27/09/2010 | Yazar: KAOS GL

Aysel KAYAOĞLU*


Aysel KAYAOĞLU*

Giriş
Ana akım sosyal psikolojide, önyargı, kabaca, “bir gruba ya da onun üyelerine yönelik antipati” olarak anlaşılmaktadır. Nereden kaynaklandığı konusunda yaklaşımlar farklı da olsa, önyargı genellikle bir sosyal gruba yönelik tutum olarak görülür. Bu nedenle, önyargı perspektifinden bakmak, yoksulluğu bir sosyal kategori olarak sınıfla birlikte düşünmeyi gerektirir. Sosyal sınıf, “ırk”, “toplumsal cinsiyet” gibi diğer sosyal kategorilere oranla önyargı çerçevesinde çok az çalışılmış bir konudur (Ostrove & Cole, 2003). Bu sorunu bir yana koysak bile, önyargı açısından yoksulluğa bakmak, önyargı kavramlaştırmasının doğası gereği, yoksulluğu bir “süreç” değil, bir “durum” olarak görmeyi gerektirir; çoğu zaman bu, yoksulluğun “deneyimsel bileşenleri”ne (Lott ve Bullock, 2001) odaklanmak demektir. Gerçekten de bugün dünyanın pek çok yerinde yapılmış yoksulluk çalışmaları (örneğin dünyanın çok çeşitli yerlerine ilişkin yapılmış bir çalışma için bkz. Narayan & Petesch, 2002; ayrıca Türkiye için bkz. Erdoğan, 2002; Özuğurlu, 2005), yoksulların nasıl bir aşağılanma içinde yaşadıklarını bize açıkça göstermektedir. Yoksullar, pek çok toplumda, kendilerini “tembel”, “hayvani”, “değersiz”, “tehlikeli”, “pis”, “hastalıklı” gören bakışların altında yaşamak zorundadırlar. Yoksulları aşağılayan, suçlayan ve toplumun geri kalanından ayıran bu kültürel/ideolojik temsillerin (ya da teknik deyimle kalıpyargıların), yoksullar tarafından nasıl alımlandığını anlamak (Erdoğan, 2002), bu koşullar altında, yoksulların kendilik saygılarına ne olduğunu (Sennet & Cobb, 1973) sormak hem kendi başına değerli ama hem de bu yazının amacı açısından, yoksulluğun önyargıyla ilişkili bir sorun olduğunu ortaya koyar niteliktedir. Ancak buna rağmen, yoksulların yoksulluğu nasıl deneyimlediğini, bunu hangi çerçevelerde ve nasıl anlamlandırdıklarına bakmak, onları “önyargı kurbanları” olarak görmeyi gerektirmez ya da gerektirmemelidir. Yoksulluk deneyimlerine klasik önyargı perspektifinden bakmak, yoksulluğu maddi ve psikolojik sefalet biçiminde, birbiriyle ilişkisi kuramsal olarak dahi kurulmayan bir ikilik olarak anlamaya götürebilir. Fenomenolojik olarak, yoksulların hem maddi sefaletle boğuştuğunu (yiyecek, barınma, sağlık sorunları vb.) hem de “aşağıda” olmanın getirdiği “ağırlığı” yaşadıklarını söylemede bir beis yoksa da, analitik olarak ikisi arasındaki bağlantısızlığın, çok kolaylıkla yoksulluğu “psikolojikleştirme”ye hizmet edeceği ileri sürülebilir. Bu bağlamda “psikolojikleştirme”, sözkonusu olguyu tarih dışı ve apolitik bir biçimde ele almak anlamına gelir.
 
