26/12/2014 | Yazar: Kaos GL

Demet Gülçiçek, Kaos GL Dergisi’nin ‘Queer Çalışmaları’ başlıklı 138. sayısına yazdı.

Feminist Dergi neyi içerdi, neyi dışladı? Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı
Demet Gülçiçek, Kaos GL Dergisi’nin “Queer Çalışmaları” başlıklı 138. sayısına yazdı.
 
1.    Derdimi nereden oluşturdum?
 
Feminist alanın içinde bulunmak, kendime feminist demek; hayatımı, çevreme bakışımı, hem gündeliğe hem güncel politikaya olan tepkilerimi sürekli değiştirdi, değiştiriyor. Muazzam bir alan açmıştı bana feminizm, eş zamanlı olarak da hareketle ilgili sorularım artıyordu. Bunların bir kısmı politikamızı ve teorimizi kurma biçimimiz ile ilgiliydi. Aynı zamanda, feminist tarihe muazzam bir ilgi duyuyordum. Özellikle, 1980 sonrası feminist hareketin kendini kurma biçimine dair durduramadığım bir merak... İlk kimin aklına gelmişti bunlar, nerelerden beslenmişti? Neyin pahasınaydı? Eylülist[1]suçlamaları da nereden çıkmıştı? Hareketin içindeki kadınlara ne hissettirmişti? Onları nasıl dönüştürmüştü? Ayrıca, şu an politika yapma biçimimizde bana sorunlu gelmeyen başlayan örüntülerle bir ilişkisi var mıydı? Evet, genel şemayı biliyorduk: Kitap Çevirileri, Somut 4. Sayfa yazıları, Dayağa Karşı Yürüyüş, Mor İğne Kampanyası, 1988 Kadın Kurultayı gibi. Fakat, deneyimlerin kendisini çok az biliyorduk. Halihazırda hareket içinde bulunan kadınların sesini biraz daha çok duyabiliyorduk. Fakat ya artık aktif politikada bulunmayanlar? Onlar ne yaşamıştı, neden bir mesafe koymuştu hareketle aralarına? Hala aktif politika yapan kadınların deneyimi kadar önemli olduğunu düşünüyorum bu deneyimlerin kendisinin de. Üstelik, hareketimize dair bir sorgu içine gireceksek, kurucu bir önemi olduğu kanısındayım.
 
Bu naif sorularım kişisel bir meraktan ortaya çıkmış gibi görünebilir. Evet, bunu içeriyor. Fakat tam da bahsettiğim feminist politika ve teoriyi kurma biçimimize dair sorularım tüm bu naif sorulara bir analiz birimi ile bakmanın önemini ortaya çıkardı. Yani, ne “eski güzel günler” nostaljisine, ne de “şu an feminist hareketin tüm çıkmazları burada başladı” haksız taşlamasına düşmeden bu analiz birimi ile dönemi tekrar okumaktır bu yazıdaki amacım.
 
2.    Sorular, Sorunlar
 
Aslında çok büyük bir soruyla yola başladım: Feminizmin öznesi olarak “kadınlar” kategorisinin temel sıkıntısı nedir? İşte gayet netti her şey: kadınlar ezilmişti, ikincilleştirilmişti. Oy hakkı gibi en liberal taleplerden başlayarak, en can yakıcı ve karmaşık meselelere kadar kadınlar kategorisi çok netti. Neden şimdi bu sorun ediliyordu? Queer teori veya postyapısalcı feminist teorinin[2] sorunsallaştırması nereden geliyordu? Bu dertle beraber 1980’lerin başlarındaki feminist hareketi nasıl tekrar düşünebilirdik?
 
Türkiye’de 1980’lerde feminist hareketin şekillenmesinden önce “politik özne olmayan”, yani özne potansiyeli taşımadığı düşünülen kadın kategorisi, feminist hareketin inşasıyla nasıl bir kadın özne tanımı çizmiştir? Bir “kadın özne” gökten inmediyse eğer, feminist hareketi başlatan kadınlar ne tür bir kadın kategorisi tanımı yapmışlardır? Judith Butler’ın ünlü sorusuyla, bu tanım neyi içerir, neyi dışlar? Bu kategorinin ne tür bir etkisi olmuştur?
 
