29/05/2020 | Yazar: Sibel Yükler

İHOP Genel Koordinatörü Feray Salman: “LGBTİ’ler senin genel karar alma sürecinin neresindeler, gerçekten içine, karar sürecine katıyor musun?”

Şimdi tam da sırası: “Nefret suçuna sessiz kalmak insan hakları etiğine aykırı” Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

“Şimdi tam da sırası” diye başladığımız “Haklar” dizisinin altıncı konuğu İnsan Hakları Ortak Platformu (İHOP) Genel Koordinatörü Feray Salman. Feray Salman ile ayrımcılık meselesinin insan hakları hareketinin gündemine ne zaman ve nasıl girdiğini, ilk ayrımcılık karşıtı buluşmalarda LGBTİ+ hareketiyle bir araya gelme süreçlerini, insan hakları mücadelesinde izleme-raporlamanın önemini ve insan hakları hareketinin bugün ayrımcılığa karşı durduğu noktaya konuştuk.

Salman, İHOP’la başlattıkları özellikle ayrımcılık karşıtı temalı toplantıların, insan hakları hareketinin LGBTİ+ hareketi ile ilişki bakımından çok önemli olduğunu hatırlatıyor. Uzun zamana yayılan bu buluşma ve toplantılarda birbirinden farklı hak örgütleri ile LGBTİ örgütlerinin bir araya geldiğini ve bireysel tanışıklıktan daha öte, kurumsal tanımaya yönelik adım özelliği taşıdığını belirtiyor.

Ayrımcılık karşıtı buluşmaları düzenledikleri ilk günden bu yana insan hakları hareketindeki tartışmaların da değiştiğini söylüyor fakat şunu da eklemeden geçmiyor:

“Bazı inançlar ve ideolojiler nedeniyle ayrımcılık yapılmasına göz yummak, onlara yönelik nefret söylemi ve nefret suçuna karşı sessiz kalmak ya da gözünü kapatmak insan hakları etiğine aykırı.”

Salman’a göre, örgütler ve kurumlar içinde komisyon ve sekretarya kurmak ya da kotalar koymak, kadın ve LGBTİ+ meselesinin içselleştirildiği anlamına gelmiyor, aksine “Yaptım, oldu” demeden çaba sarf etmek gerekiyor ve şu soruyu soruyor:

“Peki, mesela LGBTİ’ler senin genel karar alma sürecinin neresindeler, gerçekten içine, karar sürecine katıyor musun? Bence giderek gelişen, büyüyen ve bu nedenle hala bunu düşünmek zorunda olduğunuz ve planlamak zorunda olduğumuz bir kapsayıcılık sorunu var. “Ben yaptım, oldu” deyince olmuyor, bunun araçlarını, olanaklarını hazırlamak bir yana, devam etmesi için içselleştirilmesi lazım.”

LGBTİ+ hareketinin, insan hakları hareketi içinde yerini aldığını söyleyen Salman, “LGBTİ hareketi, insan hakları meselesini içselleştirme konusunda çok çaba sarf ediyor ve bu çabada da başarılı oluyor” diyor.

‘Her rapor, ardından bir eylem süreci başlatır’

Aslında şehir plancısısın, ama uzun yıllardır hak savunuculuğu alanında çalışıyorsun. Önce, hak savunuculuğu mücadelendeki hikâyeyi dinlemek istiyorum. Bu yolculuğun nasıl başladı?