Elbette yoksulluğun nasıl deneyimlendiğini çalışmak, başta yoksulların, yaşadıkları toplumdaki sınıfsal hiyerarşiyi nasıl anlamlandırdıklarını görmek üzere pek çok açıdan değerlidir. Ancak, tarih dışı bir biçimde ele alındıklarında, bu deneyimlerin bize söyleyeceği fazla bir şey olamaz. Bu yüzden, “yoksulluk ve önyargı” bağlamında, yoksulluğun deneyimlenmesinin tarihsel olarak nasıl değiştiğini sormak ve bu değişikliği ortaya çıkaran ekonomik ve kültürel/ideolojik süreçlerin analizini yapmak çok önemlidir. Örneğin Hook (2000), ABD’de 1970 öncesinde, yoksulları yoksulluğundan sorumlu tutmayan, yoksulluğu bir “utanç nedeni” olarak görmeyen bir yoksulluk söyleminden, 1970’lerden itibaren yoksulların yoksul olmaları nedeniyle aşağılandığı bir söyleme geçildiğini söylerken böyle bir tarihsel değişime işaret etmektedir. Hook “ırkçılık” ve refah uygulamaları bağlamında, siyah yoksulların bugün, yoksul olmaktan dolayı yaşadığı aşağılanmayı, “önceleri yoksul insanların maddi zorluklarla vakur bir biçimde mücadele etmesine olanak vermiş toplulukçuluk kültürü”nün aşınmasına bağlar (2000; s.123) Benzer biçimde Türkiye’de de, 1980 sonrası neoliberal politikalar çerçevesinde yoksulluğa ilişkin kültürel temsillerin farklılaştığını söyleyebiliriz. Varoşlar, sokak çocukları, “çöplük insanları” gibi farklı görünümlerle hem fobik hem de popülist söylemin nesneleri haline gelen “öteki Türkiye”den (Erdoğan, 2002) ya da “siyah Türkler”den söz edildiği bir dönem yaşanmaktadır. Yoksulluğun kültürel/ideolojik temsillerindeki değişmelerin boşlukta ya da kendiliğinden gerçekleşmediği aşikârdır. Bauman’ın (1999), “evrensel istihdam ve üreticiler toplumu”nda yoksul olma ile “tüketim toplumu”nda yoksul olmanın anlamı arasındaki keskin farklılığı analiz etmesi bu nedenle önemlidir. Yoksulluğun deneyimlenme biçimlerinin tarihselleştirilmesi, yoksulluğu bir “durum” değil, bir “süreç” olarak görmeyi gerektirir. Daha açık bir deyişle, “maddi yoksulluk”, daima tarihsel koşullara özgü biçimde beliren ideolojik temsiller dolayımıyla deneyimlenir.
 
Sosyal psikoloji literatüründe, geleneksel olarak, önyargı kavramının, ister birey isterse grup düzeyinde olsun, irrasyonellikle bağlantılı bir tarzda ele alındığı bilinmektedir (bkz. Billig, 1991; Condor, 2000; Turner, 2001). Bireysel düzeyde önyargı, kişilik ya da motivasyonel faktörler temelinde bir irrasyonellik olarak görülür; grup düzeyinde ise, ya bireysel düzeydeki bilişsel ve/veya güdüsel süreçlerin bir sonucu, ya da gruplar arası ilişkilere içkin bir irrasyonellik olarak görülür (Turner, 2001, s. 19). Billig (2001) bu irrasyonel önyargı kavramlaştırmasının kökenini Aydınlanma geleneğine dayandırır. Condor (2000), irrasyonel önyargının yanıra, yine kökeni Aydınlanmada olan başka bir önyargı kavramlaştırmasından daha söz eder: hoşgörüsüzlük olarak önyargı. İrrasyonel önyargı ile hoşgörüsüzlük olarak önyargı mantıksal olarak birbiriyle çelişen kavramlaştırmalardır. Eğer önyargı, irrasyonel kategorileştirmenin bir sonucu olarak görülürse, grup içi benzerlik ve gruplar arası farklıkların gerçekte olmadığı kabul edilecektir. Eğer önyargı, bir hoşgörüsüzlük olarak görülürse, gruplar arasındaki fark zımnen de olsa kabul edilmiş olacaktır. Önyargının kaynağı, ilkinde “öteki”ni yeterince bilmeme/tanımama olarak görülürken, ikincisinde farklılığın (ve aynı zamanda aşağı statüde olmanın) nedeninin doğal ya da sosyal güçlere atfedilmesine bağlı olarak değişen duygusal tepki olarak görülecektir (Condor, 2000; Figgou ve Condor, 2006).
 
