24/09/2012 | Yazar: Kaos GL

İlk romanı Mihman’da Türkiye’nin 1990’lardan bu yana yaşadığı şiddet ortamını anlatan Şair Akif Kurtuluş, romanından yola çıkarak ‘çözüm’ü de anlattı

İlk romanı Mihman’da Türkiye’nin 1990’lardan bu yana yaşadığı şiddet ortamını anlatan Şair Akif Kurtuluş, romanından yola çıkarak “çözüm”ü de anlattı
 
“Ben, bu romanda, bir savaşla ve bir kimlikle yüzleşememe halini dert edindim. Eğer Kürt meselesi gibi bir sorunun varlığını bu bağlamda hissedersiniz, 1915’in Türkiye’nin neye mal olduğunu da hissedememezlik edemezsiniz. Bu anlamda, Türkiye’nin kara kutusu 1915’tir.”
 
Agos Gazetesinden Sevag Beşiktaşlıyan, Şair Akif Kurtuluş ile görüştü
 
Akif Kurtuluş’a göre “Sahici bir barış dilini kurmanın yolu, evladını savaşta yitirmiş anneleri anlamaktan geçiyor. Türkiye o anneleri anlarsa başka bir ruh hali hâkim olacak. Türkiye bunu saklıyor ve paylaşmak istemiyor.” Ancak yine de Kurtuluş’a göre bir umut var ve kendisine bu romanı yazdıran da işte o umut.
 
Şiirleri ve denemeleriyle tanıdığımız Akif Kurtuluş’un ilk romanı Mihman, İletişim Yayınları’ndan çıktı. Mihman’da Türkiye’nin 1990’lardan bu yana yaşadığı şiddet ortamını anlatan Kurtuluş ile ilk romanından yola çıkarak “çözüm”ü de anlattı.
 
Bunca yıl şairlikten sonra, roman yazmaya nasıl karar verdiniz ve yazma süreci ne kadar sürdü?
Yazma süresi çok uzun değil, yaklaşık bir yılımı aldı. Ama şöyle bir şey var, şiirden de biliyorum; şiir bir haftada veya bir ayda yazılır, onu besleyen çok şeyler vardır. Bu romanı da besleyen, 1990’ların başından beri gelen bir şey… Bu roman, bir karşılaşma, bir kesişme ile başladı. Ondan sonra yazdığım bir yazı vardı: Romantik Korno’nun içine aldım onu; Defterin Sahibi yazısı. Geçen yıllar, o yazının beni kesmediğini gösterdi. İçinde olduğumuz hayat aslında çağırıyordu böyle bir şeye… Öyle başladı zaten, romanın ithafının anlamı da o. Defterin sahibine…
 
İçinde yer alan Fenerbahçe hikâyesinden kitabın 2006-2007 yıllarında yazıldığı gibi bir his uyandı bizde…
Dediğiniz şey, romandaki somut tarihleri işaretlemekle ilgili. Romanda tarih yok ama romandaki belli olayların günü gününe tarihi var, ben sadece o tarihin ne olduğunu yazmadım. Ama oluşum süreci dediğiniz şey 1990’ların başında başladı.
 
O tarihten itibaren ufak ufak notlar alarak mı tamamladınız romanı?
Ben o notları alırken, 10-15 yıl sonra bir roman yazacağım ve bu notları onun için alıyorum gibi bir şey düşünmedim. Romana özel, geçmişten gelen bir çalışma yapmadım. Benim de bir defterim vardı ve o defter dolmaya başladı. Bir noktadan sonra, artık ben oturup yazmaya başladığım zaman, bir romanın başına oturduğumu biliyordum. Bunun başka bir matematiği var. Ben şiirin “parasız yatılı okulu”nu bitirmiştim. Orada romanla karşılaşınca ve bunun bir roman olduğunu hissetmeye başlayınca, onun ruhuna girdim ve bunun üzerine bir mesai sarf ettim.
 
Şiirden düz yazıya geçerken zorlandınız mı?
Öyle bir kaygım olmadı. Ama “bunu yazarken zorlandın mı?” dersen, yazmakla ilgili değilse bile, yazdıran ilişkiler, yaşarken çok zorlayan şeylerdi. Dolayısıyla insan, ne kadar zorlanmışsa yaşarken, zorlandığı bir şeyi yazarken daha da zorlanıyor.
 