İnsan hakları mücadelesine dahil olma hikayem aslında 90’ların başında Avrupa Komisyonu Türkiye Delegasyonu’nda çalışırken, çalıştığım bölümün ilişkileri nedeniyle İnsan Hakları Derneği (İHD) ile karşılaşmamla başladı diyebilirim. Çünkü 1981’de üniversiteyi bitirdikten sonra hem evlendim hem de hızlıca çalışma hayatına girdim. Dört sene kadar çalıştıktan sonra da Londra’ya gittik. Döndükten sonra tekrar bir parça şehir plancılığı yapmaya çalıştım fakat meslekte sorunlarım, kaygılarım oluşmuştu. Mesleği bir tarafa bırakıp kendime başka bir iş aradım, tesadüfen Avrupa Komisyonu Türkiye Delegasyonu’nda iş buldum. O sıralarda Körfez krizi vardı, Kürt meselesi vardı ve bölgede olağanüstü hâl vardı. ODTÜ'deyken sol hareketin içindeydim. Pek çok şeyin farkındaydık. Fakat bu yaşananlarla daha somut karşılaşmaya başlayınca başka bir farkındalık oluşuyor. Benim insan hakları ile tanışmam 1990’lı yıllara denk düşüyor. O dönem İHD ile tanıştım. İHD ile buluştuğumda o sıra Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) de yargı kararlarını kabul etmeye başlamıştı. İHD de o dönemde, Türkiye’nin AİHM’in yargı yetkisini kabul etmesinin ardından Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi üzerine eğitimleri vermeye başlamıştı ve ben de programı takip etmek üzere o toplantılara gidip gelmeye başladım. “Bu ülkede ne oluyor, ülkenin Doğu’sunda neler oluyor?” dedirten, beni hakikatle yüzleştiren o toplantılardır aslında. Kendi küçük dünyanın içerisinde olan şeyler birdenbire bu dünya ile buluştuğu zaman afallıyorsun, haksızlık duygusuyla birleşiyor. Sonunda kendimi bu yolda buldum. O sıralarda Kürt milletvekilleri hapisteydi ve yargılamaları devam ediyordu. Biz de izliyorduk. Bölgedeki çatışma giderek derinleşmişti. Bu zaman dilimi içinde Türk Tabipleri Birliği’yle karşılaştım, “Olağanüstü Dönemlerde Sağlık Hizmetleri”ne yönelik bir çalışma yürütüyorlardı. Diyarbakır’a gidip gelmeye başladım. O dönemler, olağanüstü hal bölgesinden gelen haberleri, Diyarbakır’da zorla yerinden edilmiş aileleri, sokakta çalışan çocukları, faili meçhul cinayetleri görmezden gelmek mümkün değildi. Aynı zamanda barış için çaba gösteren doktorlar, mühendisler, öğretmenler, avukatlar ve kadınlarla tanıştım. Orada kurduğumuz dayanışmanın, dostlukların bende uyandırdığı duyguları tarif etmem çok zor…

O dönem Türkiye, AB'ye yakınlaşmak isteyen, ortaklık ilişkilerini adaylığa evriltmek isteyen de bir ülkeydi. Pek çok tartışma ortamı vardı ve bu tartışmaların odağında insan haklarının korunması en önemli konuydu, dolayısıyla alanın içerisine girmeye ve öğrenmeye başladım. 1997-98 yılları arasında İHD üyesi oldum. İHD, benim için yeni bir okul oldu. Yaya haklarından, mültecilere, engelli haklarına dek pek çok meselenin farkına varma, öğrenme ve eyleme yeriydi İHD benim için.  O sıralarda halen daha Avrupa Birliği’nde çalışmaya devam ediyordum. Görevim de değişmişti. Enformasyon Koordinatörü olmuştum. AB’nin tanıtımını yapmak, bilginin yaygınlaşmasını sağlamak için Türkiye’nin 10 kentinde AB Bilgi Büroları açtık. Bu benim sivil toplum örgütleriyle daha fazla ilişki içinde olmamı da sağladı.

2000 yılına geldiğimizde ise, “Hiçbir şey yapmadan duramayacağım burada, ben alana gitmek istiyorum” dedim ve “I need to go!” diyerek Avrupa Birliği ofisinden ayrılıp Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nda (TİHV) dokümantasyon merkezine gittim. İnanılmaz bir öğrenme alanıydı dokümantasyon merkezinde çalışmak. Olayları belgelemek, peşine düşmek, sürekli takip etmek başka bir yük daha bindiriyor insana. Bütün bunlar olurken ben ne yapıyorum sorusunu sorduruyor. Bir yandan da daha çok öğrenme, ne kadar az şey bildiğin gerçeğiyle yüzleşme, o yüzden daha çok çalışmak.  TİHV’e çalışırken İHD’de de yönetimde yer almaya başlamıştım. Bazı şubelerin genel kurullarına katılıyordum, bütün bunlar farkındalığımı daha da artırdı, pekiştirdi ve insan hakları alanında kalma kararımı olgunlaştırdı. Hem İHD hem TİHV ve belki de mesleğimin sağladığı bazı beceriler ile insan hakları savunuculuğundaki yerimi belirlememde katkıda bulundu. Dokümantasyona olan yatkınlığımı, raporlama ve izlemenin niye bu kadar önemli olduğunu kavrama meselem aslında dokümantasyon merkezi ile başladı. Mülakatı beceremiyordum çok fazla, çünkü mağdurla görüşmelerde ağlıyordum. Aslında insan hakları savunucularının görüşmelerde biraz daha mesafeli durması, hakikati nasıl ortaya koyacağına eğilmesi, mağdurla beraber ağlamayı değil, dediklerini öncelemesi gerekir. Ben insan hakları savunuculuğunu yaparak öğrendim, raporlama meselesi de böyle gelişti.