3.    Butler’ın sorularıma müdahalesi
 
Bu noktada neden Butler’ın teorisine dönüyorum? Butler, (kendi terimiyle niyet etmeden başını çektiği) queer teori veya postyapısalcı feminist teori için çok önemli bir figür olarak ön plana çıkmıştır. Fakat, bana kalırsa, buna ek olarak, getirdiği eleştiri sadece feminist hareketi ilgilendirmiyor, eleştirel teorinin içinden ciddi bir teorik müdahale yapıyor. Düşünme ve politika yapma biçimimizi tartışmaya açan, verili, sabit kategorilerden hareket etmenin sınırlılığını gösteren bir figür Butler.[3] Bize tam da, eleştirel teori içinden toplumsal cinsiyet kategorisini sorgulamanın yolunu açan metodolojiyi sunuyor.
 
Butler, toplumsal cinsiyet kimliği üzerine yürütülen bir politikanın ortaya çıkan sonucu olarak heteroseksizmi koyar. Bu noktada da kimlik politikasının çıkmazlarını gösterir. Yanlış bir kavramı, kadın kategorisini, düzeltmeye çalışmanın çok ötesinde tüm toplum kuramını olduğu gibi, politika yapma tarzımızı da yeniden formüle etmeye başlar. 1980 sonrası Türkiye’de feminist hareketi Butler’ın eleştirisi ile tekrar düşünmek, feminist pozisyonumuzu sorgulayacak ve yeniden inşa edecek bir noktada duruyor benim için. Bu eleştiriyi nasıl şekillendirdiği, metodolojik adımları bu yazıda önemli olan nokta olacak. Bu nedenle, Butlercı bir çerçeveyi belli bir tarihsel döneme uyarlamak değildir amacım. Onun yerine, bu makalede, Butler’ın soruları ve metodolojik adımlarıyla hareket etmeyi amaçladım.
 
Butler, Cinsiyet Belası’nın temel sorularını belli bir problematizasyon[4] ile şekillendirir: Normatif olmayan cinsel pratikler bir analiz kategorisi olarak toplumsal cinsiyetin istikrarını nasıl tartışmaya açar? Nasıl oluyor da kimi cinsel pratikler “kadın nedir, erkek nedir” sorusunu uyandırıyor? Toplumsal cinsiyet artık normatif cinsellik üzerinden pekişen bir şey olarak kavranmayacaksa, queer bağlamlara özgü bir toplumsal cinsiyet krizi bulunduğu söylenebilir mi (a.g.e., s. 15)? Bu sorulardan yola çıkarak bir dizi daha soru geliyor benim konumla/sorumla ilgili olarak: Yoksa göreli özgürlükleri elde etmemizin şükranlığını duyduğumuz feminist hareket bir dizi normatif olmayan kadınlık pratiklerini de üretmeye neden olan bir politikayı mı üretmiştir? Türkiye’de 1980 sonrası kurucu feminist hareketin bu süreçte rolü nedir? Toplumsal cinsiyet kimliğini tanımlamanın sorunlarından birini somut bir örnekle açıklar Butler: Bazıları eşcinsel olurken kaygı yaşar çünkü toplumsal cinsiyetteki yerini kaybeder. Bu hem cinsellik hem de dil düzeyinde ontolojik bir krizdir (a.g.e., s. 15). Butler’ın cinsellik çerçevesinde açtığı heteroseksizm üzerine olan bu tartışmanın, bu ontolojik krizin, kadınlık “tanımı” için de düşünülebileceği kanısındayım. Temel dertlerimden biri, Butler’ın tartışmaya açtığı normativite meselesiyle ilgili neyin kadınlık olup neyin olamayacağına dair bir alan yaratmanın problemi olacaktır. Peki ya bu derdi Feminist dergi üzerinden nasıl düşünebiliriz?
 
4.    Feminist Dergi
 
1980 sonrasına feminist hareketi göz önünde bulundurunca Feminist (1987-90) dergiye odaklanmaya karar verdim. Dergiye aktif katılımda bulunmuş üç kadınla derinlemesine görüşme yaptım. Sorularım hem dönemi anlamaya yönelik, hem de kadınlık tanımını nasıl kurduklarını anlamaya yönelikti.[5] Makalenin başında ortaya koyduğum şekliyle bu kadınlık tanımının neyi içerdiği, neyi dışladığı temel derdim oldu.[6] Bu “mini-saha” çalışması, Feminist Dergi’nin tümüne dair bir temsiliyet iddiası taşımamaktadır. Sadece, bu üç kadının tekil deneyimlerinden ortaya çıkan nüveleri tartışmaya çalışıyorum.
 
