05/05/2022 | Yazar: Canan Coşkan

Trans özgürleşmesinin bir anlamda tüm amacı bu: Kişinin kaderinin, kendileri için seçmediği veya onay vermediği bir etiketçe belirlendiğini varsaymaktan vazgeçmek.

“Transfobik Bir Mit: Dişil Sosyalleşme” – Devon Price Kaos GL - LGBTİ+ Haber Portalı

Eser: Louise Bourgeois

Canan Coşkan, Devon Price’ın* “Female Socialization” is a Transphobic Myth başlıklı, 3 Ağustos 2021 tarihli metnini KaosGL.org için Türkçeleştirdi.

“Dişil sosyalleşme” transfobik bir mit ve hepimizi geri tutuyor. İşte sebebi…

Yaz mevsiminin başlarındayız ve ben birkaç kilometre ötedeki bir kolejde Tarih dersi veren bir natrans kadınla, Skyler ile kahve içiyorum. Skyler'ın okulu bir yıllık uzaktan eğitimin ardından yüz yüze ders vermeye geri döndü ve o eski, bilindik şeytan, “yetkin değil çünkü o bir kadın” sanısı, ona eziyet etmek için geri geldi.

Dersler çevrimiçiyken Skyler isminin ardına sığınıp avatarını koyu gri bir kutucuk olarak bırakarak öğrencilerinin kendisine saygı çerçevesinde ve nötr davranmalarını sağlayabilmişti. Şimdiyse, fiziksel gerçekliğe geri fırlatılmış bir halde, başkalarının gözlerinde yine bir kadın ve oğlanlar onun bilgi birikimini ve profesyonel deneyimini paramparça ediyorlar.

Bana diyor ki “Bir savaşın adını söylesem bile sınava tabi tutulmaya başlıyorum. General kimdi? Her iki tarafta kaçar erkek savaştı? Kaç ölüm oldu? Nereye gömüldüler? Kralın iskeleti şimdi nerede saklanıyor?”

Skyler'ın bu karşılaşmalar için zırhını donanması, o dersle ilgili bile olmayan küçük ayrıntılar üzerine çalışması gerekiyor. Burnu havada, her şeyi kendine hak gören eril bir öğrencinin onu zora sokmaya niyetlendiğini canlandırdığında zihninde hazır cevaplar ve nükteli yanıtlar veriyor. Skyler, öğrencilerine, her el kaldırdıklarında kendisine hitaben söze “Bayan Skyler” ile değil, Dr. Skyler'ın Soyadı’yla başlamalarını hatırlatmak zorunda kalıyor. Öğrenciler onu görmezden gelip kendi aralarında konuştuğunda, sınıfın ark tarafına doğru yürümesi ve başkarında dikilmesi gerekiyor. Her gün onuru için savaş veriyor. Geçen yıl tüm bu cinsiyetçi saçmalıklardan kurtulmuştu; şimdiyse sırtına bir çuval yük daha binmiş gibi derslerini vermeye devam ediyor.

Tükenmiş bir halde, bana diyor ki “Enerjimin ne kadarının bu pisliklerle savaşmaya harcandığını unutmuşum.” Anlayışla alnımı kırıştırıyorum ama sunacak pek başka bir şeyim yok. Bana “Böyle şeylerle nasıl başa çıkıyorsun?” diye soruyor.

Ben de cevap veriyorum: “Öğrencilerim bana hiç böyle davranmadı.”

Kaşları çatılıyor. Aklına yatmıyor. “Sana bunu yapmıyorlar mı?”

Omuz silkiyorum. Cinsiyetçilik deneyimleri yaşamadığımı söylediğimde, bu natrans kadınları hep şaşırtıyor. Bunu açıklarken, onlara sahip olduğum son derece ayrıcalıklı konumu ayrıntılarıyla anlatarak, onları bu ayrıcalığa sahip olduğuma ikna etmek için yeterli örnek vererek, ancak bununla övünmeyecek ya da böbürlenmeyecek şekilde hassas bir çizgide yürümem gerekiyor. Bunu ortaya koymak benim için can sıkıcı olsa bile, sahip olduğum statüyü kabul etmenin önemli olduğunu düşünüyorum.

Skyler’a, “Hiçbir zaman bilgi birikimimi sorgulayan bir öğrencim olmadı. Öğrenciler susuyor ve ben konuşurken beni dinliyorlar. Benden tavsiye istiyorlar. Bana Doktor diye hitap ediyorlar” diyorum.

Gözleri aramızdaki çimenleri tarıyor, buna bir açıklama bulmaya çalışıyor. “Seni ciddiye almaları için ne yapıyorsun? Arkadaş canlısı olmaya çalıştım, kaba davrandım, sınıf içi politikalara dair e-postalar gönderdim ve bir şeyler arandım…”

“Ben hiçbir zaman bunların hiçbirini yapmak zorunda kalmadım. Öğrenciler beni öylece dinliyorlar,” diye karşılık veriyorum.