2000’lere gelindiğinde sanırım insan hakları mücadelesinde başka evre de başlamış oldu. İnsan Hakları Ortak Platformu da 2000’lerde belli bir amaç için oluşturuldu hatta.

2005 yılı, AB-Türkiye ilişkilerinde değişik aşamaya girildi, adaylık süreçleri, adaylığın kabul edilmesi, katılım süreçleri gibi epeyce yoğunlaştığı bir dönemdi. Olağanüstü hâl de kaldırılmıştı ve insan hakları örgütlerinde de bir açılım süreci olmuştu. İnsan hakları örgütleri o dönemde, “Hep birlikte ne yapabiliriz?” sorusu üzerinden İnsan Hakları Ortak Platformu’nun (İHOP) kurulmasını başlattılar. Yusuf Alataş, “Biz bir ağ kuruyoruz, deklare ettik, sen de bu alanın içine gelir misin, koordinatörü olur musun?” dedi, ben de, “Tamam” dedim. Kuruluşunda AF Örgütü, İHD, TİHV, Helsinki Yurttaşlar Derneği ve Mazlum Der vardı. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne adaylık sürecinin ciddi bir aşamasına ulaşılmıştı ve Kopenhag Siyasi Kriterleri kapsamında ciddi adımlar atılması gerekiyordu. O dönemde sivil toplum örgütleri için de görece daha elverişli bir ortam da oluşmuştu. Demokratikleşme adımları atılmaya başlamıştı ve insan hakları örgütleri ortak bir ses oluşturmak, süreci etkileyebilmek için İHOP’u oluşturmuşlardı. Ben de İHOP’un genel koordinatörü olarak tekrar alana döndüm. 2005 Ekim’inden bu yana da İHOP’tayım.

İnsan hakları mücadelesini yürütürken çeşitli çalışma alanlarına yöneliyorsun. Senin alanından ilerleyecek olursak; hak savunuculuğunda raporlama ve izlemenin önemini nedir?

İnsan hakları savunuculuğu sadece ihlali ortaya çıkarmakla sınırlı değil, aynı zamanda değişim için mücadele etmeyi de içeriyor. Değişmesi gerekenin ne olduğunu ortaya koymak ve bunun mücadelesini vermek için her şeyden önce neyin olmadığını, niye olmadığını, kimin ne yaptığını, nasıl yaptığını, ama aslında yapması gerekenin ne olduğunu ortaya çıkaracak bir çalışma yapmak gerekiyor. Türkiye, uluslararası ve bölgesel insan hakları sözleşmelerinin pek çoğunu onaylamış ve dolayısıyla bu sözleşmeleri yerine getirme yükümlülüğü altında olan bir devlet. Yani herkesin insan hak ve özgürlüklerinde eşitliğini sağlamakla yükümlü. İnsan hakları savunucularının asli görevi de bu yükümlülüğün yerine getirilip getirilmediğini denetlemek, getirilmesi için çaba göstermektir. Bu denetimin en önemli araçlarından birisi ise hakikati ortaya çıkaracak kanıtlara dayalı, insan hakları norm ve standartlarını esas alan araştırma, belgeleme ve raporlamadır. Kimlerin insan hak ve özgürlüklerinden yararlanamadığını ortaya çıkarma, talep etme ve gerçekleşmesi için uğraş verme işidir. O yüzden süreklilik ister. Hakikatin ortaya çıkarılması kimilerini rahatsız etse de toplumsal barışın kurulması için önemli bir uğraştır. Her rapor, ardından bir eylem süreci başlatır. Haksızlığın giderilmesi, başka mağduriyetlerin ve ihlallerin olmaması için yol göstericidir.  

“Ayrımcılık karşıtı buluşmalar, LGBTİ hareketle ilişki bakımından çok önemliydi”

Peki hak savunuculuğu mücadelende hem örgütlü olarak hem de bireysel olarak LGBTİ+ hareketiyle ilk temasın ne zaman, nasıl başladı?