Toplamda 7 sayı çıkan Feminist dergisinin hepsini taradıktan sonra saha araştırmama başladım. Dergi, Mart 1987 ve Mart 1990 arasında çıkmıştır. İstanbul grubunun çıkardığı bir dergi olup belli zamanlarda Ankara feministleriyle ilişki içinde bulunmuştur. Tirajı için ikinci sayıda, ilk sayı 2600 baskı yapıp hepsinin tükendiği, ikinci sayı için 3000 bastıklarını belirtmişlerdir (s. 3)[7]. Genel olarak belli bir yayın grubu bulunuyor, ancak özellikle ikinci sayıdan sonra gelen okur yazılarına da yer verilmiştir.
 
Dergiden anlayabildiğim kadarıyla, ilk sayıdan itibaren tamamen ortaklaşılmış bir feminizm tanımı bulunmuyor. Her sayıda, kendi stratejilerini üretmeye çalıştıkları, “kadınlığı keşfetmeye çalıştıkları” belirtiliyor. Ayrıca, bir takım farklı politik eğilimleri de içerdiğini söyleyebiliriz. Örneğin, ilk sayıda, radikal feminizm üzerine Gail Chester’ın “Ben kendime radikal feminist diyorum” adlı bir yazısı bulunuyor (p. 14-17). Birkaç sayfa sonra, “Erkek düşmanlığından korkmamak” adlı yazıda ise kapitalizm ve ataerki ilişkisini içeren, sosyalist feminist nüveleri barındıran başka bir yazıyla karşılaşıyoruz (p. 22). Fakat derinlemesine görüşmelerimde de netleştiği üzere, dönem için radikal feminist kanat olarak kendilerini tanıtmaktadırlar.
 
Özellikle Butler’ın önümüze koyduğu sorularla saha çalışmama başladığımda, onun çizdiği çerçevenin görüşmelerimi domine etmemesine dair özel bir çaba harcadım. Çünkü Butler’ın ortaya koyduğu soruların cazibesine fazlaca kapılmıştım zaten. Temel almam gereken, sorularımı tekrar şekillendirmem gereken, eleştirel bir perspektifle değerlendirmem gereken asıl temel, saha görüşmeleriydi. Yaptığım görüşmelerde kendini tekrarlayan belli meseleler var. Bunlar muazzam önem içeriyor. Fakat, sahadan beklentim aynı düşünceleri niceliksel olarak toplayıp bir genelleme yapmak değildi. Söylediğim gibi, bunun önemini yadsımıyorum, fakat tekil deneyimlerin de benim sorularımla beraber gözden geçirildiğinde özel bir anlamı olduğunu düşünüyorum. Ortaya çıkardığım örüntüler bu tür bir çabayla oluşturulmuştur.
 
5.    Kategorileri eleştirirken ortaya çıkan örüntüler
 
a.    Kadınlığın Keşfi: Temsiliyet
 
Özellikle 1980 sonrası Somut-4. Sayfa dergi deneyimi, kitap çevirileri, bilinç yükselte grupları ile aynı şeyi deneyimlediği varsayılan kadınlar artık açılmış, yalnızlıktan kurtulmuştur! Çok kez dillendirilen haliyle kadınlık “keşfedilmiştir”. Ben, bu tür bir girişimi asla yadsımıyorum. Güncel feminist tartışmalar eşliğinde kolayca bir ithamda bulunulabilir: “Gördünüz mü, özcülüğe düştüler!” Fakat, 1980’ler Türkiye’sinde halihazırda politik alan kadın kategorisiyle beraber daha önce hiç düşünülmemişken, bu tür bir girişim şüphesiz ciddi bir katkıdır. Feminist hareketin ilk olarak gündemine aldığı, -o zamanki adıyla- dayağa karşı kampanya, mor iğne tacize karşı kampanya gibi adımlar bu tür bir “keşif” ile beraber politik alana dahil edilmiştir. Bunun da ötesinde, feminist hareketin içinde olan ve hareketten etkilenen bilhassa kadınların kendi hayatını tekrar, bambaşka bir gözle düşünmesini olanaklı kılmıştır. Feminist Derginin yazarlarından Helin[8] bu durumu görüşmede şöyle anlatmıştır:
 
“Herkesin gelme hikayesi farklı. Ama benim ilgimi çeken [grubumuzun] hem homojen olmaması hem bambaşka konularda bilgi sahibi olan kadınların kendilerini aramak üzere orada olması. Çünkü feministleşmek bir iç arayış aynı zamanda. Hem teorik tartışmalar içinde hem de bir kadın olarak ben kimim, sen kimsin, nedir bizim dertlerimiz diye sorduğumuz akan saatler geçirirdik, ne konuştuğumuzu hatırlamadığımız.” 
 
