01/07/2010 | Yazar: Selçuk Candansayar

Sabahın kör saatinde açmak zorunda olduğu dükkânında, tezgâhın ardında oturmuş bir yandan çayını yudumlarken giriş kapısının üstüne gelen rafa yerle

Sabahın kör saatinde açmak zorunda olduğu dükkânında, tezgâhın ardında oturmuş bir yandan çayını yudumlarken giriş kapısının üstüne gelen rafa yerleştirilmiş küçük ekranlı televizyondan haberlere ‘bakıyordu’. Dikdörtgen biçimli dükkânın kapı girişine yakın bölümündeydi. Oturduğu yerden dışarıyı, sokağa, karşı kaldırıma ve dizili dükkânlara hâkimdi.

Tasarruf için yakılmayan ışıklar nedeniyle dükkân dışardan bakan biri için karanlık bir oyuk gibiydi. İçerde oturduğu yerde üzerinde yazarkasanın durduğu tezgâhın çekmecesi açıktı. Çekmeceyi yazarkasada çok fazla para bulunmamasını sağlamak için kullanıyordu. Gece yarısından sonraya kadar içki sattığından, olası bir soygun için aldığı önlemlerden biriydi. İşlerin yolunda gitmediğini gösteren çekmecedeki belgelere, kağıtlara, faturalara diktiği yorgun gözlerini arada kaldırıp, yolun karşısındaki kahvaltı salonundaki hazırlıkları gözlüyordu.

Bir yıl kadar önce mahalle kahvesinin üç dükkân yanına açılan kahvaltı salonunun kendi aralarında Kürtçe konuşan tüm çalışanları akrabaydı. Açılışta mahallenin tüm esnafını çağırmışlar, masalara yığılan otlu peynir, ciğer tava, bal, kaymak tabakları arasında ‘hayırlı olsunları’ kabul etmişlerdi. Salonun işleri açıldıkça giderek dışarıya çıkardıkları masa sayısını yavaş yavaş artırarak, kaldırımı işgal ederek hafiften ‘cafe’ye dönmüşlerdi. Biraz ilerilerindeki kahvehanenin kaldırım masalarında oturanların siparişlerini de almaya başlamışlar, her geçen gün kapanış saatlerini uzatarak gece yarısını bulur olmuşlardı.

Dün gece oğluna bırakarak erkenden gittiği evinde geç saatlere kadar, çatışmalarda ölen askerler, servis otobüsündeki patlamayla öldürülen genç kız görüntülerini, izlemiş, dolaştığı haber kanallarındaki tartışmalarda boğulur gibi olmuştu.

Bu sabah kahvaltı salonundakilerde de bir tuhaflık sezinleniyordu. Her sabah dükkânın önünü Kürtçe bağırış çağırış içinde yıkayan çalışanlar, bu kez tek damla su kullanmamışlar ve sanki daha az masayı dışarıya çıkarmış gibiydiler. Babaları olduğunu bildiği salon sahibi hemen kapının yanındaki masaya oturmuş, büyük oğlu kapıda dikilmiş duruyorlardı. Kahvehanenin önündeki masalarda da birkaç kişi oturuyordu.

Kuruyemişçi birden yerinden kalktı ve dükkânının önüne çıktı. Kaldırımın ucuna kadar gelip tam karşıdaki kahvaltı salonuna bakmaya başladı. Sokaktan geçen arabaların gürültüsü kulaklarında uğulduyordu. Öylece donmuş gibi karşıya bakarken, karşıdaki salonun sahibi baba onu fark etti. Kahvehanenin önünde oturanlar da yüzlerini ona çevirdiler. Kaldırımdaki su mazgalının hemen yanında iri bir taş duruyordu. Kuruyemişçinin gözleri bir taşa takılıyor bir karşıdaki salona dikiliyordu.

Taş bütün ağırlığını kuruyemişçinin ellerinde çoğaltmak ister gibi ona bakıyordu. Al beni karşıya geçerken, fırlat şu salonun camlarına… Endişelenme, yalnız olmayacaksın… Bak kahvehanedekiler hazır bekliyorlar; sen camı indirdiğin anda onlar da saldıracaklar.
Salonun önünde oturan baba ve kapıda dikilen oğluyla göz göze gelmişler gibi hissetti.
Oğlun yeni evlendiğini kendisine de verilen ama katılamadığı düğün davetiyesinden biliyordu, baba olmasına az kaldığını da. Birkaç ay önce aralarındaki “hepimiz Allah kuluyuz”la başlayan sohbetler zamanında oralarda “Ermeni çetelerinin yaptığı vahşet hikâyeleriyle” derinleştiğinde, anneliğe hazırlanan gelinin 15 yıl kadar önce yakılan köylerinden şehre göç etmek zorunda kalmış bir aileden olduğunu öğrenmişti.

Sokakta tıkanan trafikle birlikte hayat da donmuş gibiydi. Sadece su mazgalının yanında duran taş giderek büyüyordu. Kuruyemişçi, kahvaltı salonunun önündeki baba oğul ve kahvehanenin önünde oturanlar, sanki gözlerini dikmişler, giderek büyüyen taşla büyüleniyorlardı.

Karşıya geçmek, büyüdükçe yükü hafifleyen ve fakat darbesi ölümcülleşen taşla karşıya geçmek;  kuruyemişçinin ruhunu sıkıp, soluğunu kesiyordu. Taş da gözlerini bir yanı başındaki kuruyemişçiye bir salonlarının önündeki baba oğla çevirerek hareketlenmeyi, kuruyemişçinin ellerinde kanatlanmayı bekliyordu. Takılıp kaldığı ve park eden araba tekerleklerine destek olmakla geçen ömrünün daha ‘mühim bir görevle’ taçlanmasını ister gibiydi.

Kuruyemişçi taşla karşıya geçmenin, ölümcül bir geçiş olacağının ayırtında değildi. Salona doğru dikilen gözlerinde yazarkasanın altındaki boş çekmece, yakılıp yıkılmış köyler, patlamış servis otobüsündeki parçalanmış genç kızın bedeni, bayrağa sarılı tabutlar, mayınlar, kesilmiş kulaklar, televizyonlardan fışkıran yorumlar cirit atıyordu.
Salonun önündeki baba oğul, kahvehanenin önündeki artmışa benzeyen kalabalık, sokak, arabalarının içindekiler, tüm dünya kuruyemişçinin kollarının taşa doğru uzayıp onu kavrayıp, bir tüy gibi kaldırıp, bir kurşun gibi fırlatıp fırlatmayacağına odaklanmış gibi donmuşlardı.

Kuruyemişçi, taşa son kez baktı, arabaların arasından karşıya geçti, babanın masasına yığılır gibi oturdu. “çayınız oldu mu” sözleri döküldü ağzından. Oğul hemen içeri seslendi, baba “başımız sağ olsun” dedi. “Hepsine Allah rahmet eylesin, ocaklarımız sönüyor, ne olacak bu işin sonu?” Kuruyemişçi “dayanacağız kardeşim” dedi, “birlikte dayanacağız”.



Etiketler: yaşam
nefret