Gençken, saçlarım uzunken, elbiseler giydiğimde bile öğrenciler beni dinlemekte hiç zorluk yaşamazlardı. “Üzgünüm,” diyorum Skyler’a, “her gün bununla başa çıkmanın ne kadar sinir bozucu olduğunu hayal bile edemiyorum.”

Skyler sessizleşiyor. Birçok natrans kadın için olduğu üzere benim deneyimim onun için bir bilmece. Kendi örtük transfobileri nedeniyle, derinlerde gerçekten tıpkı onlar gibi - kadınların sahip olduğu tüm deneyimlere ve aynı dezavantajlara sahip bir kadın - olduğumu varsayıyorlar. Ama bu benim için hiçbir zaman böyle olmadı. Çoğu insana kadın gibi göründüğüm zamanlar bile böyle olmadı.

Ben konuştuğumda insanlar dinliyorlar. Caddede yürürken insanlar yolumdan çekiliyorlar. Kendimi bir konuda uzman olarak tanıttığımda insanlar bana inanıyorlar. Ben çocukken, ailem evlenmek istemediğim ve çocuk istemediğim gerçeğini çabucak anladı - ve kendi ıstırap dolu, disforik duygularım olmasına rağmen- bu konuyu asla zorlamadılar. Yetişkinliğimde, hiç kimse bana o feminen olarak kodlanmış yaşam hedefleriyle ilgili soru sormadı. Tam tersine, kız kardeşime ise hep bu kilometre taşlarını ne zaman tamamlayacağı soruluyor. Rahatsız olduğumda veya mutsuz olduğumda insanlar bana uyum sağlamak için geriye çekiliyorlar. Nadiren, bir defadan fazla sınırlarımı belirtmeme gerek oluyor.

Biraz asabi olduğumda bile insanlar sözlerimi olumlu bir şekilde yorumluyor. İnceliksiz bir şekilde bir laf ettiğimde, insanlar bana art niyet atfetmeden yaklaşıyor. Dişi arkadaşlarımın, benim asla başıma gelmeyen bir şekilde ton polisliğine maruz kalmalarına, yanlış yorumlanmalarına ve susturulmalarına şahit oldum. Sanatım karşılığında bana para ödeniyor. Uzmanlığıma karşılık bana teşekkür eden insanlar oluyor. Öte yandan Skyler, uzmanlığı olduğunun bile fark edilmesi için her gün mücadele etmek zorunda kalıyor.

Skyler üzüntüyle “Ben bütün dadların (dişi atanarak doğmuş) bununla uğraşmak zorunda kaldığını sanıyordum,” diyor.

İtiraf edeyim, natrans kadınlar benim de kendilerininkiyle aynı türden bir yaşam sürdüğümü varsaydıklarında bunu itici ve onur kırıcı buluyorum. Kızlardan biri olmadığımı ve öyle yaşamadığımı ne kadar sık dile getirirsem getireyim, bana kızlardan biriymişim gibi davranılması çok geçersizleştirildiğimi hissettiriyor. Ama benim açımdan bunun rahatsız edici bir hareketten ibaret olduğunun farkındayım. Bunu silkinip üzerimden atabilir ve duygularımdan başka hiçbir açıdan zarar görmeden kendimi ait olmadığım yerlerden uzaklaştırabilirim. Ancak trans kadınlar açısından, cinsiyetçiliğin kişinin cinsel organlarıyla veya doğumda atanmış toplumsal cinsiyetiyle bağlantılı olduğuna dair bu fikir çok daha tehlikeli oluyor.

Oldukça ilerici, transların kabul gördüğü çevrelerde bile, rutin olarak “dişil sosyalleşme” veya “dad” olma travmasına dair muhabbetlerle karşılaşıyorum. Dişi atanarak doğmuş her kişinin tüm yaşamı boyunca görmezden gelindiği, kuşku gördüğü, sesinin bastırıldığı, önceliklerinin geri plana itildiği ve fiziksel olarak taciz edildiği ama eril atanarak doğmuş herkesin güven ve değer gördüğü, sesinin duyulduğu ve dahilikleri için ödüllendirildiği varsayılıyor.

“Dişil sosyalleşme” cidden yaygın bir TÖRF ikna unsuru. Trans ötekileştiren/dışlayan ahali, birçok trans kadının alışılagelmiş, natrans “kızlık” yaşamadığını öne sürerek trans kadınların, cinsiyetçiliğin esasen nasıl işlediğini bilmelerinin mümkün olmadığını iddia etmeye bayılıyor. Trans kadınların cinsiyetçilikle karşılaşması daha kolay olmuşmuş. Ve TÖRFizm, feminen ıstırabı ahlaki erdemin bir işareti olarak övdüğünden, travmatik bir “kızlık” yaşamamış bütün kadınlardan kuşku duyulmalıymış: Onlar hak talepkarı, onlar saldırgan, onlar küründen.

