20/04/2016 | Yazar: Kaos GL

Ece Kocabıçak, Lezbiyen Biseksüel Feministler’e patriyarkal aşk ve arzuya feminist bir eleştiri getiren Carol filminin analizini yaptı.

Carol: Kadınlar hayatlarına sahip çıkıyor Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

Ece Kocabıçak, Lezbiyen Biseksüel Feministler'e patriyarkal aşk ve arzuya feminist bir eleştiri getiren Carol filminin analizini yaptı.

Bana göre, Carol filminin en önemli özelliği iki kadının aşk ilişkisini salt heteroseksüel baskı rejimi kapsamında değil, aynı zamanda patriyarkal sömürü sistemi içinde ele alarak, bize top yekûn bir direniş hikâyesi sunması. Bunu yapabildiği ölçüde film, bir yandan lezbiyen, biseksüel ve trans kadınların deneyimi ile heteroseksüel kadınların deneyimi arasındaki sürekliliğe dikkat çekerken, bir yandan da patriyarkal aşk ve arzuya feminist bir eleştiri getiriyor.

Filmin analizine geçmeden evvel bu yazıda kullandığım birkaç kavramı açıklamak istiyorum. Lena Gunnarsson, patriyarkal sistemin öznesi oldukları müddetçe, erkeklerle baskı ve sömürüden azade, eşit bir ilişki kurmanın imkânsız olmasa da, zor olduğunu anlatır [1]. Erkeklerle yaşanan her türlü aşk ve arzu ilişkisini değil, kadının ezilmesine ve sömürülmesine zemin sağlayan ilişkileri ifade edebilmek için bu yazıda patriyarkal aşk ve arzu kavramını kullanacağım. Yine, erkek kavramını natrans heteroseksüel erkekler için kullanıyorum.

Öncelikle, filmdeki erkek karakterler hem patriyarkal sistemi yeniden üretiyor, hem de bu sistemden fayda sağlıyor. Carol’un kocası Harge, yıllardır karısını arkadaşlarından koparıp yalnızlaştırmaya çalışıyor. Özellikle Abby ile görüşmesini engellemek için elinden geleni yapıyor. Sadece karısına karşı değil, Abby ve kendi kızına karşı da şiddet silahını gerektiğinde kullanmaktan imtina etmiyor. Film boyunca Harge’nin bu kadınlarla ilişkisini ‘ha vurdu, ha vuracak’ tedirginliği ile izliyoruz. Erkek devlet ve yargının arkasında olduğunu bilerek, karısına karşı kızını kullanıp şantaj yapmaktan geri durmayan Harge, delil toplaması için özel dedektif bile tutuyor. Carol’un dediği gibi, Harge kadına sahip olamazsa kızını da annesine vermiyor. Bu yolla, kadın üzerinde bir yere kadar tahakküm kurmayı başarıyor: yalnızlaştırıyor, kendi itibarı için oraya buraya sürüklüyor, zorla psikoloğa gönderiyor. Tüm bu tahakküm kurma çabalarının kılıfı da hazır. Abby’nin kapısına dayandığında söylediği gibi çünkü kadını ‘seviyor.’

Harge’nin sınıfsal ayrıcalıklarından mahrum olan Richard da Therese üzerinde tahakküm kurmak için çabalıyor. Harge gibi Richard da ‘seviyor’. Salt kendisi istediği ve sevdiği için kadının da onu sevmesi ve hatta onunla evlenmesi gerektiğine inanıyor. Sevgisine karşılık bulmak için erkek olması yeterli çünkü. Ancak, kadın evlenmek istemediğinde ve ona karşı gelerek bir başka kadın ile yolculuğa çıkmaya karar verdiğinde çileden çıkıyor. Therese’nin bavulunu toplama sahnesini yine erkek şiddeti beklentisi ile yüreğimiz ağzımızda seyrediyoruz.

Filmde kendisini kadınlara dayatan bir diğer erkek de Richard aracılığı ile Therese ile tanışan gazeteci Dannie. Fotoğrafçılığa duyduğu ilgiyi bahane ederek Therese’yi ofisine davet edip teklifsizce öpmeyi kendine hak görüyor Dannie. Neyse ki iş orada kalıyor ve daha ileri gitmiyor. Özel dedektif Tommy ise kendini farklı biri gibi tanıtıp, kadınların güvenini kazandıktan sonra odalarına yerleştirdiği dinleme cihazıyla özel alanlarına ‘tecavüz’ ediyor.

Özetle, söz konusu dört erkek karakter farklı biçimlerde patriyarkanın öznesi olarak karşımıza çıkıyor. Böylelikle film, heteroseksüel baskı rejimine ilave olarak, lezbiyen, biseksüel ve trans kadınların mücadele vermek zorunda kaldığı bir diğer sisteme, patriyarkal sisteme ışık tutuyor. Ancak, film bununla yetinmiyor. Patriyarka içerisinde sözüm ona sevdiği için ‘ezen özne’ haline gelen erkeklerin, kadınlar tarafından aşık olunabilir,  arzulanabilir olduğu varsayımını da derinden sarsıyor. Tahakküm ile birlikte gelen patriyarkal sevgiye karşı, bu filmde baskıcı sömüren erkek özneye duyulan aşk ve arzu yerle bir ediliyor. Gerçekte ilişkilerinin nasıl olduğunu bilmiyoruz, ama örneğin Hollywood versiyonu Frida filminde, erkeğin suistimal, ihanet ve bencilliğine rağmen, o muhteşem kadının ‘aşkına sadık’ kaldığını izlemiştik. Erkek egemen romantizm ile dolu film örnekleri saymakla bitmez [2].