İnsan Hakları Derneği'nde aktif olduğum dönemde benimle birlikte çalışan arkadaşlarımla iyi bir ekip vardı, ilk engelli hakları çalışmasını yaptık, mülteci çalışmaları yaptık, kara mayınları meselesine el attık, uluslararası insan hakları mekanizmaları ile ilişkileri öğrendik. O dönemlerde bir gün Okşan geldi, transtı. Benim bir transla ilk buluşmam da böyle olmuştu. Daha önce İHD’de yaşanan komisyon tartışmalarından o dönem haberim yoktu, sonradan haberim oldu. Bireysel arkadaşlıklarımın dışındaki bu arkadaşlarımın benim insan haklarının farklı boyutlarını öğrenme sürecimdeki katkıları çoktur, İHD’deki ilk temasların ardından daha yoğun olarak LGBTİ hareketiyle birlikte çalışmam STGM’nin çalışmalarına kolaylaştırıcı rolü ile katılmam vasıtasıyla oldu. STGM’nin sivil toplum örgütlerine yönelik verdiği destek programları kapsamında diğer örgütlerin yanı sıra LGBTİ örgütleriyle de bir araya gelmeye başladık. Bu buluşmalar, benim LGBTİ hareketini, hareketin içinde yer alanların da beni daha fazla tanımasını sağladı.

İHOP’un ilk yıllarında çalışma alanından birisi ayrımcılık olarak belirlenmişti. Ayrımcılık, İHOP kurucu örgütlerinin tümünün ortaklaştığı bir sorundu. Bunun için çeşitli faaliyetlerde bulunduk. Özellikle 14-15 Aralık 2007 tarihlerinde yaptığımız ayrımcılık karşıtı temalı toplantı LGBTİ hareketi ile İHOP ilişkisi bakımından çok önemlidir. Bireysel tanışıklıktan daha öteye, kurumsal tanımaya yönelik bir adım özelliği taşır. Bu toplantı, Melek Göregenli ve Nilgün Toker’in kolaylaştırıcılığında ayrımcılıkla mücadele ortak paydasında Kaos GL’nin ve Pembe Hayat’ın temsilcilerinin de içinde olduğu 25 farklı sivil toplum kuruluşunun bir araya geldiği bir toplantıydı. Yanlış değilsem, LGBTİ örgütleriyle diğer sivil toplum örgütlerinin yan yana geldiği ilk toplantıydı Ankara’da.

O toplantının ardından, kimseden birbirini görmekle ilgili şikayet gelmedi, aksine herkes birbirini dinledi. O bizi çay simit toplantılarına götürdü Ankara’da. Aslında İstanbul’daki arkadaşlarımızın ürettiği bir şeydi, ‘çay simit toplantıları’ diyorlardı, bizimki çok kalabalık oluyordu. Ankara'da faaliyet gösteren sivil toplum örgütlerinin ayrım yapmaksızın bir arada olduğu toplantılardı, birbirlerini ziyaretlere başlamışlardı ama bu ziyaretler bir yerde bir şey oldu ve kesildi. Sanırım siyasal ortamda bir kesinti olmuştu. Ama o toplantılarda herkesin birbirine gerçekten dinleyebildiği, kendi gündemlerini, faaliyetlerini konuştukları mecralar oluştu. Sonra bu ayrımcılık meselesine devam ettik. Benim ayrımcılık meselesinin politik anlamını daha iyi kavramamda hem ayrımcılık sorunuyla uğraşan örgütlerin hem de Melek Göregenli, Nilgün Toker ve İlknur Üstün ile birlikte yürüttüğümüz 6 kenti içeren ayrımcılık karşıtı atölyelerin katkısı çok oldu.

Aslında İHOP’un çalışmalarının pek çoğunda LGBTİ örgütleri vardı, Ankara özelinde ise muhakkak Kaos GL yer aldı. İnsan Hakları Savunucuları Ağı diye bir çalışma grubu başlatmıştık, orada Pembe Hayat’tan arkadaşlarımız da vardı. O sıralarda Pembe Hayat'ın bir davası vardı, Buse’ye (Kılıçkaya) karşı açılmış bir davaydı. İHD’nin ilk genel sekreteri, yıllarca İHD başkanlığı yapmış Hüsnü Abi de (Öndül) İHOP’un yönetim kurulu üyesi olarak çalışma grubuna katıldığında, Buse'lerin davasını izledi. Bu aslında çok önemli bir şey.

2009 yılında dönemin hükümeti yeni bir demokratikleşme paketi açıklamıştı. Bu paketin hedeflerinden birisi Ayrımcılıkla mücadele idi. İHOP’ta sonra “Ayrımcılıkla Mücadele Yasa Taslağı” üretmeye koyulduk. Bizim taslağımızda cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği yazıyordu. Sadece bir örgütün; o dönemki Mazlum Der içindeki bazı arkadaşların bu ifadeyle problemi vardı.