Önyargıya ilişkin bu teorik ayrımın izlerini sosyal psikolojinin yoksulluk yaklaşımlarında bulmak mümkündür. Bu yazının sınırları açısından genel öncüllerini ve varsayımlarını telaffuz edemeyeceğim sosyal üstünlük adı verilen kuram, yoksulluğa yaklaşırken, irrasyonel önyargı türünü kullanır görünmektedir. Bu eğilimin kendisini en çok ele verdiği yer, sosyal üstünlük kuramcılarının yoksulluğa karşı geliştirdikleri çözüm önerileridir. Kuramcılar, bir yandan, örneğin global ölçekte, gücün yeniden dağıtımı sayesinde, avantajlı ve dezavantajlı grupların değiş-tokuş ilişkilerindeki eşitsizliğin giderileceğini ileri sürerken (örn: sürdürülebilir ekonomik kalkınma), diğer yandan, grupların üst düzey hedefler[1] için birlikte çalışmasının, yani global sağlık ve çevre sorunları gibi sorunlar karşısında grup kimliklerinin yeniden tanımlanmasının ve ayrıca, “avantajlı (üstün) grup üyelerinin, yoksul insanların da meşru ihtiyaçları, istek ve arzuları olduğunu, ve onların da insan topluluğunun değerli üyeleri olduğunu tanınmasının (s. 159)” gruba dayalı önyargıyı azaltacağına, ve böylece yoksulluğun azalacağına inanmaktadırlar. İrrasyonel önyargı anlayışıyla, yoksullar ve zenginler arasında “farklılık olmadığı” kabul edildiğinde, sorun belki kısmen de olsa, bir temassızlık sorunu olarak görülecek ve tıpkı sosyal üstünlük kuramcılarının ifade ettiği şu tablo karşımıza çıkacaktır:
 
“Bu tür önyargı, güç sahibi olan insanları, etiketlenmiş gruplarla ya da muhtaç olanlarla yakın ilişki içine girmeyi engelleyen bir bariyer olarak iş görür. “Yoksullara” karşı önyargı, zengin ve yoksul arasındaki ayırımı (segragation) sürdürerek, aralarındaki kaynak değişimini engellemektedir. Ayırım, gruplar arasındaki empatinin gelişmesini de engellemekte ve böylece gruba dayalı önyargıyı sürdürmektedir (Lemieux ve Pratto, s.149)”.
 
Diğer yandan, yoksulluğu bir önyargı sorunu olarak gören, ama bu kez önyargıyı bir hoşgörüsüzlük meselesi olarak ele alan yaklaşıma bir örnek, sosyal sınıf farklılıklarının (aslında gelir farklılıklarının demek gerek) eğitim kurumları özgülünde sorunlaştırılması ve buna yönelik çareler üretme çabalarından verilebilir. Yoksulluk söz konusu olduğunda, eğitim kurumları özel bir öneme sahiptir. Zira dünyanın pek çok yerinde, eğitim kurumları, yoksulluktan çıkma (Türkiye’deki yaygın deyimle “sınıf atlama”) ümitlerinin yeşertildiği, biricik gerçek seçenek olarak görülmektedir. Oysa eğitim alanında çalışan araştırmacılar, verili haliyle eğitim kurumlarının, toplumdaki sosyal sınıf ayrımlarını çok güçlü bir biçimde yeniden ürettiğini göstermektedir. (Fine and Burns, 2003). Ne var ki Lott (2001) bu tür argümanları “ümitsiz” ve sinik” bulur; bunun yerine “düşük gelirli öğrencilerin ve ailelerinin, daha fazla içerilmesini ve onlara daha fazla saygı gösterilmesini sağlamak için, okullarımız tarafından benimsenebilecek stratejiler (s. 255, italikler benim)” olduğunu ileri sürer; önerilen stratejiler, temel olarak öğretmen ve okul yöneticilerinin “düşük gelirli” ebeveynlerle nasıl daha fazla işbirliği yapılacağını, onları eğitim sürecine nasıl daha fazla katacaklarına ilişkindir. Psikolojideki bu tarz bir liberal yaklaşım, yoksulluğun her nasılsa bir (kapitalist?) kaza sonucu ortaya çıkmış olduğunu, meritokratik sistem içinde yoksul çocukların yoksulluktan çıkabileceklerine dair naif varsayımlarla işgörür. Bu varsayımlarla yola çıkınca, psikolojik “sosyal sınıf ayrımcılığı” çalışması, zorunlu olarak “yoksullara saygı” ile bitmek durumundadır. Önyargı yaklaşımı açısından buradaki temel sorun, bir sosyal kategori olarak sınıfın, yani “yoksul” ve “zengin” kategorilerinin değişmez bir veri olarak ele alınmasıdır. Daha açık olarak, Reicher ve Hopkins’ten (2001, s.384) uyarlayarak söylersek; ““Önyargı” araştırmalarının amacı, grup farklılıklarının gerçek olmaktan çok algısal olduğunu göstermek olduğu sürece, bu gruplara nasıl varıldığı, (nasıl ortaya çıktıkları) sorusuna yönelinemez. Bu yaklaşım için problem, “zengin” insanların “yoksulları” nasıl gördüğüdür, insanların nasıl ve neden zengin ve yoksul oldukları değil”. Öte yandan, Reicher ve Hopkins’in (2001.s. 383) “psikolojide sosyal kategoriler şeyleştirildiği ölçüde, disiplin politik eylemi anlamaya değil tahakküm politikasını teşvik etmeye hizmet etmiş olacaktır” saptaması, bu tarz teorileştirmenin politik çıktısını çok iyi özetlemektedir.
 