Ne yazık ki, bu şekilde düşünenler sadece trans ötekileştiren/dışlayan insanlardan ibaret değil. Pek çok trans müttefiği (ve trans ahali olarak aramızdakilerin birçoğu!), doğarken toplumsal cinsiyet atanmasının, kişinin nasıl büyüdüğünü ve özünde kim olduğunu belirlediğine yönelik o fikirde hâlâ debelenip duruyor. Trans haklarını desteklediğini iddia eden insanlar, sanki kişinin yaşamına veya kimliğine dair bize bir şey anlatırmışçasına “dad” ve “ead” (eril atanarak doğmuş) kelimelerini ortalığa saçıyorlar. “Dişil sosyalleşme”yi sanki tüm sınıflarla, ırklarla, kültürlerle ve ailelerle kesişen ama atanmış toplumsal cinsiyetle bir türlü asla kesişmeyen tekil, evrensel bir deneyimmiş gibi tanımlıyorlar.

Sırf bebekken onlara dayatılmış olan toplumsal cinsiyet etiketi temelinde kişinin kim olduğuna veya nasıl yaşadığına dair herhangi bir şey tahmin edebilirmişiz gibi davranmaya bir son vermemizin zamanı geldi. Aslında, trans özgürleşmesinin bir anlamda tüm amacı bu: Kişinin kaderinin, kendileri için seçmediği veya onay vermediği bir etiketçe belirlendiğini varsaymaktan vazgeçmek.

Tekil bir “dişil sosyalleşme”, evrensel dad veya ead deneyimi bulunmuyor ve böyle bir şey varmış gibi davranmak hepimize zarar veriyor. Neden mi? Buradan buyurun:

Sosyalleşme Asla Bitmiyor

İnsanlar “kız olarak yetiştirilmiş” olmaktan ya da “dişil sosyalleşme” deneyimlemekten bahsederken genellikle tüm toplumsal cinsiyetlendirmenin başladığı ve bittiği yer çocuklukmuş gibi davranıyorlar. Bunun mantığı şöyle işliyor: İnsanlar seni çocukken bir kız olarak gördüyse, kız olmanın ne demek olduğunu öğrenmişsindir. Kızlık döneminden gelen dersleri ve travmaları özümsemişsindir ve bunlar asla ama asla kaybolmayacaktır. İçine dönmeye, susmaya, etrafındaki “eril sosyalleşmiş” insanların senden önce konuşmasına izin vermeye hep daha yatkın olacaksındır.

Bu, insanların nasıl geliştiğine ilişkin gülünç derecede basit bir anlayış. Aslında, insan gelişimi asla bitmiyor. Beynimiz koşullarımıza sonsuzca uyum sağlıyor, yeni örüntüler öğreniyor ve artık işimize yaramayan eski yolları buduyor. Davranışlarımız ve sosyal becerilerimiz de sonsuzca uyum sağlıyor. Genellikle kişinin eylemlerini en iyi yordayan şey kişiliği veya kimliği değil, o anda onların içinde bulunduğu sosyal bağlam oluyor. Yani kişi, “kız” görülerek dünyada dolanmaya alışkın olsa bile, davranışsal anlamda bir erkek olarak kabul görmeye hızla uyum sağlayabilir.

Ezilen kategorisinden ayrıcalıklı kategorisine atladığında, kişinin hem davranışı hem de görünümü değişmeye meyilli oluyor. Yetişkinlerin otoritesine isyan eden gençler, otorite sahibi yetişkinler haline gelecek şekilde büyüyorlar ve bu otoriteyi gençlere karşı kullanıyorlar. Öğretmenlerinin şüpheci ve küçümseyici muamelesine maruz kalan öğrenciler, yetiştiklerinde öğrencilerine tepeden bakan birer eğitimci haline geliyorlar. Sahip olduğumuz güç görüşlerimizi ve eylemlerimizi lekeliyor ve bu, geçmişte elimizde güç bulunmamış olsa bile hakikat haline geliyor.

Bu, şu demek: Bir kişi lafın gelişi “kız olarak yetiştirilmiş” olsa bile, bir erkeğin sahip olduğu güç kendilerine verildiğinde eylemleri ve hak sahipliği anlayışı hızla değişebilir. Bunun nasıl işlediğini birçok kez gördüm. Bir trans erkek açılır, daha maskülen görünmeye ve davranmaya başlar ve aniden herkes ona farklı davranır. Meslektaşları onun fikirlerinin dahiyane olduğunu ve konuşma tarzının ikna edici olduğunu düşünür. Erkekler korkunç cinsel fetih hikayeleriyle ona ziyafet hazırlar ve kadınlar geceleri ondan kaçınmak için caddenin karşısına geçmeye başlar. Bu kişi bir Siyah erkekse, polisler ona daha sık arama yapabilir veya beyaz kadınlar tarafından aşırı cinselleştirilip nesneleştirilebilir. Trans erkek, gerçek zamanlı bir şekilde “eril sosyalleşme”den geçmektedir. Çünkü sosyalleşme, hiç kimse için asla durmayan, devam eden bir süreç.