Fakat kadınlığı keşfedilen bir şey olarak koymanın bir tehlikesi de var gibi görünüyor bana. Bu keşif ile, daha önce kadın olmayan (veya kadınlığının farkında olmayan, henüz keşfedememiş olan), artık kadın olmuştur, çünkü politize olmuştur. Dolayısıyla, kadınlığı keşfetmenin yolu politize olmaktır. Bu durum keşfedilen kadınlığın belli bir temsiliyet iddiasıyla beraber gitmesine neden olur. Çünkü belli bir şekilde keşfedilen kadınlık evrensel bir kategori olarak alınıp temsil edilecek özne olarak ortaya konulmuştur. Helin devam ediyor:
 
“Çok heyecanlı olunca onu paylaşmak istiyorsun. Senin keşfettiğin şeyleri başkalarına aktarmak belki.”
 
Ne demektir keşfettiğin şeyleri başkasına aktarmak? Butler’a göre; feminist kuramda çoğunlukla hem amaçları söyleme dahil eden, hem de siyasi olarak temsil edilmesi hedeflenen özneyi oluşturan (kadınlar kategorisi üzerinden anlaşılan) bir kimlik bulunduğu varsayıldı. Fakat, siyaset ve temsil tartışmalı terimlerdir. Temsil; kadınlara siyasi özne olarak görünürlük sağlıyor gibi görünse de, kadınlar kategorisine dair bazı varsayılan hakikatleri ya açığa çıkardığı ya da çarpıttığı söylenen dilin normatif işlevidir. Halbuki, feminist kuramda kadınları tümüyle ya da yeterince temsil eden bir dilin geliştirilmesi, kadınların siyasi görünürlüğünü teşvik için gerekli varsayıldı. Kadının hiç görülmediği alanlarda bu elbette çok önemli görünüyordu (Cinsiyet Belası, s. 43-4). Bu açıklama, odaklandığım dönemin özelliklerine uygulanabilir görünüyor. Uzun süre “daha öncelikli siyasi hedefler” olduğu söylenilen kadınlar artık kendi temsillerine girişmiştir. “Devrim olsun da kadın sorununa sonra bakarız” veya “devrim olunca zaten kadın sorunu çözülecektir” argümanından tatmin olmayan kadınlar kendilerini temsil etmeyi hedeflemiş gibi görünüyor. Bu “elbette çok önemli görünen” argümana rağmen, kadınların temsili diye bir şeyden bahsedebilir miyiz? Ya da varsayılan temsil siyasetinin olası sonuçları nedir? Baştan beri sorduğum soru, bu noktada tekrar önem kazanıyor.
 
Foucault’nun argümanına dayanarak devam eder Butler. Foucault hukuki iktidar sistemlerinin sonrasında temsil ettikleri özneleri ürettiğine işaret eder. Ama bu yapılar tarafından düzenlenen özneler onlara tabi olmaları nedeniyle bu yapıların gereklerine uygun şekillerde biçimlenir, tanımlanır ve yeniden üretilir. Bu analize göre kadınları feminizmin öznesi olarak kuran dil ve politikanın hukuki oluşumu temsiliyet politikasının söylemsel ürünü ve sonucudur. Bu yüzden feminist özne, kuruluşunu kolaylaştıracağı düşünülen siyasi sistem tarafından söylemsel olarak kurulur (a.g.e., s. 44-5). Bu noktada özne tüm iktidarlarından kurtulmuş bir eyleyici olarak durmuyor. Dolayısıyla, kadınlığın keşfi temsil edilecek kadınlığı sabitlediği sürece dışlayıcı bir pratiği de barındırıyor. Peki nasıl oluyor bu? Bu çerçevede, Butler’ın soruları ile devam edelim.
 
Erilden farklılaşmış olan, “dişile özgü” bir alan var mıdır? Olsa bile, bu özgüllüğün tanımlanabileceği alan dışlayıcı çerçeveyi eril-dişil ikiliği ile kurmuştur. Ayrıca, dişil olanın özgüllüğü bağlamından koparılır (p. 47). Damla’nın dönemi anlatırken söylediği şeye bakalım:
 
“ [...] tabi çok coşkulu zamanlardı. Bu dayağa karşı kadın mitingi, darbe sonrası ilk mitingdir ve hayat boyunca unutamayacağım müthiş bir şey. Yoğurtçu Parkı’nda. Çok müthişti, biz 50 kişi olur muyuz diye düşünürken 2000 kadın falan geldi. Şeyi unutmuyorum hiçbir zaman: Yoğurtçu Parkı’ndan çıktık yürüyüşe, şıkır şıkır şıkır bir ses gelmeye başladı. Su mu akıyor ne oluyor derken, kadınlar balkonlardan salkım salkım sarkmışlar, onun sesiymiş. Çok müthiş bir şeydi. Böyle bir yürüyüş olmuştu mesela. Ama o yürüyüşte de kafa karışıklıkları vardı. Trans kadınlar gelmişti ve dışlanmaya çalışılmışlardı bu ekip tarafından. Bunu hatırlıyorum.”
 