Lott’un yaptığı gibi, eğer “yoksullar” ve “zenginler” arasındaki farklılıkların gerçek olduğu ve bu durumda yoksullara yönelik önyargının bir hoşgörüsüzlük meselesi olduğu kabul edilirse, yoksulluk salt bir “farklılık (ötekilik)” olarak görülecek ve diğer “ötekilikler”le aynı biçimde şöyle değerlendirilecektir: “Sosyal adalete bağlı sosyal bilimciler olarak, farklılıklara saygıdan ve içermenin gerekliliğinden söz ediyoruz, çünkü toplumsal cinsiyet, etnisite, cinsel tercihler, sosyal sınıf ve diğer sosyal kategoriler açısından, “ötekiliğin” sonuçlarının ne olduğunu biliyoruz (Lott, 2001; s. 257 italikler benim)”.
 
Özetle, irrasyonel önyargı perspektifi, sosyal sınıflar arasındaki “görünüşte farklılıkları”, onları üst bir kimlikte eriterek ya da aralarında “temas” sağlayarak ortadan kaldırmayı önerirken, hoşgörüsüzlüğe dayanan önyargı perspektifi, sosyal sınıf farklılıklarını mutlak kabul ederek, yoksulların içerilmesini ve onlara saygı gösterilmesini talep eder. Hoşgörüsüzlüğe dayanan önyargı yaklaşımı, diğerinin tersine, sosyal sınıf farklılıklarının gerçek olduğu varsayımından hareket ettiği için, bu farklılıkları nasıl anlamlandıracağımız konusunda iki önemli soruyu ortaya çıkarır: “Sosyal sınıf farklılıkları diğer sosyal kategori farklılıkları ile aynı potada değerlendirilebilir mi?” ve “sosyal sınıf farklılıkları bir ‘saygı ve içerilme’ meselesi olarak görülebilir mi?”
 
1. Yoksulluk: Farklılık mı eşitsizlik mi?
Sosyal psikolojide ötekilikleri, aralarındaki farklılıkları hesaba katmadan, toptancı bir biçimde değerlendirmek, söz konusu sosyal kategorinin anlamını ve kendine özgü doğasını ıskalamaya yol açan bir sorundur. Genel bir eğilim olarak, hangi sosyal kategori çalışılırsa çalışılsın, temel problematik, o sosyal kategoriye ilişkin önyargılı tutumlar ve bunların yol açtığı davranışsal sonuçlardır. Sosyal kategorilere böyle yaklaşılması, sosyal kategorilerin birer tarihsel inşa olmak yerine, şeyleştirilmiş/dondurulmuş entiteler olarak kavranmasının bir sonucudur. Örneğin, bir sosyal kategori olarak sınıf, diğer bir sosyal kategori olan toplumsal cinsiyetle önyargılı tutumlar düzleminde eşitlenir ve bunun sonucunda da bu iki ötekilik, ya da politik bir deyişle, bu iki ezilme biçimi hem problemin tanımlanması hem de üretilen çözüm önerileri açısından aynılaştırılır. Oysa, sosyal bölünmelerin farklı doğaları olduğu, birer ezilme biçimi olarak bu bölünmelerin farklı politik mücadele biçimleri gerektirdiğine ilişkin bir içgörü edinmek için örneğin sosyal kuramcı Fraser’ın çalışmasından yararlanabiliriz.
 