“Nefret suçuna karşı sessiz kalmak insan hakları etiğine aykırı”

İHD Eş Genel Başkanı Öztürk Türkdoğan da söyleşimizde anlatmıştı Mazlum Der sürecini. Sonra ne oldu taslağa?

Ama ona rağmen bir dizi toplantı yaptık ve toplamında 150 örgüt temsilcisi bir araya gelip bir belge ürettik: Ayrımcılıkla Mücadele ve Eşitlik Kurumu Yasa Taslağı idi. O zaman 2010 yılıydı, Beşir Atalay İçişleri Bakanıydı ve Demokratikleşme paketinden sorumlu idi. Biz taslağımızı onlara gönderdik, onlar taslaklarını bizle paylaştılar. Onların ilk taslağında cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği vardı, sonra kamu idaresi içindeki kurumlarla istişare süreçlerine girdiler, artık orada bizi devre dışı bıraktılar, müdahale edemedik ve nihayetinde uzun süre raflarda bekletilen içinden cinsiyet kimliği ve cinsel yönelimin çıkarıldığı bir yasa taslağı olarak kaldı.

O tartışmalar nasıldı? Öztürk Türkdoğan da Mazlum Der'in, İHOP’un kararlarında cinsiyet kimliği ve cinsel yönelim ifadesini “istemediğini”, daha sonra Mazlum Der’in bir şekilde kendi içerisinde ayrıştığını ve bugün ayrılanlardan bir ekibin oluşturduğu yeni örgütün imzacı olduğunu anlattı. Senden dinlemek istiyorum o dönem yaşananları.

Daha eskiye dayanıyor. Ayrımcılık çalışmalarına 2007’nin ortalarında başladık, pek çok çalışma gerçekleştirdik. Bu çalışmalara Mazlum Der’li arkadaşlar da katıldılar. Aslında İHOP’u kuran bütün örgütlerin ayrımcılığı farklılaşan kavrayıcılıkta ele aldığı bir konuydu. Biz 2008-2009 yıllarında “ayrımcılık ağları” çalışmasını yürütürken Mazlum Der’den arkadaşlarımız da katıldı. Cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği meselesine, “Biz herkesin yaşam hakkını savunuruz, öldürülmesinler ama yaygınlaşmasını onaylamayız” gibi bir söylemleri vardı. 2010 yılında Mazlum Der yönetimi değişti. Yeni yönetim göreve başladıktan kısa bir süre sonra kaynak kullanımına ilişkin hoşnutsuzluklarını belirterek İHOP’tan ayrılma kararı alındığını yazılı olarak bildirdi. Ama İHOP ortamı içerisinde ortak kanı, belirtilenin yanı sıra İHOP’un cinsiyet kimliği ve cinsel yönelime ilişkin yaklaşımına karşı olan hoşnutsuzluk olduğudur.

Ayrımcılığı farklılaşan kavrayıcılıkta ele almaktan bahsettin. Hak savunuculuğunda öncelik sıralaması olmaması gerekmez mi?

Olmaz. Öyle bir alana özelleşirsin ki o alanın içerisi aslında herkesi kapsar. Ayrımcılık çalışmaları, başka ayrımcılıkları görme bakımından da bir zemin yaratıyor. Aslında bir gruba bazı inançlar ve ideolojiler nedeniyle ayrımcılık yapılmasına göz yummak, onlara yönelik nefret söylemi ve nefret suçuna karşı sessiz kalmak ya da gözünü kapatmak insan hakları etiğine aykırı.

Komisyonlar, sekretaryalar… “Peki, LGBTİ’ler senin genel karar alma sürecinin neresindeler?”

İnsan hakları mücadelesinin ve LGBTİ+ mücadelesinin ortaklaşması, birbirine değmesi, temas etmesini, LGBTİ+’ların, ‘genel insan hakları mücadelesi’ne her seferinde, “Bir dakika, biz varız” demesine mi bağlıyorsun. Varlığını hatırlatmak zorunda kalmak gibi… Bu konu hakkında ne düşünüyorsun?