Bilindiği üzere, bu tartışma feminist hareket içinde dallanıp budaklandı ve LGBTI hareketinin de müdahalesi ile büyük ölçüde aşıldı. Feminist Dergi’nin çıktığı dönemde ise, keşfedilen, temsiliyetine girilen kadınlık kategorisine uymayan bir durumla (!) karşı karşıyalardı. Damla’nın deyimiyle kafa karışıklığı ve dışlamaya neden olmuştu bu durum.
 
Feminizmin içindeki parçalanma ve “kadınların” paradoksal biçimde feminizme muhalefet etmesi de kimlik siyasetinin sınırlarını gösterir. Ayrıca, feminizmin kendi inşa ettiği bir özneyi daha etraflı bir şekilde temsil etmeye çalışabileceği önermesinin olası ironik sonucu, kendi temsil iddialarının kurucu gücünü hesaba katmamasıdır. Kadınlar kategorisinin sadece stratejik amaçlarla kullanılması bu ironik sonucu hafifletmez. Örneğin, tanımlanan kadın kategorisine uymayan bir cinselliği dışlamanın tam da kendisi kastedilmeyen bir sonuçtur (p. 48). Damla’nın anlattığı hikayenin tam da Butler’ın bu eleştirisine denk düştüğünü söyleyebiliriz.
 
b.    Feministleşmiş ideal kadın: Normativite
 
İpek’in sözleriyle başlayalım:
 
“Kadınlar kendilerini dönüştürerek siyaset yaptılar. Kendilerini dönüştürmek demek feministleşmek demekti, siyaset de zaten buydu.”
 
Kadınlığı sorgulamak, iktidar ilişkileri ile beraber üzerine düşünmek ve “feministleşmek” Feminist Dergi grubu içinde paralel giden tartışmalardır. Peki feministleşmek ne demektir? Hatta, bu makale kapsamında daha önemlisi, feministleşemeyen kadın nedir?
 
“Yeterince kadın olamayan/doğru kadın olmayan/ataerkinin ağına düşmüş kadın” üzerine söylenenler yeni kadınlık kategorisine dair Butler’ın normativite kavramı ile beraber düşünebileceğimiz bir tartışmadır. Dergi yazılarından birinin deyimiyle “kadınca bakış açısı” için kadın olmak yetmez, ideal bir feminist kadın olmak gerekir[9].
 
Butler bizi uyarır: Ne tür bir toplumsal cinsiyet ifadesinin altüst edici olup hangisinin olmadığna karar vermeye gönüllü olanlar yargılarını bir betimlemeye dayandırır. Şu ayrımı yapmak çekici gelebilir: toplumsal cinsiyete dair betimleyici bir değerlendirme, toplumsal cinsiyeti neyin idrak edilebilir kıldığına dair düşünmeyi içerir, yani toplumsal cinsiyeti mümkün kılan koşulları içerir. Normatif bir değerlendirmede ise hangi toplumsal cinsiyet ifadelerinin makul olduğu hangisinin olmadığını cevaplamaya çalışır. Ama neyin toplumsal cinsiyet olduğunu sormak bile zaten iktidarın yaygın normatif işleyişine işaret eden bir sorudur. Yani toplumsal cinsiyetin betimlenmesi asla onun normatif işleyişinden önce gelmez ve ondan ayrı tutulmaz (Cinsiyet Belası, p. 27). Kimin feminist kadın, kimin feministleşmiş olduğuna dair sorular bu normatif alanın snırlarını belirlemek, onu kapatmak anlamına gelir, Butler’a göre. Bu bağlamda, Damla’nın sözlerine bakalım:
 
“[Sol hareket içinde] bana hakaret olarak anarşist dendiği de oldu ve ben de çok üzülürdüm. Böyle bir yerden gelip feminist çalışmalar içinde göz hizasından ilişkilenme ve örgütlenme meselesi beni çok çarpmış ve etkilemişti. Hah yani, yerimi buldum, böyle bir yerde politik olunur. Derken, oradaki bazı kadınlar arası ilişkiler ve oradaki belli insanların hiyerarşisi falan, orada çok kırıldım, çok şaşırdım, allah allah burda da değilmiş. Zaten bir ders verme, öteleme, politik bulmama... Zaten sonra bir şekilde attılar beni oradan. Açıkça git demediler ama çok ona yakın bir durum oluştu. Özgürlükçüsün sen, feminist değilsin dendiğini hatırlıyorum. Cinsel özgürlükçüsün. Ve dışlandığımın da farkındaydım. Oradan da böyle bir kopuş oldu. Hüsran oldu. Tam ben de sanırım ne lazımdıysa orda olmak gereken, onu olamamıştım. Belki bu yüzden istedikleri ortak çalışma durumuna ben çok oturmuyordum. Bilmiyorum neydi uyumsuzluğum.”
 
