiren, gerçekten de o mermer berraklığı, o Bessie Smith şarkılarıdır. Blues’ların, gospel’lerin nabzı, onun satırlarında atandır. Amerikalı olmayı, siyah olmayı, eşcinsel olmayı, dünyalı olmayı didikleyen o yerli oğul, ardında can acıtıcı sahicilikte bir yabanlık güncesi bıraktı. Onun yabancısı içedönük, yabanlığından tat alan, ondan kendine üstünlük biçen bir yabancı değildi.

O, ilişki kurmaya çabalayan; birbirine sarılırken içlerinden ağlamak gelen koca çocukların müthiş ve korkulu aşklarını yaşayan; bir kimlik peşinde oradan oraya sürüklenen; hülyalı başını itilip kakılan kötü çocukların omuzlarında dinlendiren; durmadan, ölümüne sorular soran; her kovulduğu yerde gospellerden birkaç dize, gözyaşı ve aşk bırakan bir yabancıydı.

Hey Kara Yabancı! Dön gel, burada söyle o öteki ülkeyi.
 

Etiketler: kültür sanat
nefret