Fraser (1995), ezilen kimliklerin politik talepleri ve adalet arayışlarının birbiriyle bağlantısız, hatta bazılarınca kutuplaştırılan iki formu olduğunu ileri sürer: yeniden bölüşüm ve tanınma. Sınıf politikaları/kimlik politikaları, çokkültürlülük/sosyal eşitlik gibi farklı adlarla da anılan bu ikilikler sosyal teoride çok bilinen eşitlik-farklılık gerilimine işaret eder. Yeniden bölüşüm politikaları, gruplar arası farklılıkları, grupların kendine içkin özellikleri olarak değil, adaletsiz politik ekonominin sosyal olarak kurulmuş sonuçları olarak görür ve farklılıkları tanımak değil, tam aksine yok etmek ister. Buna karşılık, tanınma politikaları açısından sorun farklılıkların bastırılmasıdır; bu yüzden tanınma politikaları, farklılıkları yok etmek değil, yüceltmek ister. Ezilen kimlikleri, yeniden dağıtım ve tanınma politikaları açısından bir süreklilik çizgisi üzerinde yerleştiren Fraser, süreklilik çizgisinin eşitlikçilik kutbuna sınıfsal mücadeleyi, farklılıkçı kutbuna da örneğin, cinsiyet yönelimi farklılıkları temelinde verilen tanınma mücadelesini koyar. Ama örneğin, toplumsal cinsiyet bu iki kutuptan birine saf bir biçimde yerleştirilemez. Çünkü kadınlar, toplumsal cinsiyeti hem bir eşitsizlik hem de bir farklılık sorunu olarak görürler.
 
Eşitlik/farklılık açmazındaki sorun, kısmen hangi farklılıkların korunması hangisinin ortadan kaldırılması gerektiğine ya da başka bir deyişle tüm toplumsal kategorik farklılıkların aynı değerde farklılıklar mı olduğu sorusuna dair tartışmalarla aşılmaya çalışılmaktadır. Buradaki amacımız açısından önemli olan bu gerilimin nasıl çözülebileceği değil, önyargı yaklaşımının, sosyal kategoriler arasında ayrım yapmaksızın kullanılmasının yarattığı probleme dikkat çekmektir. Çok açık ki, hoşgörüsüzlüğe dayalı önyargı perspektifi, sosyal sınıf farklılıkları sözkonusu olduğunda, bu farklılıkların, diğer farklılıklardan başka bir doğaya sahip olabileceğini sorgulamadığı için, yoksulluğun bir eşitsizlik meselesi olduğu gerçeğini ıskalamaktadır.
 
2. Yoksulluk: Saygı ve içerilme sorunu mu?
Yoksulluğu bir “saygı ve içerilme” sorunu olarak görmek, özgül olarak önyargı perspektifinin ürettiği bir durum değildir. Tam tersine yoksulluğa böyle bakmayı meşrulaştıran asıl yaklaşım, şu anda yoksulluk çalışmalarına hakim olan sosyal dışlanmadır. 1990’lardan itibaren başta Avrupa olmak üzere tüm dünyada artan bir ivmeyle yaygınlaşan sosyal dışlanma yaklaşımı, yoksulluğu ve yoksulluğu azaltmaya yönelik politikaları tarihsel olarak yeniden tanımlama çabasını temsil eder. Kabaca söylemek gerekirse, sosyal dışlanma yaklaşımı, klasik ekonomistik bakış açısından farklı olarak, yoksulluğu sadece maddi yetersizlik olarak görmez, ama aynı zamanda vatandaşlık ve insan hakları, demokrasi, içerme ve saygı meselesi olarak da görür (Lister, 2002). Fraser’ın terimleriyle konuştuğumuzda, sosyal dışlanma yaklaşımı, yoksulluğun, yeniden bölüşüm sorunu olduğu kadar bir tanınma sorunu olduğunu da ileri sürer.
 