“Çok kırıldığımı hatırlıyorum, böyle de değilmiş bu işler. Yine de böyle bir şeyin imkanı orada hissettim. O kadar hiyerarşik örgütlerden gelirken, göz hizasından ilişkilenmek, beraber yemek yapmak, örgüt yapısının olmaması, aslında bir yapı olmaması, ast-üst olmaması bunlar çok önemli geldi bana.”
 
Damla bunları anlatırken, ondan ne beklendiğini, nasıl bir feminist’in ideal feminist olduğunu açmaya çalıştım. Hatırlamıyordu, sadece aklında kalan feminist hareketin ona açtığı muazzam alan ve dışlanmış hissetmekti. Butler’ın norativitenin kuruculuğu ve dışlayıcılığı ile kastettiği tam da bu olsa gerek.
 
c.      “Kadın olduğum için başıma geliyor”: Şeyleşme
 
Kadın kategorisi daha önce söylediğim gibi iktidar ilişkilerini sorgulamak için çok kıymetli bir alan açmıştır. Fakat kategorinin Butler’ın kullandığı şekliyle şeyleşmeye gidebilecek bir tehlikesi olduğunu düşünüyorum. En temel tehlike toplumsal ve politik olanı açıklamaya çalışırken meselenin karmaşıklığından koparıp tek kategoriyle açıklamaya dair meyildir. Aslında, feminizmin eleştirel pratikler içinden giderken aynı çerçeveye düşme tehlikesinden bahsediyorum. Örneğin Feminist Dergisindeki bir yazıya bakalım:
 
“Rosa luxemburg yayımlanan mektuplarından birinde şöyle diyordu: ‘Küçük bir kız çocuğuyken gerçek yaşamın yüksek damlar ardında bir yerlerde saklı olduğuna kesinlikle inanırdım. O gün bugündür arayıp durdum onu. Ama o, damdan dama atlayarak kaçtı hep.’
 
Politik mücadeleye aktif bir şekilde katılmış kitle konuşmaları yapmış kitaplar yazmış tutuklanmış dersler vermiş birçok erkekten daha fazla hayatın içinde bulunmuş bir kadının kendini gerçek yaşamın dışında hissetmesi benim için hep çok şaşırtıcı ve düşündürücü olmuştu. Daha sonraları ise bu duygunun kaynağının erkeğin olan bir dünyada kadın olarak yaşamak olduğunu anladım. Yaşadığımız şeylerin sadece bize ait değil, tüm kadınlara ait olduğunun bilincine varmamızı, bir araya gelip politikamızı yaparak çemberlerimizi kırmamızı sağlar (p. 24-5).”
 
Bu önemli eleştirinin tehlikesini şu soruyla ortaya koyabilirim: Rosa’nın gerçek yaşamın damdan dama atlayarak kaçtığını düşünmesi gerçekten salt tüm kadınlara dair bir “bilincinin” olmamasından mı kaynaklıydı? Bu bilince erişince artık atlamasına gerek olmayacak mıydı? Butler, feministlerin “ataerki öncesi kültür var mıdır” tartışmalarının sıkıntısını ortaya koyuyor. Ataerkinin kaçınılmaz olduğu savına ithafen yapılan bu tartışmalar, ataerkinin kendini şeyleştirmesini teşhir etmeye çalışsa da bu da bir şeyleştirme türüdür argümanı “kadın olduğum için başıma geliyor” cümlesiyle derdimi açıklıyor (s. 90).  Feminizm maşist iktidarın kendini şeyleştirici iddialarını çürütme niyetiyle hayali bir geçmişe atıfta bulunurken kadınların deneyimini siyaseten sorunlu bir şekilde şeyleştirmemeye dikkat etmelidir (p. 91-2). Rosa’ya dair dergi sayfalarındaki yaklaşım (ve tabi bu yaklaşımın bu örnekle sınırlı olmaması) şeyleştirmeye dair bir kapı açıldığını gösteriyor bana.
 