Cordelia Fine, Toplumsal Cinsiyet Yanılsaması kitabında, bir erkek olarak açılmasının ardından çalışmaları anında daha fazla beğeni görmeye başlayan bir trans bilim insanını anlatıyor. Sırf erkek olduğundan, insanlar onun çalışmalarını daha çok takdir etmişler. Söz konusu bilim insanı, başka insanların kendisi hakkında araştırmasının kız kardeşinin çalışmasından çok daha iyi ve etkileyici olduğunu söyleyerek dedikodu yaptığını bile duymuş. Tabii bu bilim insanını bir kız kardeşi yokmuş - insanlar onun geçiş öncesinde eski ismiyle yaptığı araştırmalarından bahsediyorlarmış.

Daha saygılı (veya daha korku dolu) muamele görmek insanın kendisine yönelik hislerini değiştiriyor. İnsanın kamusal yaşam içinde nasıl hareket ettiğini değiştiriyor. Aynısı bir anda daha zayıf, daha kavrayışsız, yumuşak ve feminen olarak görülmek için de geçerli. Birçok trans kadın açılır açılmaz, o keyfini sürdükleri ‘eril ayrıcalık’mış gibi olan şeyin neyini - böyle bir şeyin keyfini hiç sürmemiş olma raddesinde - kaybettiklerine dair seslerini ortaya koydular. Futbol oynamaya ya da elbise giymeye zorlandığımıza dair erken çocukluk deneyimlerimizi hatırlasak da zihnimiz, şu anda sahip olduğumuz gücün ve konumun değiştirmediği bir şekilde, bir kehribarın içinde kısılıp olduğu gibi kalmış değil. Dolayısıyla “toplumsal cinsiyet sosyalleşmesi”nden, çocuklukta biten tek ve doğrusal bir deneyimmiş gibi bahsetmek yanlış olur.

Sosyalleşme İnteraktif Oluyor

Toplumsal cinsiyet sosyalleşmesi çift yönlü bir yol: Buna maruz kaldığın gibi buna karşılık da veriyorsun. Cevaben de insanlar sana karşılık veriyor. Bu bir dans, bir müzakere ve hiç bitmeyen bir muhabbet. İki kişinin bile çocukluk deneyimleri asla aynı olmuyor; ikizler de dahil olmak üzere herhangi bir grup kardeşe çocukluk deneyimlerini sorduğunda bir kişinin özelliklerinin, onların aldığı sosyal tepkiyi nasıl şekillendirdiğini anında görüyorsun.

Çokça ağlayan bebeklere kıyasla gülümseyen ve kolayca uyuyan bebekler daha uzun süre kucakta tutuluyor ve daha nazik muamele görüyorlar. Bu nazik ve sevgi dolu muamele, çocukların kendileri hakkında nasıl düşündüklerini ve başka insanlara ne kadar kolay bağlandıklarını etkilemeye devam ediyor. Toplumsal cinsiyet normlarına uyan çocuklar, anlaşılmaları kolay oldukları için ödüllendiriliyor. Toplumsal cinsiyetlendirilmiş beklentileri hiçe sayanlarımızsa cezalandırılıyor, dışlanıyor ve yok ssayılıyor. Çoğumuz, hayatta kalmak için toplumsal cinsiyeti bozan özelliklerimizi gizlemeyi küçük yaşlardan itibaren öğreniyoruz. Ya da yaşamlarımız değer görmediğinden yok sayılıyoruz ve görünmezmişiz muamelesine maruz kalıyoruz.

Yazar Laura Kate Dale, Uncomfortable Labels: My Life as a Gay Autistic Trans Woman [Rahatsız Etiketler: Gey Otistik Trans Kadın Olarak Yaşamım] kitabında çok feminen özelliklere ve ilgi alanlarına sahip olması temelinde otizminin nasıl yok sayıldığından bahsediyor. Eril atanarak doğmuş olmasına ve o zamanlar “oğlan” olarak görülmesine rağmen Dale, kalıpyargısal anlamda feminen şeylerden hoşlanıyormuş. Sessiz ve dalgınmış. Ve haliyle, birçok otistik kız gibi, onun da sakatlığı görmezden gelinmiş. Laura Kate Dale, o zamanlar kimse onu bir kadın olarak tanımlamasa da, oldukça ikonik bir “dişil sosyalleşme” deneyimi yaşamış - buna “dişil otizm” deneyimi bile diyebiliriz. Saklayamayacağı şekilde feminen olarak kodlanan şekillerde davranmış ve etrafını saran dünya buna tepki (karşılık) vermiş. Toplumsal cinsiyet sosyalleşmesi, bizden ne beklendiğinin ve bizim nasıl yanıt verdiğimizin bir etkileşimi oluyor.