Ancak bu yaklaşımın “tanınma”yı nasıl açıkladığı önemlidir:
 
            “Yoksullar” kaynakların kötü bölüşümünün ürünü olan bir grup olduğu için, gerçekten de başarılı bir yeniden dağıtım politikasıyla tamamen ortadan kaldırılabilirler. Ancak bunun yerine, bir tanınma politikası, esas olarak, yoksulların tam bir vatandaş olduğunun kabul edilmesinde kritik olan statü eşitliği ve saygı anlamındaki bir tanınmayı talep etmektir (Lister, 2002: s. 41)
 
Lister’ın ileri sürdüğü gibi, yoksulluk bir kez böyle anlaşılmaya başlandığında, yoksullar artık pasif birer kurban değil, aktif bir özne olarak görüleceklerdir. Bu tarz bir bakış açısı, sosyal bilimlerde “yoksullara ses vermek”, “yoksulları güçlendirmek” ya da “kendi yaşamlarını etkileyen kararlara yoksulların katılımını sağlamak” gibi görünüşte özgürleştirici bir söylem yaratmıştır. Bu söylem, sınıfların varlığını inkar eden radikal demokrasi yaklaşımına kadar götürülebilir. Ancak burada önemli olan, bu söylemin açılımlarından ziyade, yoksullara karşı önyargıyı azaltmayı bir “çare” olarak gören bir sosyal psikolojik yaklaşımın ne kadar kolay bir biçimde bu söyleme eklemlenebileceğini fark etmektir.
 
Sosyal dışlanma yaklaşımı ve onun psikolojik versiyonu olarak görebileceğimiz önyargı yaklaşımı hakkında vurgulanması gereken ikinci nokta, sosyal dışlanma kavramına yöneltilen ideolojik eleştirilerdir. Levitas (2003) Manheim’ın ideoloji ve ütopya ayrımına dayanarak, sosyal dışlanma yaklaşımının, kimin nasıl kullandığına bağlı olarak statükoyu meşrulaştırabileceğini ya da “dönüştürücü” olabileceğini iddia eder. İdeolojik olan versiyonunda, Levitas’a göre, sosyal dışlanma, toplumu içerdekiler/dışarıdakiler olarak bölerek, içerilmişler arasındaki eşitsizlikleri ve dışarıda bırakılmış olmanın endemik bir durum olduğunu görmeyi engeller.
 
Sonuç
Diğer sosyal kategorilerde olduğu kadar sınıfsal konuma ilişkin olarak da temel problem önyargılı tutumların kendisi değildir (Reicher, 2001). Diğer bir deyişle, problem esas olarak, yoksullara saygı ve tolerans gösterme problemi değildir. Saygı, adaletin yerine geçemez. Yoksullar, yoksul oldukları için horlanmadıklarında da hala yoksuldur. Nasıl ki diğer sosyal kategoriler için de ayrımcılığın kurumsal/yapısal temellerinden söz ediyor ve bireysel tutum değiştirmelerle bu önyargıların ortadan kaldırılamayacağını ileri sürüyorsak, bir süreç olarak yoksulluğun tam da bu yapısal temellerden kaynaklandığını ileri sürdüğümüz ölçüde, asıl problem olanın yoksullara karşı önyargılı tutumlar olduğunu söylemek zorlaşır. Ancak bu, önyargılı tutumların ya da yoksulluğu çerçeveleyen ideolojilerin (örneğin; “yoksulluk kültürü”) yoksulluğun deneyimlenmesini ağırlaştırmadığını, onları marjinalize etmediğini söylemek anlamına gelmez. Tam da tersine, yoksulların kendi yoksulluklarından sorumlu olduğunu ileri süren ya da kader olarak görülmesine yol açan ideolojilere karşı çıkmanın gerekliliğini ortaya koyar (Fraser, 1995). 
 