Butler’ın Yasa tartışmasını açması, baskıcı ya da tabi kılıcı yasa kendini gerekçelendirirken yasanın getirilmesinden önce hayatın nasıl olduğuna, mevcut ve zorunlu biçimiyle yasanın nasıl olup da ortaya çıktığına dair bu hikayenin eleştirisini temel alır. Kökenler bu şekilde üretilirken yasadan önceki durum zorunlu ve tekçizgisel anlamıyla tanımlanır, anlatı yasanın kuruluşuyla sona erer ve onu gerekçelendirir. Yani, köken geri getirilemeyecek geçmişin tek ve yetkin bir anlatımıyla yasanın kuruluşunu tarihsel olarak kaçınılmaz bir şey gibi gösteren anlatıdaki stratejik bir taktiktir (p. 92).
 
Kimi feministler yasa öncesi geçmişte ütopik bir geleceğin izini bulur, yasanın yok edilmesine ve yeni bir düzene potansiyel olarak anlar. Bu hayali “önce” yasanın bugünkü halini ve yasa ötesindeki hayali geleceği meşrulaştrmaya yönelik oluyorsa, söz konusu “önce” bugünkü feminist ve antifeminist çıkarları gerekçelendiren bir uydurmaya dönüşür. Bu “önce” geleceği kısıtladığında ya da kültür öncesi bir otantik dişillik alanının şeyleştirilmesini kasıtsız da olsa desteklediğinde bir siyasi sorun haline gelir. Atıfta bulunulan bu sahici ya da orijinal dişillik, nostaljik ve dar görüşlü bir idealdir. Bu ideal muhafazakâr hedeflere hizmet eder, feminizm içi de aşmaya çalıştığı bir parçalanmaya sebep olur, dışlayıcıdır (s. 93).
 
Butler’a göre, feminist siyasi pratik açısından kimliğin ontolojik inşalarını radikal biçimde yeniden düşünmek gerekiyor. Yeniden düşünmemizi engelleyen ise feminizmin öznesi olarak “kadınları” koymaktır (s. 48). Çünkü kadınlar kategorisi toplumsal cinsiyet ilişkilerini istemeyerek de olsa düzenleyip şeyleştirir, bu feminist amaçlara tamamen ters olsa da (s. 49). Dergi yazılarından kadın kategorisinin kullanımına bakalım:
 
“Kadınların sadece kadın olmaktan kaynaklanan sorunları var. Ve kadınlar sadece kadın oldukları için benzer sorunlar yaşıyorlar. Evdeyken, çalışırken, sokaktayken, erkeklerle olan ilişkilerinde, gebeyken, seviştikten sonra vs. Ve toplumsal alanlar aynı zamanda cinsiyetçi yani erkek... Dolayısıyla kadınların gözünden yeni baştan bu alanlara bakmak kadınların işi/feminizmin alanı (p. 26-7)”
 
Bu alıntı, baştan beri tartışmaya çalıştığım kadın kategorinin tüm kadınların (kadın her ne demekse) aynı veya en iyi ihtimalle benzer deneyimler yaşadığı varsayımıyla eş gidiyor. Bu varsayım, Butler’ın şeyleştirme kavramında açmaya çalıştığı “ataerki öncesi toplum var mıdır” sorusunun sıkıntısını, yasa tartışmasının çıkmazı ve dolasıyla femnizmin öznesi olarak kadınları koymanın neden problem olduğunu açıklar. Damla’nın sözleri derdimi çok daha çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor:
 
“[Feminist Dergi’de] çok büyük bir coşkuyla yazdığımı hatırlıyorum çünkü ben aynı zamanda hem kadın dayanışması gibi bir duyguyu yeni keşfettiğim için, çok heyecanlıydım yani ama dediğim gibi biraz [garip] bir tavır var bende. Hani politikleştikçe o masumiyetini kaybediyorsun ya, kimlik haline geldikçe o şey, çalışma, neyse o politika... ‘Bireysel olan politiktir’den ‘ortak olan politiktir’e falan geçildiği noktada bir şey oluyor orada ve orada herhalde, benim beklentim zedeleniyor.”
 