Akademisyen ve yazar Grace Lavery de, geçişini gerçekleştirmeden önce düz (heteroseksüel) erkeklerin kendisini, tıpkı natrans kadınların maruz kaldığı gibi cinsel olarak taciz ve istismar ettiklerini yazdı. Lavery, yolu Oxford’a çıkan, oğlanların gittiği pek sayılan bir okula gitmiş ve açılmadan önce eril ayrıcalıklar olarak gördüğü şeyler kendisine verilmiş olmasına karşın, erkekler onda bariz bir şekilde natrans erkek olmayan bir şey olduğunu belirtebiliyorlarmış. Henüz açılmamışken bile saklayamadığı biçimde feminenmiş. Ve bunun bedelini ödemek zorunda kalmış.

Bendeyse, kendi yaşamım boyunca, tavırlarım ve alıktırmalarım insanların bana az çok erkek olarak davranmalarına neden oldu. Lisede münazara takımındayken, bir “kadın” gibi görünüyordum ama iddialı, neredeyse küstah bir rakiptim, anında fişek gibi karşılıklar veriyor, daima bol, pratik takım elbiseler giyiyor ve rakiplerimle göze göz, dişe diş karşılaşıyordum. Jüri üyelerinden harika değerlendirmeler alıyordum; iki kez ulusal müzakere yarışmalarına gittim ve doğaçlama konuşmada ülke çapında yedinci oldum.

Oylamalarda, hiçbir jüri üyesi görünüşüm hakkında yorum yapmadı veya beni fazla saldırgan olmakla itham etmedi. Dört yıl boyunca, bir haftada gerçekleşen çokça münazaranın birinde bile… Buna karşın, münazara takımında alışılagelmiş anlamda benden daha feminen olan bir kız vardı. Harika bir konuşmacı ve yazar olmasına rağmen, jüri üyeleri onun giyimine, saçına, makyajına, hareketlerine ve tavrına hep olumsuz yorum yaptılar. Ona çok seksi giyindiğini ve rekabeti yeterince ciddiye almadığını söylediler. Münazara takımındaki partnerim feminen gey bir erkekti ve duygulanım hallerine yönelik çok benzer yorumlar aldı. Jüri üyeleri onun çok kararsız, pek tereddütlü olduğunu - başka bir ifadeyle, yeterince maskülen olmadığını - söylediler.

O zamanlar bir kadın olarak yaşıyor olmama rağmen, üçümüz arasında en alışılagelmiş anlamda “eril” muamele gören müzakereci bendim. Ve bunun kısmen sebebi, kendimi hali hazırda çok eril davranış standartlarına koşmuş olmamdı. Kim olduğumu ve nasıl görülmek istediğimi biliyordum ve kendiliğimi buna göre hareket ettirdim. O zaman kimse bir erkek olduğumu belirtmese de insanlar bilinçaltlarında bunu kaptılar ve beni bunun için ödüllendirdiler.

Sosyalleşme Gözlemsel Oluyor

Toplumsal cinsiyet sosyalleşmesi gizliden gizliye veya bir fanus içinde gerçekleşmiyor. Toplum sana “kız” veya “oğlan” olman gerektiğini belirtirken bile eş zamanlı olarak diğer toplumsal cinsiyete yönelik beklenti ve normlara sürekli tanık oluyorsun. Ailende kimin çamaşır yıkadığını ve olukları temizlediğini fark ediyorsun. Eril ve dişi karakterlerle doldurulmuş TV programları ve filmler izliyorsun. Kaldırımda bir oğlan, sıyrılmış dizinin derisini çekip koparırken hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladığında, onun zayıf olduğu için azarlandığını görüyor ve – erkek olup olmamandan bağımsız olarak - erkekliğin ne anlama geldiğine dair dersler çıkarıyorsun.

Hepimiz, kişinin bedeninin onlara nasıl giyinmesi gerektiğini, hangi banyoyu kullanması gerektiğini, kimlerle takılmasına müsaade olduğunu ve hayatta neyi arzulaması gerektiğini belirlediğini bize öğreten natrans cinsiyetçi bir dünyada büyüyoruz. Bu beklentileri ikili toplumsal cinsiyetin herbiri için de öğreniyoruz ve her iki rolden birine uymakta çuvallamanın nasıl cezalandırıldığına tanık oluyoruz. İlla bir cümle kuracaksak, her birimizin kendimizi ve başkalarını biyolojik olarak belirlenmiş ikili bir rejimde görmek üzere eğitilmek suretiyle natrans cinsiyetçilikle sosyalleştiğini söylemek daha doğru olur.