Birçok etkisinin olduğunu düşünüyorum ama bunu sadece LGBTİ hareketinin uyarısıyla olduğunu söylemek bu ortaklaşmayı açıklamaz. Bunda LGBTİ hareketinin de bir insan hakları hareketi haline gelmesiyle, insan hakları hareketinin de insan haklarına bütüncül olarak bakma kabiliyetinin giderek gelişmesinin de etkili olduğunu düşünüyorum. Ama başka bir aşamaya geçme, kabul etme, o varlığı bir düşman, bir tehdit olarak görmemeye doğru giden sürecin yavaş ilerlediğini düşünüyorum. Çünkü dışarıdaki etkileşim ortamı, ilişkiler gibi boyutlar bütün bunları etkiliyor aslında. Kendi ezberini bozabilme ya da bozduğunda bunu ifade etme cesareti gösterenlerin sayısının az olması da bir etken. Bunu sadece bir kesim için söylemiyorum. Bazıları bakımından vicdan muhasebesi ile gittiklerini düşünüyorum, bazıları bakımından ise daha emin olmaları gerekiyor galiba. Gördüklerini düşünüyorum ama sessiz kalmayı tercih ettiklerini de görüyorum.

Hak mücadelesinde ne olursa olsun ‘ama'sız, ‘fakat'sız bir hak savunuculuğu gerekmiyor mu? Temelde başka bir sorun mu var?

Gerekiyor. Kadın hareketi yükseldiğinde ve bastırdığında, örgütler kadın sekreteryarları kurmaya başladılar ve kadın sekreteryaları olunca erkekler bütün işleri kadınlara bıraktılar. Aslında çok içeriksiz ve içselleştirmemiş bir şeydi. Şimdi kadınlar diyorlar ki, “Gelemezsin toplantıma, müdahale edemezsin.” Asıl önemli olan da budur. Bu mücadelenin süreçlerine, buraya nasıl gelindiğine bakarsak benzer bir süreç aslında LGBTİ hareketi için de geçerli. Bir şeyin kuruluyor olması, -örneğin bir komisyonun- onun orada içselleştirdiği anlamına gelmiyor, bunun için gerçekten çaba göstermek gerekiyor. Şunu sık duyarız: “Bizim kapılarımız aslında açık, örneğin engeliler gelebilirler ama örgütlü bir toplum değil, gelmiyorlar ki” ya da “Bizim kotalarımız var, kadınlar başvurmuyor” gibi bir şey bu.

“Biz bunları aştık, komisyonları kurduk zaten bizim sekretaryamız var, zaten bir kadın-LGBTİ komisyonuz var, bizim için artık sorun yok” denilebilir mi ki?

Diyemeyiz! Nasıl, “O yasayı çıkardık, şimdi içimiz rahat” diyemiyorsak, o yasanın nasıl uygulandığına bakmaya çalışıyorsak, onun için izleme, raporlama, savunuculuk yapmaya devam ediyorsak, aynı şey aslında.

Herkesin ve tüm kurumların, “Ben herkesi eşit bir biçimde, olması gerektiği gibi insan hakları düşüncesi, felsefesi ve gerekleri için bu zemini hazırlıyor muyum?”, “Bu zeminin öyle olması için bir çaba sarf ediyor muyum?” diye sorması lazım. Yoksa öbür türlüsü şuna dönüşüyor: Gene kendi içinde bir tane adacık yaratıyorsun ve diyorsun ki, “Bak benim X komisyonum var, bak benim Y komisyonu var.” Peki, mesela LGBTİ’ler senin genel karar alma sürecinin neresindeler, gerçekten içine, karar sürecine katıyor musun? Bence giderek gelişen, büyüyen ve bu nedenle hala bunu düşünmek zorunda olduğunuz ve planlamak zorunda olduğumuz bir kapsayıcılık sorunu var. “Ben yaptım, oldu” deyince olmuyor, bunun araçlarını, olanaklarını hazırlamak bir yana, devam etmesi için içselleştirilmesi lazım. İnsan hakları böyle bir şey. İnsan hakları, “Yaptım, oldu” meselesi değildir. Sürekli bakılması, sürekli kontrol edilmesi gereken bir alan. İnsan hakları hareketinin “Haksızlıklar karşısında attığım ya da atmadığım her adım kimi etkiliyor ve nasıl etkiliyor?” meselesine bakması gerekir.  

“Kimseyle yapamadığım çalışmayı Kaos ile yapabildik, birlikte öğrendik”

Kaos’un ilk izleme ve raporlama kapasite geliştirme eğitimlerini verdin, daha birlikte bir veri tabanı oluşturdunuz. O izleme ve raporlama sürecinde neler yaşadınız, nasıl bir deneyimdi, nasıl gelişti?