Kitabın çıkış tarihine yakın bir dönemde, kitaptakine benzer şekilde, avukat milletvekili Hüseyin Aygün kaçırıldı. Bu tesadüften, hem sosyal medyada, hem kitabın eleştirilerinde bahsedildi. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Mihman’ı ilk elden okuyanların aklına böyle bir şey geldi. Ama Türkiye’de PKK’nın kaçırdığı ilk avukat, milletvekili olmasına rağmen Hüseyin Aygün değildi. Örneğin son bir yıl içerisinde PKK, Ağrı’da bir başka avukatı da kaçırdı. Zaten burada kaçırılanın avukat olup olmaması ile ilgili bir mesele de değil. Bence bu bir tesadüf… Çünkü zaten Türkiye’de 30 yıldan beri süren bir savaş var ve insanlar bu savaşla yüzleşemiyorlar, yüzleşemiyoruz. Ben de yüzleşemeyenlerin, yüzleşemediği yerden aslında konuştum, konuşmaya çalıştım.  Belki bununla yüzleşmeye cesaret edebilseler, bir başka şeyin peşine düşecekler ve kaçırılan ilk avukatın Hüseyin Aygün olmadığını anlayacaklar. Zaten bir kaçırılma romanı da değil Mihman. Bana bu roman ve Hüseyin Aygün’ün kaçırılması üzerine bu roman dolayımıyla konuşmak, çok sevimli gelmez doğrusu. Bu romanı popülerleştirilebilir. Ama Hüseyin Aygün’ün kaçırılmasından dolayı popülerleştirilmesi beni sadece üzer. Çünkü bu, romandaki meselenin ne olduğunun anlaşılmadığını gösterir.
 
Kitapta Kürt sorununun yanı sıra, Ermeni sorunu da satır aralarında işlenen bir konu. Kürt sorunu için mücadele veren karakterler; Mehmet Fuat, Ermeni Konferansı’nı Kemal’le tartışıyor ve Nezir, bu meselenin geçmişine temas ediyor. Sizce bu sorunlar, böyle iç içe geçmiş konular mı?
Ben, bu romanda, bir savaşla ve bir kimlikle yüzleşememe halini dert edindim. Eğer Kürt meselesi gibi bir sorunun varlığını bu bağlamda hissedersiniz, 1915’in Türkiye’nin neye mal olduğunu da hissedememezlik edemezsiniz. Bu anlamda, Türkiye’nin kara kutusu 1915’tir. Bunun bir kara kutu olduğunu konuştuğunuz andan itibaren, Kürt meselesiyle de yüzleşebilmenin mecrasına girmişsiniz demektir. Dolayısıyla bu meselede, “şehit asteğmenin babasının oğlunun cenazesinde aldığı pozisyon” ile o babanın 1915 ve Ermeni meselesi üstüne aldığı pozisyon birbirinden uzak pozisyon değildir. Birbirinden farklı ama Türkiye’nin iki büyük travmasına temas etmeden, sadece birine dokunduğunuz zaman, öbürünü ıskalayarak girdiğiniz yerden çıkamazsınız. O nedenle, romandaki şehit asteğmenin babası Kemal’i, 1915 meselesinde ve özellikle o zaman, Sabancı Üniversitesi’nde tartışılan meseleler ile ilgili çok önemsedim. O tavır da aynı ortalama tavırdır ve aynı ortalama algıdır.
 
Yine romanda özel harekâtçı Müdür, Kürt sorunu hakkında bir hesaplaşma içine giriyor. Aynı şekilde geçtiğimiz senelerde, Ayhan Çarkın’ın itiraflarını medyadan takip etmiştik. Sizce geçmiş karanlık yıllara ait itiraflar, bu sorunun çözümü için faydalı olabilecek mi?
İkisi biraz farklı itiraflar, kendi kişisel tarihleri açısından da çok farklı. Ben Ayhan Çarkın’ın itiraflarını, bu ülkede yaşayan, bu ülkeye bakan, bu ülkeyi izleyen ve parmak kaldıran birisi olarak tabii ki önemsiyorum ama doğrusunu isterseniz, edebiyatçı yanım da bana şunu fısıldıyor: Ayhan Çarkın, bir şeyleri yedirmeye çalışıyor, dikkat et. Bu itirafların arkasında, Çarkın’ın ödediği bir bedel var mı? Bunu bilemiyoruz ama Mihman’daki Müdür’ün kendi başka bir tarihi veya başka bir aymışlığı var. Mihman’ı ben de sizin gibi okudum ve böyle bir aymışlık gördüm ama bir okur olarak ben yanıltıcı olabilirim.
 