Hiçbir zaman kızlıkta iyi olmak istemedim. Bana kız olmanın makyaj yapmak ya da bebeği olsun istemek anlamına geldiğinin söylenmesi benim için bir şey ifade etmiyordu. Toplumun gözünde “oğlan” olmanın ne anlama geldiğine daha fazla dikkat ediyordum. Aynı zamanda, düz oğlanlığın mükemmel bir temsili olmak da istemiyordum. Bu yüzden biraz farklı olan - genellikle zırıl, gey olarak kodlanmış - eril rol modelleri bulmam gerekiyordu.

Ortaokuldayken, bir gün en sevdiğim kurgu karakter Hannibal Lecter’ı taklit edeceğime karar verdiğimi hatırlıyorum. Thomas Harris’in kitaplarını yaladım yuttum ve kendimi o klas yamyam gibi, mesafeli ve bilgili, zor beğenen ve katı, derinlerde bir yerlerde şiddete eğilim taşıyan bir duruş içindeymiş gibi konuşmaya ve göstermeye çalıştım. Önceden alıştırması yapılmış ve yapay duran bir zarafetle konuştum. O yıl kavgalara karıştım, birkaç kez kalemle kalçalarımdan beni rahatsız ederek alaya alan bir çocuğu bıçakladım. Ondan sonra kimse benimle uğraşmadı. Maskülen, kuir kodlanmış, kötülük timsali bir tip gibi yaşadığım için kendimle gurur duyuyordum.

İlkokuldan arkadaş olduğum kızlar benimle hiçbir alakaları kalmasın istediler. Onların ilgi duydukları şekilde ünlülerin dedikodularına, alışverişe ya da erkekleri aramaya ilgi duymuyordum. Haliyle alternatif çocuklarla, her toplumsal cinsiyetten punklar ve gotiklerle, kadın kotları giyen emo oğlanlarla ve ileride gey veya biseksüel olduklarını keşfedecek kızlarla takılmaya başladım. Hiç birimiz kuirlikle biraraya geldiğimizi ifade edemiyorduk ama yine de birbirimizin aynı olduğunu bulmuştuk. Toplumsal cinsiyeti ve cinselliği tuhaf olan tüm çocuklar gibi - kenara itilip ucube olarak görülerek - “sosyalleşiyorduk”.

Dolapta Tıkılı Kalmak Travmatik Bir Sosyalleşme Deneyimi Oluyor

İnsanlar toplumsal cinsiyet sosyalleşmesini tartışırken sıklıkla, sana atanmış rolü yerine getirmekte iyi olsan da olmasan da o süreç aynıymış gibi davranıyorlar. Bu, genderkuir ve trans çocukların gerçek yaşamlarına bir kez baktığımızda tamamen anlamsız hale geliyor.

Bir “oğlan” oyuncak bebekleri sevdiği için taciz edilip azarlanıyorsa, fazla kız gibi olduğu için diğer oğlanlar tarafından dışlanıyorsa ve yalnızca kız kardeşlerinin ve dişi öğretmenlerinin yanında kendini güvende hissediyorsa, gerçekten yürekten inanarak bu çocuğun bir “erkek sosyalleşmesi” deneyimi yaşadığını söyleyebilir miyiz? Feminen olduğu için dövülen bir çocuğu, gerçekten de toplumsal cinsiyetlendirilmiş şiddeti anlamayan biri olarak tanımlayabilir miyiz? Halbuki onların tüm yaşamı toplumsal cinsiyetlendirilmiş şiddet ile geçti! Hatta onlar aslında toplumsal cinsiyetlendirilmiş şiddetin özellikle de zarar veren ve istatistiksel olarak aşırı tehlike barındıran bir biçimine maruz kaldı: Natrans kadınların mizojini deneyiminin ötesine geçen ve bununla kesişen, trans kadınlara karşı bir nefrete, transmizojiniye maruz kaldı.

Transmizojini deneyimlemek zorunda kalan insanlar, yalnızca toplumsal cinsiyetlendirilmiş şiddete son derece yüksek oranlarda maruz kalmıyor, aynı zamanda medyada şiddet mağduru olarak değil, şiddet kaynağı olarak gösteriliyor. Mizojiniye maruz kalan tarafta olmalarına rağmen maruz kaldıkları şeyi mizojini olarak adlandırdıklarında, kadınlığı temellük eden tehlikeli taklitler olmakla suçlanıyorlar. Transmizojini, savunmasız bir grup kadını hem aşırı görünür hem de aşırı dışlanmış hale getiriyor. Yaşamları boyunca ötekileştirilmelerine rağmen bu ötekileştirmeyi adlandırmaya yönelik dil ve faillikten men ediliyorlar.  