Benim bakımından da son derece öğretici bir çalışmaydı. Biz 2007 yılında raporlama ve izleme eğitimi aldık haftalarca, Kaos GL de o eğitimde vardı. O eğitimlere Umut da (Güner) katılmıştı, dolayısıyla İHOP’un bu meseleye yakınlığını biliyordu. Umut aradı beni, bir veri tabanı üreteceklerini söyledi. Pembe Hayat da dahil olmak üzere hem ayrı hem birlikte toplantılar yaptık, Melek hoca ile çalıştık ve beraber öğrendik: “Belli bir sistematikten hareket edince; önünüze gelen bir vakanın içinde hangi hakkın ihlal edildiğini, bunu hangi belgelerle kanıtlayacağımızı ve daha da önemlisi bazen ne kadar farklı ihlallerin bir arada gerçekleştiğini, nasıl sonuçlara, bir mahrumiyete yol açtığının farkına varıyorsunuz. Biz bunu nasıl sistematik olarak raporlayabiliriz, hangi başlığın altına koyalım, onun veri toplamasının, kaynakları, hangi tür kanıtların toplanacağı meselesini nasıl konuşalım?” tartışmalarını yaptık.

Biz epey bir süre LGBTİ’lere yönelik ihlalleri, karşılaştıkları ayrımcılıkları, “Şu tür ihlaller bunun altına girer, bu tür ihlaller şunun altına girer” şeklinde sıraladık. Teknik çalışma görülmekle birlikte aslında bir öğrenme çalışmasıydı. İzleme ve raporlama çalışması şöyle bir şey: “Başına gelen şeyi sen nasıl tarifliyorsun, doğru tarifleyebiliyor musun ki onun doğru savunuculuğunu ve giderimini sağlayabilelim” gibi, insan haklarının asıl temel kurallarını ele alan çok güzel bir çalışma olmuştu. Kaos, bu süreci nasıl deneyimliyor bilmiyorum ama çok ciddi bir çalışma yapmıştık. Bu çalışma OHAL sırasında da devam etti. Örneğin, sosyal hizmet uzmanlarının bildirimlerini nasıl bir veri tabanı ortamına aktarılabileceğini, hangi kısmının konulup hangi kısmını konulamayacağını ve mahremiyet ilkelerini konuştuğumuz bir çalışmaydı. Aslında benim kimseyle yapamadığım bir çalışma yaptık, herkesle yapmayı arzu ettiğim ama hiç kimseyle yapamadığım çalışmaya Kaos’tan arkadaşlar sahip çıktılar ve onlarla beraber yapabildik. Birbirimizle bir ast üst ilişkisi kurmadık, üstenci bir dil kullanmadık, herkes birbirinden öğrendi, onlar benden, ben onlardan öğrendim. Bir çalışma grubunun eşit ortaklarıydık.

Uzun süredir birlikte bu kadar yatay çalışma içerisindesiniz, ama yine de, “Ben bunu atlamışım” dediğin ya da buna benzer uyarı aldığın zamanlar oldu mu?

Oldu, olmaz mı? OHAL raporu hazırladım, ofiste yalnız kaldığımda bir dönemdi. Kaynaklarımız bitmişti, arkadaşlarımızın bir kısmı kalabildi, bir kısmı kalamadı, bir kısmı gönüllü devam etti ve bizim böyle bir dönemde OHAL rapor çıkarmamız lazımdı. Çünkü 90’ların bütün bir hikayesini okuyamıyoruz, hep parça parça yapılmış bütün çalışmalar. Ben ise OHAL döneminin raporunu bir bütünlük halinde hazırlamak istedim. Kararnameleri izledik, kapatılan dernekleri izledik, raporladık, o raporlarda cinsiyet ayrımı yaptık, o sıralarda Kaos’tan arkadaşlara, “İhraç edilen LGBTİ var mı?” diye sordum, ama tespit edemediklerini söylediler. Cinsel yönelim ya da cinsiyet kimliğinden ötürü ihraç edilen kişilerin varlığını bilmiyorduk, çünkü listelerden göremiyoruz.

Biz o raporları yazdık, yazdık ve o sırada Ankara Valiliği’nin kararları gelmeye başladı ama ben raporda şöyle bir darlıkla ilerlemiştim; tamamen kararnameleri ve kararnameler yoluyla yapılan ihraçlara ve kapatılmalara bakmıştım, bulabildiğim kadarıyla da kararname dışında verilmiş ihraç, kapatma gibi kararları yokladım. Fakat Ankara Valiliği kararlarını, Kaos’un itirazlarını, Onur Yürüyüşü’ne müdahaleleri atlamışım. Yıldız (Tar) aradı, “Biz neden yokuz, bu da bir OHAL müdahalesi” dedi. Ben o OHAL raporunu bütünüyle tamamlayamadım, ama nihai raporun içerisinde olacak tabii ki. O uyarma önemli. Doğal olarak, “Ben bunu nasıl kaçırmışım?” diyorsun, bu ciddi bir sorun, doğru düzgün takip etmemişim. Yalnızdım, tek başımaydım, çok yorulmuştum, Büyükada Davası vardı diyebilirim gerekçelendirmek için ama hayır, içsel olarak bunu söyleyemiyorsun.