Oysa ki, gerek Carol, gerekse Therese patriyarkal aşk ve arzuyu hiç tereddüt etmeksizin reddediyor. Tehditlerine meydan okudukları kadar, bu erkeklerin ne dokunuşlarından, ne iltifatlarından, ne de sözlerinden etkileniyorlar. Hayatlarına sahip çıkarak direniyor kadınlar. Carol taviz vermeden bu erkeklere sürekli sırtını dönüyor. Harge ile dans ederken başını çeviriyor, masaya teklifsiz oturan Tommy’nin varlığına kayıtsız kalıyor. Katıldığı partide erkeklerle sohbet etmeyi değil, ya yalnız kalmayı ya da kadınlarla sohbet etmeyi tercih ediyor. Ödeyeceği bedele rağmen, filmin sonunda kocası ve erkek yargının yüzüne kendisini inkar etmeyeceğini haykırıyor.

Therese ise filmin başından beri kendi hayatına sahip çıkabilen, genç bir kadın karakter olarak karşımıza çıkıyor. Zengin bir adamla evliliği üzerinden edindiği ayrıcalıkları kaybedene kadar Carol’a göre çok daha yoksul bir hayat yaşıyor. Ancak, Therese yoksulluğuna ve ağır koşullarda çalışmasına rağmen, kendi ayakları üzerinde durarak patriyarkal ailenin zincirlerinden uzak kalabiliyor. Böylelikle kimi sevip kimi arzulayacağına dair daha özgür hareket edebiliyor. Gençlik ve olgunlaşma çağının bir ‘macerası’ olarak kadınlarla ilişki yaşayan genç kadının, nihai mutluluğu bir erkekte bulması sinemada tekrar eden bir klişe. Buna karşı, Therese ne yapmak istediğini biliyor. Zaten, filmin sonunda da kendine çizdiği yolda yürümeye başladığını görüyoruz.

Ne yazık ki filmin görmezden gelemeyeceğimiz iki sorunu var. İlki Carol karakterini Cate Blanchett’in canlandırması. Hatırlayacaksınız, Woody Allen’nin Mavi Yasemin filminde oynayan oyuncu, Allen’nin kızı tarafından eleştirilmişti [3]. Kendisini küçük yaşlardan itibaren taciz eden babasına karşı ne adaletin, ne de Hollywood’un hiçbir yaptırım uygulamamasına isyan eden bu kadına verdiği yanıtta Blanchett, sorunun aile içinde çözülmesini umut ettiğini yazmıştı [4]. Filmdeki ikinci sorun ise, genel olarak perdede ya da televizyonda kimin görünür olacağına erkek zevkinin karar vermesi ile ilgili. Son yıllarda, erkek gözüyle erkekler için ‘çekici’ olan efemine lezbiyen, biseksüel ya da trans kadın karakterlerin görünürlüğü artarken, butch ya da trans erkek karakterler üç beş istisna dışında yok sayılıyor. Bu filmde de her iki kadının sunuluş biçimi, ne yazık ki butch lezbiyen ve biseksüelleri bir kez daha görünmez kıldı.

Tüm bu sorunlara rağmen, bana göre Carol filmi iki açıdan kıymetli. Birincisi, lezbiyen, biseksüel ve trans kadınların salt heteroseksüel baskı ve ayrımcılık rejimine maruz kalmadığını anlatıyor. Yasaları, yargısı, devleti, polisi, emek piyasası, kültürel ve dini değerleri, erkek şiddeti ve erkek işgali altındaki kamusal alanıyla patriyarkal sistemin bu kadınları nasıl hedeflediğini gösteriyor. İkincisi, kadınlar üzerinde tahakküm kuran erkek özneye yönelen aşk ve arzuyu, ‘makul’, ‘tutkulu’ ve ‘gerçek aşk’ olmaktan çıkartıyor. Böylelikle bizlere, kadınların hayatlarına sahip çıkma mücadelesinin ne denli kapsamlı olduğunu gösteriyor. Son olarak, erkeklere yüz çeviren Carol, Hollywood’un da gözünden kaçmamış anlaşılan. Lezbiyen karakterin, karısını aldatma pahasına bir erkek ile ‘çılgınca’ sevişmekten kendisini alıkoyamadığı İki Kadın Bir Erkek filmi Oscar alırken, Carol aday bile gösterilmedi.

Dipnotlar:

[1] GUNNARSSON, L. 2014. The Contradictions of Love: Towards a Feminist-Realist Ontology of Sociosexuality, Oxon, New york: Routledge.

[2] Selvi Boylum Al Yazmalım filminin feminist değerlendirmesi için Hatice Yeşildal’ın Feminist Politika’nın 16. sayısında yayınlanan yazısına bakılabilir.

[3] Woody Allen’ın kızı Dylan Farrow’un mektubu

[4] Cate Blanchett’in mektuba verdiği yanıt

Lezbiyen Biseksüel Feministler'in internet sitesine buradan ulaşabilirsiniz.

 


Etiketler: kültür sanat
İstihdam