Kitapta Kürt sorununun çözümü için, bir yanıyla annelerin acılarının eşitlenmesiyle bir adım atılacağını öngörüyorsunuz. Türkiye’de bu şekilde, hakikaten bir barış dili oluşabilir mi?
Kurgum içerisinde Nalan’ın Karşıyaka Mezarlığı’nda defin sırasındaki tavrı, daha sonra Van’a gittiğinde aynı çatışmada öldürülen gerillanın annesini ziyaret etmesinin naif bulunacağından çok endişe ettim. Ama bunun altını çizmek zorundaydım çünkü gerçekten sahici bir barış dilinin o anneleri anlamaktan geçtiğini düşünüyorum. Bu çok safça bulunabilir, buna hiçbir itirazım yok. Bu meseleyi anlamaktan uzak, bu meseleyi çok yumuşatmaya yönelik ve bu meselenin merkezinden uzaklaştıran bir bakış olduğu iddia edilebilir. Hiç itiraz etmem buna ama bu tavrım, bunu kabul ettiğim anlamına gelmez. Ama ben şu konuda ısrarlıyım; Türkiye’nin bu savaşta çocukları ölen anneleri anlamadığını düşünüyorum, hatta anlamak istemediğini düşünüyorum. Sadece bunun anlamaya değer olmaktan öte gerçekten bu anlama çabasının bir başka dili işaret ettiğini görüyorum. Kaldı ki, bu romanda geçen Yusuf’un annesi Nalan ile Van’daki Asiye gibi anneler olduğunu biliyoruz ama Türkiye onları daha tanımıyor. Türkiye, Kocatepe Camisi’nden cenazesini kaldırdığı askerin annesini dahi tanımıyor. Çünkü onu tanımak istese, ona ulaşmak istese ve onu anlamak istese, başka bir ruh hali hâkim olacak. Türkiye bunu saklıyor ve bizimle paylaşmak istemiyor. Ben bunu öğrenmek için o camiye gidiyorum. O gerillanın annesini de bu ülkenin tanımasını istiyorum. Onun için Asiye romanda, evden çıktığı zaman yere tülbendi atmıyor çünkü o atılan tülbent artık barış dilini anlatmıyor, çünkü bu coğrafyada kadınlar da savaşıyor. O coğrafyada silahlı savaşıyorlar, İzmir’de Cumhuriyet Meydanı’nda ise başka kadınlar başka türlü savaşıyorlar. Cumhuriyet Meydanı’ndaki kadının, aslında Asiye’yi anlayabileceğini ama bunun için hayatında bazı şeyleri gözden çıkarması gerektiğini ve bazı şeyleri de göze alması gerektiğini düşünüyorum.
 
Tişörtün üzerindeki Subcomandante Marcos romanda önemli bir karakter. Biliyoruz ki, Zapatistalar, Marcos’un deyimiyle anneler için diyerek silahı bırakıp, pasif direnişe geçtiler. Kürt mücadelesinde böyle bir damarın yükselme şansı var mı?
Bu soruya benim kişisel bir cevabım var, fakat bunu romanı yazan Akif Kurtuluş’la değil, başka bir Akif Kurtuluş ile konuşmanız gerekir. Ama o tişörtün yaptığı yolculuk, bir eksen bu romanda. O ekseni de oraya spor olsun diye koymadım. Fakat bir umut var; bu çok karanlıkta ışığın olmadığı yerlerde bu roman yazıldı. Bu romanda, gece ve yağmur çok başattır. Ben Çamlıhemşinliyim ve yağmur benim için umut ve hayat demektir. Bu umut var ki bir elimden tuttu ve bana bu romanı yazdırdı. Bu umut var, çünkü bugün bu ülkede savaşan gerillalar bu ülkenin çocukları. Var, çünkü onlar içimizdeki arkadaşlarımız ve kardeşlerimiz. Onlarla aynı okula gittik ama onları unuttuk biz. Onları okulda döverlerken, söverlerken sesimiz çıkmadı. Dolayısıyla bu hayat hepimizin hayatıyken, şimdi başka bir vahşetin dilini çağırıyoruz ve maalesef şiddet dili ortaya çıktığında ona yapışan çok oluyor.
 
Hikâyenin büyükçe bir kısmı Ankara’da geçiyor ve karakterler, Ankara’nın kent kimliğini yaşıyor. Ankara’nın pek farkına varılmamış kent kimliği hakkında neler demek istersiniz?
Ben kindar birisi değilim. Ama biz 1980’lerde fakülteyi bitirdikten sonra, bizim bütün arkadaşlarımız İstanbul’a giderken ben nöbetçi Ankaralı gibi Ankara’yı bekledim. Dolayısıyla Ankara benim şiirlerimde de vardır. Bu yüzden, büyük bir anlatının peşine düştüğümde Ankara’yı feda etmem mümkün değildi. Ankara’da yaşıyor olmanın ve Ankara’yı terk ettikten sonra, İstanbul’dan Ankara’yı sevmeme halleri üzerine onca laflar edenleri, kendi kompleksleri ile baş başa bırakıyorum, Allah’larından bulsunlar… Ben kendi yazdığımdan mesulüm. Yarın ikinci bir roman yazarsam, yine Ankara orada olur.
 
Romanda ismi geçen özellikle geçen Ergin Günçe ve Faik Candan’ın isimleri neleri çağrıştırıyor?
Faik Candan’ın cesedi Bala’da bulundu. Derin devletin katlettiği Ankara’da yaşayan avukat kardeşimizdi. Benim de, değer verdiğim bir arkadaşımdı. Ergin Günçe, Vanlı Baran Aydın’ın dağdaki adı. Müdür şaşırır romanda “neden Ergin diye bir ad alsın” diye… Ama Ergin’in oğlunun adı da Turgut… Türkçe şiire bu kadar hâkim ve Türkçe şiiri bu kadar seven birisi dağda. Böyle insanlar gerçekten var, fakat insanlar ne biliyorlar, ne de hayal edebiliyorlar. Bu yüzden, Ergin Günçe’yi çok seven ve oğlunun adını Turgut adını koyacak, Dicle Üniversitesi’nde edebiyat okumuş biri Baran Aydın…(Agos Kirk)

Etiketler: kültür sanat
İstihdam