Nihai raporu, geçmişe ışık tutsun, bir belge ve kayıt olsun diye topladım, o atladığım mahkeme kararlarını da ekledim. Uyarma meselesi bence son derece önemli.

Bu sürede LBGTİ+’lara yönelik başka bir gelişme yaşandı mı peki?

En son, Türkiye İnsan Hakları Kurumu’nu lav edip, yerine Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu kuracakları yasa tasarısını Meclis'teki İnsan Hakları Komisyonu'na getirdiklerinde, cinsel yönelim ve cinsiyet kimliğinin dışarı çıkarılmış olmasını eleştirdik, ondan önceki ön çalışmalarda Kaos GL de vardı, çalışmaları da zaten beraber yapmıştık. Meclis’te söz aldığımda bu konuyu gündeme getirmiştim.

‘LGBTİ hareketi, insan hakları hareketi içinde yerini alan bir hareket’

Hayli uzun zamandır insan hakları mücadelesi veriyorsun, ayrımcılık çalışıyorsun. Uzun yıllar boyunca mücadelenin geldiği yeri de rahatlıkla görüp tahlil edebiliyorsun. Bu noktada LGBTİ+ hak mücadelesinin ve LGBTİ+ hareketinin geldiği noktayı, aldığı yolu nasıl değerlendiriyorsun?

LGBTİ+ hareketi, bence sadece bir mağdur örgütü değil artık. İnsan hakları hareketi içinde yerini alan bir hareket. Kendi içindeki dayanışması son derece kuvvetli. Alanda kurduğu ilişkiler her ne kadar zaman zaman sekteye uğratılsa da ayakta durabiliyor. İnsan haklarını öğrenmeye ve yaygınlaştırmaya verdiği önem kayda değer. LGBTİ hareketi, insan hakları meselesini içselleştirme konusunda çok çaba sarf ediyor ve bu çabada da başarılı oluyor. Büyük kentlerde daha güçlü ve dayanıklı bir hareket, ama yine de Anadolu'ya doğru kaymaya başladığımızda kesime de bakmak gerektiğini düşünüyorum. Çünkü kentlerde koruma alanı bulmak, dayanışma ağlarını örmek çok daha kolay, yine de etkilediklerini düşünüyorum. Her hareketin kendi içinde yoğrulmaya başladıktan sonra bazı şeyleri dışarıda bırakma riski doğabilir ama bunun için erken tabii. Gündemin sürekli olarak değişiyor olması, örgütleri eski sistematiklerine döndürüyor olması gibi riskleri var ama onun yolları nelerdir, belki düşünülmesi gerekir. 

Kapsayıcılıktan kastın nedir?

Mesela Umut benim doğal yol arkadaşım, sadece onu korumak bakımından değil ama ikimizin dayanışmasının bir şey ifade edeceğini bilerek, sadece ona yarayacağı için değil ama aynı zamanda bana da yarayacağı bir ortaklık meselesi kurmanın önemli olduğunu düşünüyorum. Şöyle somutlayayım. “Türkiye'nin kendi içindeki gidişatında benim yerim bu, benim olmak istediğim yer bu, yapmak istediğim şey bu” denilebilir. “Kendini savunma ve kendinin varlığını sürekli olarak söyleme meselesini iki adım daha öteye götürüp daha başka ne yapabiliriz?” sorusunu belki sormak lazım. Kavrayıcılık ve kapsayıcılık kelimelerinin kendileri bakımından anlamını ve daha iyi nasıl tarif etmeleri gerektiğini düşünmek lazım ya da var olan tarifleri tekrar gözden geçirmek lazım. Dayanışma içinde olduklarını, kimi etkileyebileceklerini, örgütsüz kesimle meselelerini gözden geçirmeleri gerekebilir.  Bunun önüne çıkabilecek olan engelleri bertaraf etmek konusunda bir dayanışma gerekiyor. Tek taraflı yapılacak bir şey değil. İnsan hakları mücadelesini dayanışarak, birlikte konuşarak sürdürmek gerekiyor.


Etiketler: insan hakları
nefret