Çoğu insan, dolaba tıkılmış bir gey olmanın “düz ayrıcalığı”na sahip olmakla aynı şey olmadığını anlıyor. Dolaba tıkılmış gey çocukların “düz sosyalleşerek” büyümüş olmalarından bahsetmiyoruz. Mevzu bahis cinsel yönelim olduğunda, insanlar kendin olmadığın bir şey gibi yaşamaya zorlanmanın ne kadar zarar verici olduğunu anlıyorlar. Kendini bilmemenin nasıl da kendini kırık, deli, kendinden iğrenerek ve kafa karışıklığıyla tükenmiş hissetmene yol açabileceğini... Hâlâ insanların nasıl da sana dair bir şeyin “ters” olduğunu yakalayıp, senin gözünün önünde, henüz senin ismini koyabileceğin bir kimliğe bile dönüşmemişken bunun için seni cezalandırdığını…

Kuirsen, düz olduğunun varsayılması bir ayrıcalık olmuyor. O zaman trans isen natrans olduğunun sanılması neden bir ayrıcalık olsun ki?

“Kız olarak yetiştirilmiş” olmak, bir transmaskülen olarak toplumsal cinsiyetlendirilmiş travmamın gerçek kaynağı değildi. Bu travmamın asıl kaynağı natrans olmaya zorlanmaktı. Benim açımdan, “kızlığın” ya da “sosyalleşmiş dişi” olmanın zararlarına odaklanmak benim için asıl sorunu tamamen gözden kaçırmak anlamına geliyor ki bu sorun, onayları olmaksızın bebeklere toplumsal cinsiyet dayattığımız müddetçe devam edecek. Hayati derecede önemli bir amaç olmakla birlikte cinsiyetçilikle mücadele beni natrans cinsiyetçiliğin ıstırabından kurtarmayacak. Ve natrans kadınlara karşı mizojininiyi sona erdirmek de trans kadınları transmizojiniden kurtarmayacak. Dünya natrans toplumsal cinsiyet normlarını dayattığı sürece, bu normlardan sapan herkesi, hepimizi benzersiz bir ıstırapla dolu sosyalleşme deneyimi bekliyor olacak.

Sosyalleşme Toplumsal Cinsiyetlendirilmiş Olduğu Kadar Irksallaşmış, Sınıfsallaşmış ve Kültürlenmiş Bir Olgu

Kadın ya da erkek olmanın anlamı kültüre, tarihsel döneme, sınıfa ve sosyal koşullara göre değişiyor. Bu nedenle, bir kişinin oğlan ya da kız olarak yetiştirilmesinden ya da toplumsal cinsiyetlendirilmiş bir rol ile sosyalleştmesinden bahsediyorsak, bu faktörleri hesaba katmamız gerekiyor.

Feminen olmanın kibar dilli ve zayıf olmak anlamına geldiğine yönelik fikir, beyaz masumiyetine ve kırılganlığına dair mite dayanan bir fikir. Tarihsel olarak, zengin beyaz aristokratlar, eşlerini ve kızlarını korunmaya muhtaç narin çiçekler gibi görmüşler. Bu inanç, beyaz kadınları toplumdan yalıtılmış halde ve güçsüz tutmaya yaradı. Aynı zamanda, beyaz saflığa yönelik şiddet taşıyan ve maskülen tehditler olarak sunulan Siyah ve kahve tenli halklara karşı ırkçı şiddeti meşrulaştırdı. Kızlığın tamamen elbiseler, hassas duygular ve açık pastel çiçeklerle ilgili olduğunu düşündüğümüzde, bu feminenlik imgesinin ne kadar yapay olduğunu ve bu imgenin gerçekten de nasıl sadece belirli ve kısıtlı bir grup kıza imkân olarak sağlandığını görmezden geliyoruz.

Benzer şekilde, çocuk yetiştirmek için evde kalmak da yalnızca, kadınların çalışmama imkânı buldukları ailelerde “geleneksel” bir feminen değer oluyor. Kökenin köleleştirilmiş halklardan veya yeni göçmenlerden ve diaspora halklarından geliyorsa, ailendeki kadınlar muhtemelen daima çalışmışlardır. Ve aile ya da ev kültürün yoksulluğu tattıysa, muhtemelen kadınlığı aylak, güzel ve zarif olmakla ilişkilendirmeyi öğrenmemişsindir. Muhtemelen hayatındaki kadınlar kuvvetli olmak zorunda bırakılmışlardır.