Feminist olamadığı için suçlandığı bir anı anlatarak devam ediyor Damla. Bu kısmı Butler’ın kadın kategorisi ve şeyleşme tartışması ile beraber okumanın faydası olacağını düşünüyorum:
 
“Ve ben çok kötü yaşamıştım yani şey diye düşünüyorum, ulan napıyorum acaba ben, niye herkesin sinirine dokunuyorum filan. Çünkü komünist olmaya çalışırken bir partinin içinde durmaya çalışırken de öyleydim. Yani zaten işçi semtine gidiyorsun orospu diye bakılıyorsun, ona da yıllar sonra uyandım. Gecekonduda maşrapayla duş yapıyorum herhalde adamlarla filan... Yani bu pis falan... Yani orada tutunamıyorsun. Sonra fark ediyorum orada erkekler asılmış bana ben yüz vermemişim benim için kötü rapor yazmış, örgüt yani. Aday üyesin mesela üye olamıyorsun bir türlü çünkü o herif sana rapor veriyor, o seni istiyor aslında farkında değilim filan. Otistiğim ya ben o sırada, hiçbir şey anlamıyorum. Ya gerçekten öyle bir duvar var o dönemde. Boşuna otistik demiyorum.”
 
Bu duygunun feminist hareket içinde de devam edip etmediğini, kendini mi suçladığını sorduğumda ise şöyle cevap veriyor:
 
“Tabi o zaman öyle, ben beceremiyorum neyim eksik falan. Bende herhalde bu politik olmak somut bir şey, ayakları yere basan gerçek bir şey ve sen gerçek olamıyorsun. Sahici olamıyorsun, öyle bir duygu var. Bunların hepsi biliyorlar, bir diller duruşlar kodlar tutunmalar var ben hiçbir şey beceremiyorum filan yani. Oradaki duygu çok şey, sen sahici değilsin saçma yalan bir şeysin. Onu da olamıyorsun bunu da olamıyorsun filan.”
 
6.    Sonuç yerine
 
Dolayısıyla, sorum çerçevesinde Butler’a gitme nedenim, feminizmin öznesi olarak kadınları koymanın problematizasyonunu yapması, bunu yaparken özne tartışması ile temsiliyet arasında kurduğu ilişki, betimleme ve normativitenin sıkıntısını örme biçimi ve şeyleşme kavramına gidiş yoludur. Feminist dergisi yazıları ve dergi içinden kadınlarla yaptığım görüşmelerde Butler’ın bu çerçeveden kurduğu bağlantıları anlamaya çalıştım.
 
Referanslar
Butler J., & Benhabib S., & Fraser N., & Cornell D., (2008), Çatışan Feminizmler: Felsefi Fikir Alışverişi, Metis: İstanbul
Butler, J. & Weed E., (2011), Question of Gender: Joan Scott’s Critical Feminism, Indiana University Press: USA
Butler, J., (2008), Cinsiyet Belası, İstanbul: Metis
Feminist Dergi (Tıpkıbasım), (2012), Notabene: İstanbul
Foucault, M., (1984) “Polemics, Politics, and Problematizations” in Foucault Reader, (Rabinow, P. ed.), Pantheon: New York.
Scott, J., (2013), “Toplumsal Cinsiyetin Yararları ve Sakıncaları”, Kültür ve Siyasette Feminist Çalışmalar Dergisi, Sayı 20, indirilen sayfa: http://www.feministyaklasimlar.org/ozet/?postid=1872       

Dipnotlar
[1] 12 Eylül darbesinden kendisine yarar sağlayan anlamında kullanılır.
[2] Queer teoriyi ve postyapısalcı feminist teoriyi birbirinin yerine ikame edilemeyecek ama aynı metodolojik derdi paylaşan bir şekilde kullanıyorum.
[3] Bu yazıda verili kategorileri eleştirmek olarak kullandığım terim, Bourdieu’nun doxa kavramı ile düşünülebilir.
[4] Foucault’cu anlamda kullanıyorum. Problematizasyon kavramı için bkz: Polemics, Politics and Problematizations makalesi (1984, s. 384-9).
[5] Görüştüğüm kadınların döneme dair çoğu hikayeyi/deneyimi hatırlamamaları beni en zorlayan meselelerden biriydi. Bu yüzden dergiyi yanımda götürüp hatırlamalarına yardımcı olmaya çalıştım.
[6] Bu sorunun güncel feminist politika yapma biçimimizde önemli bir rolü olduğunu düşünüyorum. Fakat, bu mesele çok daha etraflı bir araştırma ve düşünsel pratik gerektirdiği için bu yazının sınırını aşmaktadır.
[7] Feminist Dergi’den yapılan tüm alıntılarda tıpkıbasımını sayfa numaraları temel alınmıştır.
[8] Görüşme yapılan kadınların kendi isimleri kullanılmamıştır.
[9] Bu tartışma, Türkiye’de daha sonraki feminist tartışmalarda feministleşmiş kadın özne olarak tanımlanacaktır  

Etiketler: insan hakları, eğitim
İstihdam