KAYNAKLAR
Augoustinos, M., Walker, I. & Donaghue, N. (2006). Social cognition: An integrated introduction. London: Sage Publications.
Bauman, Z. (1998). Work, consumerism and the new poor. Buckingham: Open University Press.
Billig, M. (1991). Ideology and opinions: Studies in rhetorical psychology. London: Sage Publications.
Condor, S. (2000). Pride and prejudice: identity management in English people’s talk about ‘this country’. Discourse & Society, 11, 175-205.
Edge, I., Kagan, C. & Stewart, A. (2004 June). Living poverty: Surviving on the edge [Special Issue]. Clinical Psychology, 38, 28-31.
Erdoğan, N. (2001, Summer). Garibanların dünyası: Türkiye’de yoksulların kültürel temsilleri üzerine ilk notlar Toplum ve Bilim, 89, 7-21.
Erdoğan, N. (Ed.). (2002). Yoksulluk halleri: Türkiye’de kent yoksulluğunun toplumsal görünümleri İstanbul: Demokrasi Kitaplığı Yayınevi.
Figgou, L. & Condor, S. (2006). Irrational categorization, natural intolerance and reasonable discrimination: Lay representations of prejudice and racism. British Journal of Social Psychology, 45, 219-243.
Fine, M. & Burns, A. (2003). Class notes: Toward a critical psychology of class and schooling. Journal of Social Issues, 59(4), 841-860.
Fraser, N. (1995, July-August). From redistribution to recognition? Dilemmas of justice in a ‘post-socialist’ age. New Left Review, I/212, 68-93.
Harper, D. J. (2003). Poverty and discourse. In A. J. Marsella (Series Ed.), S. C. Carr & T. S. Sloan (Vol. Eds.), International and cultural psychology: Poverty and psychology: From global perspective to local practice (pp. 185-203). New York: Kluwer Academic/Plenum Publishers.
hooks, b. (2000). Where we stand: Class matters. London: Routledge.
Lemieux, A. F. & Pratto, F. (2003). Poverty and prejudice. In A. J. Marsella (Series Ed.), S. C. Carr & T. S. Sloan (Vol. Eds.), International and cultural psychology: Poverty and psychology: From global perspective to local practice (pp. 147-161). New York: Kluwer Academic/Plenum Publishers.
Levitas, R. (2003). The idea of social inclusion, Social Inclusion Research Conference. Retrieved March 26, 2007, from http://www.ccsd.ca/events/inclusion/papers/rlevitas.htm
Lister, R. (2002). A politics of recognition and respect: Involving people with experience of poverty in decision making that affects their lives. Social Policy & Society,1, 37-46.
Lott, B. (2001). Low-income parents and the public schools [Special Issue]. Journal of Social Issues, 57(2), 247-259.
Narayan, D. & Petesch, P. (2002). Voices of the poor: From many lands. New York: Published for the World Bank, Oxford University Press.
Ostrove, J. M. & Cole, E. R. (2003). Privileging Class: Toward a critical psychology of social class in the context of education. Journal of Social Issues, 59(4), 677-692.
Özuğurlu, A. (2005). Poverty or social reproduction of labour: Life in Çöplük District. Unpublished Doctoral Dissertation, The Middle East Technical University.
Reicher, S. & Hopkins, N. (2001). Psychology and the end of history: A critique and a proposal for the psychology of social categorization. Political Psychology, 22, 383-407.
Sidanius, J. & Pratto, F. (2004). Social dominance theory: A new synthesis. In J. T. Jost & J. Sidanius (Eds.), Political Psychology (pp. 315-332). New York: Psychology Press.
Sennet, R. & Cobb, J. (1973). The hidden injuries of class. New York: Vintage.
Turner, J. C. (1999). Some current issues in research on social identity and self-categorization theories. In N. Ellemers, R. Spears & B. Doosje (Eds.), Social identity: Context, commitment, content (pp. 6-34). Oxford: Blackwell Publishers Ltd.
 
  


* Anadolu Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi Öğretim Üyesi
[1] Üst düzey hedefler, sosyal psikolojide Muzafer Sherif’in gruplar arası çatışmayı çözmek için ileri sürdüğü bir stratejidir. Buna göre, eğer, birbiriyle çatışma halinde olan gruplar, ancak her iki grubun işbirliği yapmasıyla ulaşılabilecek bir hedefe yönelirlerse, çatışma bitecektir.


Etiketler: insan hakları
İstihdam