Beyaz feminizmin uzun zamandır, tüm kadınların tamamen aynı kısıtlamalardan özgürleşmeleri gerektiğini varsayarak, toplumsal cinsiyet adaletine yönelik mücadeleyi aşırı basitleştirme sorunu bulunuyor. Ancak birçok Siyah kadın açısından baskıcı olduğu kanıtlanabilen şey kuvvet varsayımı oluyor, beyaz kadınlıkla ilişkilendirilmiş yumuşak hassasiyet değil. Duygularına asla şefkatle yaklaşmayan bir dünyada Siyah kadınlar açısından gözyaşı dökmenin kendisi cesur bir başkaldırı eylemi olabiliyor. Yoksulluk içinde büyüdüysen, görünümüne çok fazla özen ve zaman ayırmak alışılmadık bir şey olabiliyor. Özellikle de ağırlıklı olarak işçi sınıfından lezbiyenlerde fem olmanın, kuir kimliğinin bir ifadesi haline gelmiş olmasının bir sebebi var.

Tüm kadınların eşit olarak kurtulması gereken tek bir feminen kalıp bulunmuyor. Her bir kültürü, sınıf grubunu veya tarihteki anı kesen maskülen bir ideal bulunmuyor.

Ne yazık ki, toplumsal cinsiyetle ilgili ana akım muhabbetlerde insanlar sanki tüm kadınların aynı şekilde davranması bekleniyormuş gibi konuşuyorlar. Bu, tengârenk trans kadınlar gibi çok yönlü marjinalleştirilmiş kadınların farklı deneyimlerininin üzerini örtüyor. Tengârenk trans kadınlar genellikle narin, sessiz anne ve eş olmaları beklenerek büyümüyorlar ama bu, onların beyaz natrans kadınlardan daha fazla güçle dünyada dolandıkları anlamına gelmiyor. Aslına bakılırsa durum bunun tam tersine işaret ediyor.

Tengârenk trans kadınlar haksız yere, Siyah ve kahve tenli halk “tehlikesi”ne ilişkin ırkçı kalıpyargılara maruz kalıyor, feminenlikleri ve toplumsal cinsiyet çeşitlilikleri nedeniyle mağdur ediliyor ve tengârenk kadınların deneyimledikleri düşmanlık ve insandışılaştırma ile karşı karşıya kalıyorlar.

Zayıf olduğunun varsayılması, seni zayıflatmanın tek yolu değil. Başkalarının senin korkutucu veya güçlü olduğunu varsayması çoğu zaman daha da tehlikeli oluyor. Bu karmaşık faktörler kümesi, transfobiklerin ve ırkçıların tengârenk trans kadınları neden bu kadar yüksek oranlarda öldürüldükleri ve toplumun neden tengârenk trans kadınların marjinalleştirilmiş konumlarını görmezden gelmeye devam ettiğini açıklar nitelikte. Çektikleri eziyetler, beyaz natrans kadınlığının merceğinden düzgün veya uygun bir şekilde anlaşılmıyor. Cinsiyetçiliği alt etmek onları veya herhangi birimizi kurtarmaya yetmiyor. Irkçılığı, transmizojini ve Siyah mizojiniyi de parçalamamız gerekiyor.

Skyler’ın rutin olarak karşı karşıya kaldığı cinsiyetçiliği düşündüğünde, kendi feminen deneyiminin aslında ne kadar spesifik ve dar olduğunu fark etmesini diliyorum. Karşı karşıya kaldığı cinsiyetçilik gerçek ve buna karşı savaşma ihtiyacı esaslı. Fakat kendi maruz kaldığı baskıyı çok daha geniş bir natrans cinsiyetçilik, transmizojini ve ırkçılık ağının parçası olarak görmek yerine, talihsizliğinin doğarken kendisine atanmış olan toplumsal cinsiyetten ileri geldiğini düşünüyor. Bu görüş, feminizm ve trans özgürleşme mücadelesini hep dar boğaza sokacak. Nihayetinde bu görüş, Skyler’a yardımcı olmuyor ve cinsiyetçiliği Skyler’dan farklı deneyimleyen herkesi siliyor.

Haliyle, bunu yapmak benim için ne kadar sinir bozucu olsa da, Skyler’a yaşamımın onunki gibi olmadığını hatırlatmaya devam edeceğim. Hepimiz için ortak bir “dad” veya “dişil sosyalleşme” deneyimi olduğu fikrini çürütmeye devam edeceğim. Ve daha da önemlisi, toplumsal cinsiyet temelli baskıda transmizojininin, natrans cinsiyetçiliğin ve beyaz üstünlükçülüğün oynadığı belirgin ve zararlı rolleri gündeme getirmeye devam edeceğim. Çünkü sosyalleşmeyi takıntı haline getirmeye veya cinsiyetçilik sadece dad’ların sorunuymuş gibi yapmaya devam edersek asla ilerleyemeyeceğiz.

*Devon Price, kendisini he/him veya it/its zamirleriyle tanımlayan bir sosyal psikolog, yazar ve alternatif akademisyen. Twitter adresi: @drdevonprice.

 

 


Etiketler: yaşam
nefret